Artık kanıksanan “yargı” tiyatrolarının sonuncusu, AKP destekçisi ve onun “demokratikleşme” masalına inanan liberal demokratların alkışları arasında, 12 Eylül 1980 darbesi üzerine oynanıyor. Bunun bir tiyatro olduğunu, yargılanan iki general de biliyor. Dahası onlar, 32 yıl önce kurdukları askeri diktatörlüğün tarihsel–sınıfsal anlamını, kendilerini yargılayanlardan daha iyi kavramış olduklarını da gösteriyorlar.
12 Eylül generallerinin yargılandığı davada, darbeyi yapan önder kadrodan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya “bizi siz değil tarih yargılar” derken, aslında şunu söylüyorlar: “Bugün olduğu gibi o gün de iktidarın sahibi olan burjuvazinin talimatlarını yerine getirdik. Bugün bu sınıfın iktidarı devam ediyor, sizler de mahkeme heyeti olarak bu sınıfın yargı kurumunu oluşturuyorsunuz. Bu yüzden bizim şahsımızda darbenin gerçek sahibi olan burjuvaziyi yargılayamazsınız.”
Yaşı doksana dayanmış iki darbeci generalin “darbeye teşebbüs etme” suçundan yargılanması durumu, bizzat bu yargılamayı yapan, 12 Eylül düzeninin sürdürücüsü egemen sınıf ile onun hükümeti olduğunda tam bir ikiyüzlülük anlamına gelmektedir.
Darbeci generaller de bunun bilinciyle -her ne kadar “gerilseler” de- mahkeme heyetini ve avukatları küçümseyen bir tavır sergiliyorlar. Kenan Evren “Biz ihtilal yaptık. İhtilale teşebbüs etmedik” diyerek övünüyor ve “bugün olsaydı yine aynı şekilde ihtilal yapardık” diyor. Şahinkaya ise “biz kurucu güçüz sizler bizi yargılayamazsınız” diye meydan okuyor. Evren ve Şahinkaya, davanın göstermelik olduğunun farkındalar ve her şeyi çıkarlarını korudukları sınıf adına yaptıklarını savunmaya devam ediyorlar.
Onlar, 1977’den itibaren işçi sınıfına ve onunla bağlantılı olarak bütün muhaliflere yönelik her türlü terörü tam bir sınıf kiniyle hayata geçirdiler. Onların kurduğu askeri diktatörlük uluslararası sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin tam desteğini aldı. Vazifelerini tamamladıktan sonra da yerlerini burjuvazinin sivil temsilcilerine bıraktılar.
Darbenin nedeni ise açıktı: “ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher hükümetleri, liberal politikaların hayata geçirilmesi ve bunun için işçi sınıfının örgütlü direncinin kırılması mücadelesinin başlıca temsilcileriydi. Türkiye’de ise liberal ekonomiye geçiş ve küresel ekonomiye eklemlenmeyi hedefleyen bu programın temeli Turgut Özal’ın altında imzasının bulunduğu 24 Ocak kararları ile atıldı. Ancak patronlar yeni ekonomik düzeni, bütün örgütleri atomize edilmiş bir işçi sınıfının yenilgisi üzerinden kurabileceklerini biliyorlardı ve mevcut hükümetlerin bu kararları uygulamaya sokabilecek güçleri yoktu. Bizzat dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi patronların ve uluslararası sermayenin isteği doğrultusunda 12 Eylül 1980 darbesi yaşandı. Özelleştirmeler, esnek üretim, taşeronlaştırma…
TÜSİAD’ın, o zamanki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) ve Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu’nun (TİSK), yani patron örgütlerinin, gazetelerde boy boy verdiği ilanlarla darbeye verdiği destek, Vehbi Koç’un Kenan Evren’e mektubu, ABD’nin “our boys have done it” (bizim çocuklar yaptı) sözü darbenin arkasındaki ulusal ve uluslararası sermayeyi çok açıkgözler önüne seriyordu. Bugün ise aynı ulusal ve uluslararası sermaye 12 Eylül’ü yargılamaya ve 12 Eylül Anayasası’nı değiştirmeye çabalıyor. İşte karikatürdeki gerçek…” [1]
Bu karikatürdeki gerçek, burjuva sınıfının tüm ideolojik hegemonya araçlarıyla gizlenmektedir. Bu haliyle, egemen sınıf kendi çıkarlarını koruyor ve bu ortada. Ama bir de, bu gizleme ve yanılsamalar yaratma çabasına soldan destek olanlar var. Onlar, AKP hükümeti iktidara geldiğinden beri, onun hakkında demokratik yanılsamalar yayma noktasında kararlı bir tavır sergilediler ve hala da sergiliyorlar.
12 Eylül referandumuna “demokratikleşeceğiz, işçi sınıfına haklar veriliyor” diyerek evet çağrısı yapan, aralarında kendisini “Marksist” ve “Troçkist” olarak tanımlayanların da olduğu küçük burjuva solu, dizginsizce yükselen gericilik dalgası karşısında kendi muhasebelerini yapamayacak kadar bataklığa saplanmış durumda.
İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinin yükselişe geçmek bir yana söz konusu bile olmadığı koşullarda, siyasi iktidarın demokratikleşme yönünde adımlar attığını ve işçi sınıfına haklar verdiğini söylemek en basit ifadesiyle burjuvaziye teslim olmak demektir. İşçi sınıfının durumuyla beraber, belirleyici bir öğe de dünya ve bölgenin içine girdiği kriz ve altüst koşullarıydı.
Bugün de, AKP hükümetinin denetiminde olan yargının, 12 Eylül darbesinin uygulayıcısı iki generali gerçek bir şekilde yargılaması bekleniyor. Ama AKP iktidarı döneminde yargı –geçmişte de olduğu gibi- gerçekte kime hizmet ediyor? Cezaevlerinin binlerce devrimci ve Kürt siyasi tutuklu ve hükümlüyle dolu olduğu, Sivas Katliamı davasının göz göre göre zaman aşımına uğratıldığı, Hrant Dink cinayetinin üstünün örtüldüğü, Uludere-Roboski katliamının üstünün örtülmeye çalışıldığı bir ülke ve onun iktidarından söz ediyoruz. Bunlara zaman aşımına uğratılan işkence-siyasi cinayet davaları, sürdürülen işkence, 100’ü aşkın “faili meçhul” ve 400’ü aşkın yargısız infazı da eklemek gerekiyor.
Darbenin uygun koşullarını yaratmanın egemen sınıf için bir ihtiyaç olmadığı son on yıllık dönemde, her kimlikten işçi ve emekçilere yönelik saldırılar hatırlandığında, “bir daha darbe olmayacağı” hayali de boşa düşmektedir. Aksine, burjuvazi bugün Türkiye de dahil dünyanın her yerinde kapitalizmin krizini aşmak ve iktidarını sürdürmek için her türlü yola başvurmanın hazırlığını yapıyor.
Darbelerin önlenmesinin tek yolu, anayasaya önleyici bir madde koymak ya da İç Hizmet Kanunu’nda değişiklik yapmak değil; işçi sınıfının devrimci kitlesel mücadele yoluyla burjuva egemenliğine son vermesidir. Darbecilerin yargılanmasına örnek olarak gösterilen Yunanistan, İspanya, Arjantin ve Şili’de, kısmen de olsa hesap sorulabilmesi yönünde bir adım atılmasını sağlayan da işçi sınıfının kitlesel mücadelesiydi. Fakat bu ülkelerin hiçbirinde, darbe tehlikesi ortadan kalkmış değil. Unutmayalım ki, daha geçtiğimiz yılın bu günlerinde Yunanistan’da bir darbe olasılığı söz konusuydu. Kapitalist kriz ve emekçi direnişinin devrimci bir önderlikten yoksun şekilde yükselmesi olasılığı, önümüzdeki dönem de bu ihtimalin giderek artacağının işaretleridir.
Bugün oynanan ve darbenin tüm sorumluluğunun yalnızca generallerde olduğu izlenimini yayan “12 Eylül darbesini yargılama” tiyatrosu, işçi sınıfı davaya doğrudan müdahil olmadığı/olamadığı için, göstermelik bir dava olarak kalacak; bu iki darbeci generalin göstermelik bir ceza alması durumunda bile, burjuva medya eliyle yaratılan reformist-liberal yanılsamaları körüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
12 Eylül 1980 darbesi ve askeri diktatörlük, dönemin sınıf mücadeleleri içinde burjuvazinin başvurmak durumunda kaldığı son çareydi ve bu burjuva “çözüm”, 12 Eylül 1980 öncesinde, sırasında ve sonrasında, sosyal demokrat ve Stalinist siyasi ya da sendikal önderliklerin katkısıyla yaşama geçirilebilmişti. Bu önderliklerin günümüzdeki kalıntıları, işçi sınıfının kapitalizme karşı uluslararası devrimci kitlesel seferberliğine ve mülk sahibi sınıflardan bağımsız siyasi örgütlenmesine engel olarak, sermayeye hizmet etmeye devam ediyorlar. Sözkonusu siyasi ve sendikal örgütlenmelerin işçi sınıfı üzerindeki etkisi sürdükçe, 12 Eylül darbesiyle gerçek bir hesaplaşma ya da gelecekteki olası darbeleri önlemek mümkün olmayacaktır.