Uluslararası mali sermaye ve Fransa’daki grevler

François Holland’ın Sosyalist Parti hükümetinin Fransız devlet güçlerini grevci petrol rafinerisi işçilerine ve diğer işçilere karşı seferber etmesi, uluslararası mali sermaye temsilcilerinin Fransız ve Avrupa işçi sınıfına karşı uzun süredir talep edilen bir saldırısının öncüsüdür.

Uluslararası Para Fonu (IMF), Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve diğer mali kuruluşlar, 2008’deki küresel mali krizden ve özellikle, 2012’deki avro krizinden ve çift dipli durgunluğun ikinci evresinden beri, örtülü bir şekilde “yapısal reformlar” olarak tanımlanan şeyin uygulanmasını talep ediyorlar. Gerçek gündem, Fransız ve bir bütün olarak Avrupa kapitalizminin karlılığını yükseltmektir.

“Yapısal reform”, işten atmaya karşı yasal korumaları rafa kaldıracak; işsizlik ödeneğini kesecek ve hükümetin sosyal hizmet harcamalarını kısacak şekilde, patronların istediği zaman işe almasının ve istediği zaman işten atmasının önünü açarak işçi sınıfının koşullarına vahşice saldırmayı hedeflemektedir.

Polis Marsilya’daki grevci petrol rafinerisi işçilerine saldırmak için getirilirken, IMF, Fransa’daki ekonomi politikası önlemleri için en son reçetelerini ortaya koydu. Önlemler, emek piyasası “esnekliği”ni arttırma ve emeklilik maaşları ile diğer sosyal hizmetleri kısma tekniklerine odaklanıyordu.

IMF, grevlerin odak noktası olan El Khomri iş yasasının uygulanması, “şirket düzeyindeki anlaşmaların kapsamını arttıran ve işten çıkarmalara ilişkin hukuki belirsizlikleri azaltan, ileriye doğru bir adım” olacak, diyor ve ancak daha fazlasının yapılması gerektiğinde ısrar ediyordu.

Başka bir ifadeyle, ulusal ücret ve çalışma koşullarına yön veren düzenlemeler hiç durmadan 1930’larda ve ötesinde hüküm süren koşullara düşürülmeli ve şirketlerin işe alma ve işten atma gücünün önündeki yasal engeller kaldırılmalıdır. Bu, Hollande hükümetinin şu anda devlet gücüyle dayatmaya çalıştığı gündemdir.

Fransa’nın emek piyasasını küresel ekonomideki gelişmelere “daha az uyarlanabilir” kılan etkenleri ortaya koyan IMF, “görece yüksek asgari ücret”in yanı sıra, “700’ü aşkın dalda merkezileştirilmiş toplu iş sözleşmeleri; işten çıkarmalara ilişkin uzun ve belirsiz hukuki prosedürler; işsizlik ve refah ödeneklerine görece kolay erişim”i örnek olarak gösteriyordu.

Diğer başlıca talep, IMF’nin, “Fransa’nın mali zorluklarının kalbinde” olduğunda ısrar ettiği hükümet harcamalarında bir azalma yönünde. O, “hükümetin her düzeyinde, ücret faturasını azaltmaya yardım edecek ücret birikintisi”ni sınırlama, emeklilik yaşını arttırarak emeklilik maaşlarında bir indirim, sosyal yardımlar için mali durum araştırmasının genişletilmesi ve maliyetleri azaltmak için hastane hizmetlerinin akılcılaştırılması çağrısında bulundu.

Bu saldırı, küresel ekonominin ve uluslararası mali sistemin derinleşen çöküşünde son derece önemli bir dönüm noktasında gelmektedir. 2012’den ve AMB başkanı Mario Draghi’nin avronun çöküşünü engellemek için “her ne gerekiyorsa” yapma taahhüdünden bu yana, merkez bankası, mali sisteme trilyonlarca avro pompalayan bir “parasal genişleme” politikası izlemiştir.

Bu önlemler, reel ekonomiyi canlandırmak için hiçbir şey yapmamıştır. Onların tek etkisi, toplumsal eşitsizliğin durmadan genişlemesine yol açacak şekilde, mali piyasalarda spekülasyonu teşvik etmek olmuştur. Ekonomik büyümenin itici gücü olan reel ekonomideki yatırım, 2008 öncesindekinden yaklaşık yüzde 25 aşağıda kalmaya devam ediyor ve avro bölgesi ekonomisinin büyük kısmı, sekiz yıl önce ulaşmış olduğu üretim seviyelerine dönmüş değil.

AMB’nin bu yılın başında negatif faiz oranlarını başlatması da, aynı şekilde, herhangi bir ekonomik canlanma getirmekte başarısız olmuştur. Gerçekte, onların uygulaması ve Japonya Merkez Bankası’nın benzer hamleleri, yalnızca, büyük güçler arasında -durgun bir dünya ekonomisinde pazarlar ve karlar uğruna mücadele ettikleri için- büyüyen gerilimlerin ortasında, küresel mali piyasaların istikrarsızlığına katkı yapmıştır.

Draghi, bitmek bilmeyen ucuz nakit arzlarıyla bankaların ve mali kurumların taleplerine uyum sağlarken, bizzat bu önlemlerin kendisinin, Avrupa kapitalizminin rakiplerine karşı yoğunlaşan küresel ekonomik mücadelede konumunu sürdürmeye yeterli olmadığının son derece bilincinde olmuştur. Egemen mali seçkinlerin bakışıyla, 1930’ların faşizm deneyimlerinin ardından toplumsal devrim tehdidini atlatmak için uygulamaya konmuş olan tüm savaş sonrası sosyal hizmetler ve düzenlemeler sistemi Avrupa’yı rekabet dışı yapmıştır ve artık imha edilmelidir. Bu, “yapısal reformlar” talebinin esas içeriğidir.

Draghi, Mayıs 2015’te bu konu üzerine bir konuşmasında, AMB başkanı olmasından beri her basın toplantısında, giriş niteliğindeki sözlerini, “Avrupa’da yapısal reformu hızlandırma çağrısıyla” bitirmiş olduğunu belirtti. Bu, üretkenliği yükseltecek ve “fiyat ve ücret esnekliği”ni arttıracak, yani, karlılığı yukarıya itecek.

Egemen seçkinlerin bakış açısından, bu görevin artan aciliyeti, Nisan ayında yayımlanan AMB Yıllık Raporu’nda vurgulanıyor. Rapor, mevcut politikaların işe yaradığı iddiasının ardından, 2016’nın, merkez bankası için “sıkıntı verici bir yıl” olacağını belirterek özünde bu değerlendirmeyi yalanlıyordu: “Küresel ekonominin görünümü hakkında belirsizlikle karşı karşıyayız. Devam eden deflasyonist güçler karşısındayız. Ve biz, Avrupa’nın gidişatına ve onun yeni şoklara karşı direncine ilişkin sorularla yüz yüzeyiz.”

Yani, küresel ekonomik çöküşün başlamasından neredeyse sekiz yıl sonra, ufuktaki bir “ekonomik toparlanma”dan ziyade, küresel sermayenin karşı karşıya olduğu durum kötüleşiyor.

Bu derinleşen ekonomik kriz, aynı 1930’lardaki gibi, Fransa’daki ve dünya genelindeki egemen sınıfları, işçi sınıfına karşı yenilenmiş bir şiddetli saldırı ve içeride demokratik haklara yönelik saldırılar ile birlikte, savaşa ve militarizme yönlendiriyor. Bu yüzden, Fransa’da ortaya çıkan şey, küresel yön ve eğilimlerin en keskin ifadesidir.

Bunun önemi, yalnızca, onu geçtiğimiz çeyrek yüzyıllık tarihin bağlamı içine yerleştirerek bütünüyle anlaşılabilir.

Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çöküşü, burjuvazi ve onun siyasi temsilcileri tarafından “sosyalizmin ölümü” ve piyasanın “zafer”i olarak selamlanarak bir zafer gösterisi dalgasıyla karşılanmıştı. Bu, bütün küçük-burjuva sahte sol örgütlerin verdiği karşılıkta yansıtılan bir tepkiydi ki onlar, her zamankinden daha derinlemesine, kapitalist devlet ve onun siyaset kurumu yapılarına entegre oldular.

Sovyetler Birliği’nin tasfiyesinin, sosyalizmin ölümü değil, aksine, Stalinizmin ve onun ulusalcı “tek ülkede sosyalizm” programının küreselleşmiş üretimin etkisi altında çöküşü olduğunu ve bunun yeni bir kapitalist denge kurması şöyle dursun, dünyanın yeni bir savaş ve devrim dönemine girmiş olduğunu, yalnızca Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) açıklamıştı.

Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, işçi sınıfında hatırı sayılır derecede bir yönelim bozukluğuna neden oldu. Ama DEUK’un saptadığı ana eğilimler artık yüzeye çıkıyor ve bunlar, sınıf mücadelesinin yeniden canlanmasına yol açmış durumda. Önemli acil görev, Avrupa genelindeki işçi sınıfının, Hollande hükümetine ve onun arkasındaki mali seçkinlere karşı mücadelesinde Fransız işçilerini desteklemek üzere hareket geçmesidir. Bu hareket, siyasi iktidar uğruna mücadeleye ve bu mücadeleye önderlik edecek devrimci parti olarak DEUK’un inşasına yönelik uluslararası sosyalist bir perspektifle silahlanmalıdır.

25 Mayıs 2016

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir