İnsanlık, bir dünya savaşına, en az Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesindeki kadar yakın. ABD’nin Suriye hükümetine füze saldırısında bulunması, Afganistan’a nükleer olmayan en büyük silahı atması ve Kuzey Kore’ye saldırmaya hazırlanması sadece son bir ay içinde yaşananlardı. Büyük güçler arasında tüm insanlığı ve gezegeni tehdit eden bir nükleer savaş riski, hiç olmadığı kadar arttırmış durumda. Bu, işçi sınıfının önünde duran en acil görevin, savaşa karşı uluslararası bir mücadele olduğu anlamına gelmektedir.
Bu uluslararası savaş yöneliminin Türkiye’deki parçası olarak açık bir diktatörlük kurmayı amaçlayan anayasa değişikliği teklifi -“hayır” kampanyasına yönelik yoğun devlet baskısına ve yaygın seçim usulsüzlüklerine rağmen- referandumda küçük bir farkla kabul edilmesinin ardından, AKP iktidarının Türkiye ve Ortadoğu işçi sınıfına yönelik saldırıları da yeniden tırmanıyor.
İktidarın, bir yıla yaklaşan olağanüstü hal altında, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu derin krizin faturasını işçilere çıkarmaya yönelik adımlarına (işsizlik sigortası fonunun yağmalanması, BES soygunu, kıdem tazminatının gasp edilmesi hazırlığı, iş güvencesinin bütünüyle ortadan kaldırılması, çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleştirilmesi vb.), Türk ordusunun Irak’taki ve Suriye’deki askeri operasyonlarının yoğunlaşması eşlik ediyor.
Savaş ve diktatörlük gündemini ilerletmeye yönelik bu adımlar, referandumda beklediği zaferi elde edemeyen iktidarın, hem içeride hem de uluslararası alanda köşeye sıkışmakta olduğunun ifadeleridir. Referandumun ardından patlayan sınırlı ve işçi sınıfından kopuk protestolar, burjuva “hayır” kampanyasının önderliği (CHP ve HDP) tarafından yatıştırılmış olsalar da, ilk kıvılcımla -işçi sınıfını da kapsayacak şekilde- büyük bir güçle açığa çıkabilecek bir tehdit olmaya devam ediyorlar.
Öte yandan, referandum öncesindeki devlet baskısı ve yaygın oylama usulsüzlükleri, Ankara’nın Avrupalı müttefiklerinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı üzerindeki baskılarını arttırmasına yeni bir gerekçe sağlamış durumda.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 25 Nisan’da Türkiye’yi 13 yıl sonra yeniden siyasi gözlem altına alma kararı ve Türkiye’nin AB ile üyelik görüşmelerinin dondurulması yönünde artan talepler, Ankara ile Avrupalı müttefikleri arasında tırmanan gerilimin ifadesidir.
Dahası, Washington’dan gelen eleştirel sesler eşliğinde, Erdoğan’ın Trump yönetimine ilişkin hayalleri çökerken, iktidarın Nisan ayı başında Suriye hava üssüne yönelik ABD füze saldırısına verdiği “tam” desteğin ardından, Ankara ile Moskova arasındaki ilişkiler de soğuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP iktidarı, Avrupalı müttefiklerinin Ankara’yı köşeye sıkıştırma yönündeki adımlarına popülist açıklamalarla rest çekerken, Washington ve Moskova karşısında oldukça dikkatli ve ılımlı bir dil kullanmaya dikkat ediyor.
Bununla birlikte, AKP iktidarının, büyük güçler arasındaki çatışmalardan yararlanarak “kendi” gerici ve militarist gündemini ilerletmeyi amaçlayan hamleleri, sürdürülebilir olmadığı gibi, Türkiye ve tüm Ortadoğu halkları için, bölgesel bir savaşa, hatta bir dünya savaşına yol açabilecek son derece yıkıcı sonuçlar içermektedir.
ABD’nin ve Avrupalı emperyalistlerin Erdoğan’a ve AKP iktidarına yönelik tavrının ardında herhangi bir “demokratik” kaygı yatmamaktadır. Mısır’dan Suudi Arabistan’a ve Körfez krallıklarına kadar tüm gerici diktatörlüklerin ve Türkiye’de düzenlenmiş bütün askeri darbelerin destekleyicisi olan emperyalist devletler, yalnızca, Ankara’da, kendi küresel çıkarlarına hizmet edecek uysal bir iktidar görmek istiyorlar. Erdoğan ve AKP, tam da böyle bir görünüm sergilediği için, emperyalistler tarafından, iktidardaki ilk 10 yılı boyunca coşkuyla desteklenmişti.
Ancak emperyalist sistemin nesnel dinamikleri, Washington’ın Ortadoğu’daki rejim değişikliği operasyonları, AB’nin derinleşen krizi, Mısır Devrimi ve Suriye’deki iç savaş, Ankara ile NATO’daki müttefikleri arasındaki ilişkileri ciddi biçimde sarstı.
Egemen sınıfın, ABD’nin Suriye politikasının kendisi için bir tehdit oluşturduğunu hisseden Erdoğan önderliğindeki kesiminin Çin’e ve Rusya’ya yakınlaşmayı da içeren yeni bir yönelim benimsemesi, batılı müttefiklerinin gözünde, Ankara’yı “stratejik ortak” konumundan çıkartıp “güvenilmez müttefik” haline getirdi.
TBMM’deki bütün partileri kapsayan “yeni anayasa” görüşmelerinin ve PKK ile iktidar arasındaki sözde “barış süreci”nin çökmesi, “FETÖ” operasyonları, ABD-Almanya destekli 15 Temmuz darbe girişimi ve 16 Nisan anayasa referandumu, bu uluslararası gelişmelerin, yani emperyalist savaş ve diktatörlük eğiliminin iç politikadaki yansımalarıdır.
Washington’dan ve AB’den gelen baskıların artması, AKP iktidarını diktatörlük ve savaş yöneliminden uzaklaştırmak ve “demokratik” ödünler vermeye zorlamak şöyle dursun, tam tersi sonuçlar doğuracaktır. Ankara’daki egemen seçkinlerin diktatörlük ve savaş yönelimine daha fazla sarılmaktan başka bir çaresi bulunmuyor ve 16 Nisan referandumundan bu yana yaşananlar (hem içeride hem de Irak ve Suriye’de tırmanarak sürmekte olan askeri operasyonlar, OHAL’in üç ay daha uzatılması kararı vb.) bunun göstergesidir.
AKP iktidarının diktatörlük ve savaş yönelimine karşı mücadele, Ankara’nın emperyalist müttefikleri ya da onların Erdoğan üzerindeki baskısına bel bağlayan burjuva “hayır” önderlikleri tarafından verilemez. CHP, HDP ve onların kuyruğundaki sahte sol, en az AKP kadar emperyalizm yanlısıdır. Onlar, ABD emperyalizmi önderliğinde 25 yıldır sürmekte olan egemenlik ve rejim değişikliği savaşlarını destekliyor; milyonlarca insanın öldürüldüğü ve toplumların harabeye çevrildiği bu emperyalist barbarlığa “insan hakları ve demokrasi” makyajı yapmaya çalışıyorlar.
Emperyalizmin küresel savaş yönelimine cepheden karşı çıkmayan burjuva muhalefet partilerinin ve onların sahte solcu izleyicilerinin, bu uluslararası yönelimin içerideki yansıması olan diktatörlük eğilimine karşı durması ve demokrasiyi savunması mümkün değildir. Emperyalist savaşlara karşı çıkmaksızın diktatörlüğe karşı mücadele edilemez.
Benzeri bir durum, sendikalar için de geçerlidir. Sendikaların önemli bir kesimi iktidarın Ortadoğu’daki savaş kışkırtıcısı politikalarının ve diktatörlük gündeminin arkasında hizaya geçmişken, burjuva muhalefetinin “işçi-emekçi kolu” işlevi gören daha güçsüz kesimi, aynı işlevi, sahte bir “barış ve demokrasi” söylemi eşliğinde yerine getiriyor.
Onların ortak noktası, toplumda, özellikle de işçi sınıfı içinde yükselmekte olan muhalefeti emperyalist sistemin sınırları içinde tutmak; bütün burjuva partilerden bağımsız, enternasyonalist sosyalist bir işçi hareketinin doğmasını engellemektir.
İktidardan muhalefet partilerine ve sendikalara kadar tüm kapitalist düzen cephesi, insanlığın yeni bir dünya savaşı uçurumuna sürüklenmesine suç ortaklığı yapmaktan başka bir çözüme sahip olmadığını kanıtlamıştır. Ancak tehlike son derece gerçek ve onu tek bir güç durdurabilir: uluslararası işçi sınıfı.
100. yılını kutladığımız 1917 Rus Devrimi’nde doğrulanan bu gerçeğin bugün yeniden hayat bulması için, sosyalist enternasyonalist bir program temelinde savaş karşıtı uluslararası bir işçi sınıfı hareketinin inşa edilmesi gerekmektedir. Dünyada sadece Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) tarafından savunulan bu biricik çözüm, Türkiye’de Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) inşası anlamına gelmektedir.
27 Nisan 2017