Basında yer alan haberlere göre, Türk ordusu, dün gece, Suriye’nin Afrin bölgesindeki Şedya’da ve Surki’de bulunan Kürt milis gücü YPG’ye ait önceden belirlenmiş hedefleri vurmaya başladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “bir gece ansızın gelebiliriz” sözleriyle uzun süre önce açıklanmış olan bu saldırı şimdilik topçu atışları biçiminde ama onun bir işgal biçiminde devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Rusya Federasyonu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Gerasimov ile Türk savaş uçaklarının Suriye hava savunma sistemi tarafından tehdit edilmeden harekata katılabilmesini ve başka teknik askeri ayrıntıları görüşmek üzere Moskova’ya uçtu.
Pentagon’un, “Sınır Güvenliği Gücü” adı altında, asıl olarak Suriyeli Kürt milislerden oluşacak 30 bin kişilik bir ordu kurma planını açıklaması, Ankara ile ABD arasında zaten iyice artmış olan gerilimlere yeni bir ivme kazandırdı. Bununla birlikte, Afrin’e yönelik saldırının bu karar ile bir ilişkisi bulunmuyor. Yalnızca Afrin değil ama Fırat Nehri’nin doğusundaki Kobani bölgesi ile olan sınıra da yığınak yapmış olan Türk Silahlı Kuvvetleri, aylardır, Suriye’deki Kürt bölgelerine girmeye hazırlanıyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının ve medyanın göstermeye çalıştığının tersine, bu saldırının Türkiye, Suriye ve Ortadoğu halklarının çıkarlarıyla ya da “emperyalizm karşıtlığı” ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Resmi gerekçesi Suriye’nin kuzeyinden “Türkiye’ye yönelik saldırılar ve terör tehdidi” olan bu operasyon, Suriye’deki Beşar Esad yönetimini devirmek amacıyla beş yıldan uzun süre önce ABD’nin önderliğinde başlatılmış olan vekil savaşının devamıdır.
Suriye’deki vekil savaşının doğrudan iki amacı vardı. Bunlardan birincisi, Tunus’taki ve Mısır’daki ABD yanlısı diktatörlükleri deviren halk hareketlerinin tüm Ortadoğu’ya yayılmasını engellemek; ikincisi, Rusya’nın ve İran’ın başlıca müttefiki olan Beşar Esad yönetimini devirmek. Bu savaş, daha genel bir bağlamda, hızla yitirdiği küresel ekonomik üstünlüğünü askeri yöntemlerle korumaya çalışan ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’nin Stalinist bürokrasi tarafından dağıtılmasından hemen önce başlattığı Ortadoğu savaşlarının ve Rusya ile Çin’i kuşatıp parçalamayı amaçlayan küresel stratejik hesaplarının bir parçasıdır.
Washington’ın, başlangıçta asıl olarak El Kaide bağlantılı olanlar da dahil İslamcı vekil güçler üzerinden başlattığı ve ardından Suriyeli Kürt milliyetçisi önderlikleri ön plana çıkarttığı bu savaşının başlıca suç ortakları, ABD’nin NATO’daki ortakları ve Ortadoğu’daki müttefikleriydi. Bunların başında da AKP iktidarı geliyordu.
Dolayısıyla, Ankara’daki yöneticilerin, Türkiye’yi, tüm Suriye toplumunu yıkıma uğratan, yüz binlerce sivilin ölümüne ve milyonlarca insanın sığınmacı konumuna sürüklenmesine yol açan bu rejim değişikliği operasyonunun bir kurbanı ya da mağduru gibi göstermesi, tam bir ikiyüzlülüktür.
Benzeri bir durum, AKP iktidarının emperyalizme karşı savaşıyor olduğu yalanı için de geçerlidir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, bir süredir, NATO’nun emperyalist patronlarının hedef tahtasına yerleştirildiği ve doğrudan Washington–Berlin destekli bir darbe girişiminin hedefi olduğu doğrudur. Bununla birlikte, Erdoğan ve siyasi yol arkadaşları, halk kitlelerinin direnişi sonucunda yenilgiye uğratılmış olan 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından bile, ABD’nin ve Avrupalı güçlerin “FETÖ’nün oyununa geldikleri” komik iddiasını sürdürerek, emperyalist devletlerin darbedeki asli rolünü örtbas etmeye ve onlarla uzlaşmaya çalışmıştır.
Bizzat 15 Temmuz darbe girişimi, ABD önderliğinde Suriye’de başlatılan kanlı rejim değişikliği savaşı ile bağlantılıydı. Erdoğan’ın ve AKP iktidarının en ateşli katılımcı olarak yer aldığı bu savaş, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı barbar örgütün ortaya çıkmasının koşullarını yaratır ve Esad yönetiminin müttefiki Rusya ile İran’ı doğrudan içine çekerken, Ankara ile onun NATO’daki emperyalist müttefikleri arasındaki ilişkileri de derinden sarstı.
Bu süreçteki kritik nokta, Washington’ın ve Avrupalı emperyalistlerin, vekil güç olarak, belkemiğini İslamcı güçlerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) yerine, Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) geçirme kararı olmuştur. PKK ile sıkı ilişki içinde olan Suriyeli Kürt milliyetçisi önderliğin (PYD/YPG) baskın olduğu SDG, onu varoluşsal bir tehdit ilan eden ve ÖSO’nun vekil güç olarak kullanılmasındaki ısrarını sürdüren AKP iktidarını NATO’daki emperyalist müttefiklerinden uzaklaştırdı. Ankara, Washington’ın hedef tahtasına yerleştirdiği Rusya ve İran ile aynı eksene kayarken, onun ittifak içindeki varlığı bizzat NATO tarafından sorgulanmaya başlandı.
Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığının son döneminde Rusya ile savaşın eşiğine gelmiş ve Moskova’nın ağır ekonomik yaptırımlarıyla karşılaşmış olan Ankara, Erdoğan’ın onu başbakanlıktan ve AKP başkanlığından uzaklaştırmasının ardından, kuzeydeki komşusu ile sıkı ekonomik, askeri ve siyasi işbirliğine yöneldi. Bu yönelimin en çarpıcı ifadeleri, Rusya, Türkiye ve İran önderliğinde, ABD’nin dışlandığı bir “barış süreci” olarak Astana görüşmelerinin başlatılması ve bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin resmen ilan edilmemiş düşman konumundaki Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alması oldu.
Afrin bölgesine yönelik topçu atışları ile başlayan saldırı, hedefteki PYD/YPG’nin arkasında duran Washington ile Ankara arasında yeni bir gerginlik yaratmakla kalmamakta; TSK’nin, bu örgütlerin denetimindeki bölgelerde bulunan 2.000 dolayında Amerikan askeri ile çatışmaya girme olasılığını da arttırmaktadır. Öte yandan, yaklaşan bir Türk istilası ve hava saldırıları, Suriye’nin kuzeyine doğru ilerlemeyi sürdüren rejim güçleri ile Türk birliklerinin karşı karşıya gelebileceği başka çatışma noktaları da yaratacaktır ki bu, Şam ve Moskova ile Ankara arasında, en az birincisi kadar öngörülemez sonuçlara yol açacak bir durumdur. Suriye’nin kendi hava sahasına giren Türk uçaklarını yok etmeye hazır olduğunu ilan etmesi bunun en açık ifadesidir.
Gelişmelerin seyri ne yönde olursa olsun, dün gece topçu saldırısıyla başlayan Afrin operasyonu, tüm Ortadoğu’nun yeni bir çatışmaya sürüklenmesi riskini arttırmaktadır.
Durum böyle iken, AKP’nin savaş tezkerelerini zaten desteklemiş olan CHP bir yana, burjuva ve küçük burjuva muhalefetten (Kürt milliyetçileri ve sahte sol), iktidarın savaş yönelimine hiçbir ciddi karşı çıkış söz konusu değil.
Dahası, bütün bu burjuva ve küçük burjuva önderlikler, Türk ve Kürt milliyetçiliğini körükleme konusunda el ele vermiş bir şekilde, işçi sınıfını ve gençliği, yalnızca emperyalizmin ve yerel egemenlerin çıkarlarına hizmet ettiği kanıtlanmış olan gerici ve yağmacı bir savaşta ölmeye ve öldürmeye hazırlıyorlar.
Böylece, banka ve şirket sahiplerinin işçi sınıfına en azgın sömürü koşullarını dayatması, önceki on yıllar içinde kazanılmış sosyal ve demokratik hakları en son kırıntısına kadar ortadan kaldırması, işçilerden patronlara büyük bir servet aktarımını gerçekleştirmesi ve toplumsal karşıdevrimi ilerletmesi için gerekli tüm koşullar sağlanmaktadır.
Egemen sınıfın ve AKP iktidarının militarizm ve savaş gündemi, içeride asıl olarak işçi sınıfı tehdidine karşı inşa edilen diktatörlük yönelimine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. İşçi sınıfı ve gençlik içinde hızla yükselen toplumsal muhalefetin ve bunun işaretlerinin farkında olan hükümet, bu sınıfsal öfkeyi milliyetçilik ve savaş üzerinden dışarıya yöneltmeye çalışıyor.
İnsan soyunun ezici çoğunluğunu oluşturan işçilerin ve gençliğin şunu kavraması gerekiyor: Dünyayı yeni bir savaşa sürükleyen bu gelişmelerin altında, kapitalizmin, küreselleşmiş üretim ile dünyanın, tüm ilerici karakterini yüz yıldan uzun süre önce yitirmiş olan ulus devletlere bölünmüşlüğü arasındaki temel çelişkisi yatmaktadır.
ABD emperyalizminin Avrupalı müttefiklerinin ve bölgedeki gerici rejimlerin desteğiyle genel olarak Ortadoğu’da başlatmış olduğu ve şimdi Suriye’de sürmekte olan savaşlar, insanlığın karşı karşıya olduğu sorunların hiçbirinin “ulusal” zeminde çözülemeyeceğini kanıtlamaktadır. Buna, yeni “ulus devlet”lerin kurulması da dahildir.
Toplumsal Eşitlik, işçi sınıfını ve gençliği, Afrin operasyonu ile başlayan yeni sürecin içerdiği yaşamsal tehlikeler karşısında uyarmakta; emperyalizm ve savaş karşıtı bir hareket inşa etmeye çağırmaktadır. Bu savaş karşıtı hareket, savaşın nedeni olan kapitalist sisteme karşı enternasyonalist sosyalist bir perspektif temelinde; savaşlara nihai olarak son verebilecek tek toplumsal güç olan uluslararası işçi sınıfı ekseninde yükselmelidir. Bu, savaşa karşı dünya çapında böyle bir hareket inşa etmeye çalışan tek örgüt olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Türkiye ve Ortadoğu şubeleri olarak Sosyalist Eşitlik Partilerinin inşasına ayrılmaz bir şekilde bağlı olmalıdır.
Ortadoğulu işçiler ve gençlik, emperyalistlerin ve yerel egemen sınıfların bölgeyi yeniden paylaşma girişiminin ifadesi olan savaşlara, yüzyılı aşkın süre önce yine emperyalistler tarafından çizilmiş olan yapay sınırları yenileyerek değil; onları ortadan kaldırma uğruna mücadele ederek yanıt vermelidirler. Bu, Amerika ve Avrupa işçi sınıfı ile birlikte savaşa karşı ve dünya sosyalizmi uğruna mücadelenin bir parçası olarak inşa edilecek Ortadoğu Sosyalist Federasyonu demektir.