Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) Tarihsel ve Uluslararası Temelleri – Bölüm 4

İkinci Dünya Savaşı’nın Patlaması ve Troçki’nin Son Mücadelesi

72. Ağustos 1939’da Stalin-Hitler Antlaşması’nın imzalanması ve ardından İkinci Dünya Savaşı’nın patlaması, ABD’deki Sosyalist İşçi Partisi (SWP) içinde siyasi bir krize yol açtı. [47] Max Shachtman, James Burnham ve Martin Abern önderliğindeki hizip, Sovyetler Birliği’nin artık bir işçi devleti olarak adlandırılamayacağını öne sürüyordu. Onlar, Sovyet devletinin sınıf karakterine ilişkin tanımlamalarındaki bu değişikliğin ardından (Burnham, SSCB’yi, artık, “bürokratik ortaklaşacı” olarak tanımlıyordu), Dördüncü Enternasyonal’in bir savaş durumunda SSCB’nin savunusu için çağrı yapmaması gerektiğini belirttiler.

73. Troçki, Stalinist rejimin “bürokratik ortaklaşacı” -sömürücü toplumun Marksizm tarafından öngörülmemiş yeni ve daha önce rastlanmadık bir biçimi- olarak tanımlanmasının kapsamlı siyasi ve tarihsel sonuçları olduğu yanıtını verdi. Söz konusu olan, son tahlilde, bizzat Marksist projenin tarihsel geçerliliğiydi. Burnham’ın daha sonra Shachtman tarafından benimsenen tezinin altında, işçi sınıfının devrimci bir toplumsal güç olarak gücünü tüketmiş olduğu öncülü yatıyordu. Modern toplumun gelişmesi, uluslararası işçi sınıfı devrimi temelinde ulaşılacak sosyalizm yönünde ilerlemiyor; bunun yerine, toplumun yönetici seçkinler tarafından denetlenip yönlendirildiği bir “bürokratik ortaklaşacılık” biçimi doğuyordu. Eğer Burnham’ın yaklaşımı doğruysa, buradan, Marksizmin modern tarihsel süreçleri yanlış biçimde kavradığı ve işçi sınıfına devrimci bir rol atfetmekte yanılmış olduğu sonucu çıkardı. Ancak Burnham’ın revizyonist perspektifi, Sovyetler Birliği bir yana, modern kapitalist toplumun ekonomik temellerine ve toplumsal dinamiklerine ilişkin maddeci bir çözümlemenin ürünü olmaktan çok, bir umutsuzluk çığlığı idi. Burnham ile Shachtman, 1920’lerin ve 1930’ların yenilgilerinden, sosyalist devrimin olanaksız olduğu sonucunu çıkarmışlardı. Troçki, bu izlenimci ve kötümser düşünceyi reddetti. O, Dördüncü Enternasyonal’in, Marksizmin devrimci yaklaşımını savunduğunu yazdı ve işçi sınıfının yaşadığı yenilgilerin, onun kitlesel örgütlerinin siyasi ihanetlerinin ürünü olduğunu belirtti. Troçki, Burnham’ın çözümlemesine karşı şunları yazdı:

…Buna karşılık,  Marksizmin hayal kırıklığına uğramış ve ürkmüş temsilcilerinin bütün farklı türleri, önderliğin iflasının, yalnızca proletaryanın tarihsel misyonunu yerine getirmeye yeterli olmadığını “yansıttığı” varsayımından hareket ediyorlar. Muhaliflerimizin hepsi -aşırı solcular, merkezciler, anarşistler (Stalinistlerden ve sosyal demokratlardan söz etmeye gerek bile yok)- bunu açıkça ifade etmek yerine, yenilgilerdeki kendi sorumluluklarını proletaryanın üzerine yıkıyorlar. Onların hiçbiri, proletaryanın sosyalist dönüşümü başarıya ulaştırma becerisine tam olarak hangi koşullar altında sahip olacağını belirtmiyor. [48]

74. Troçki, SWP içinde program konusunda yaşanan anlaşmazlığın, günümüzdeki toplumsal süreçlere ilişkin birbirine karşıt iki anlayışı yansıttığında ısrar etti:

Yenilgilerin nedeninin bizzat proletaryanın toplumsal niteliklerinde yattığını doğru olarak kabul etmemiz durumunda, modern toplumunun durumunun umutsuz olduğunu kabul etmek gerekecektir… Oysa durum, emekçi kitlelerin kendilerini kanlı kapitalist kaostan kurtarma yönündeki yapısal, derin ve bastırılamaz arzusu ile gereğinden fazla yaşamış işçi önderliğinin tutucu, yurtsever ve bütünüyle burjuva karakteri arasındaki temel çelişkiyi kafasında netleştirmiş olanlara, tümüyle farklı biçimde görünmektedir. Bu uzlaşmaz iki kavrayıştan birini seçmek zorundayız. [49]

75. Dördüncü Enternasyonal, işçi sınıfının devrimci bir güç olmadığı öncülünden yola çıkan siyasi ve teorik eğilimlerle, farklı biçimler altında, tekrar tekrar karşılaşacaktı. İster Pabloculuk isterse “Frankfurt Okulu” kuramcılarının (Marcuse, Adorno, Horkheimer ve diğerleri) etkisindeki diğer morali bozuk radikal ve “Yeni Sol” biçiminde olsun, onların oportünist siyasi yaklaşımlarının temelini işçi sınıfının devrimci rolünün inkarı oluşturuyordu. Shachtman’a ve Burnham’a gelince, onların sonraki evrimi Troçki’nin çözümlemesini doğruladı. Burnham ve Shachtman, Nisan 1940’ta SWP’den ayrıldılar ve “İşçi Partisi”ni kurdular. Bir ay içinde, Burnham, kendi kurduğu partiden ayrıldı ve kendisini artık bir Marksist ya da sosyalist olarak görmediğini açıkladı. Bu, aşırı sağa doğru hızlı bir evrimin başlangıcına işaret ediyordu. O, SSCB’ye karşı önleyici nükleer savaşın savunucusu oldu ve 1950’lerde, doğmakta olan yeni tutucu hareketin başlıca ideologu haline geldi. Burnham, ölümünden birkaç yıl önce, 1982’de, Başkan Ronald Reagan tarafından Özgürlük Madalyası ile ödüllendirildi. Shachtman’ın sağa doğru gidişi, biraz daha yavaş ama en az Burnham’ınki kadar önemli adımlarla sürdü. O, komünizm karşıtı AFL-CIO bürokrasisinin ve Demokratik Parti’nin en gerici Soğuk Savaşçı kanadının siyasi danışmanlarından biri haline geldi. Shachtman, 1972’de ölmeden önce, Kuzey Vietnam’ın ABD tarafından bombalanmasını destekledi.

Troçki’nin Maddeci Diyalektiği Savunusu

76. 1939-1940’taki mücadelenin bir başka unsuruna; onun açık teorik-felsefi boyutuna da dikkat çekmek gerekiyor. New York Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Burnham, maddeci diyalektiğe karşı olduğunu açıklamıştı. Burnham, felsefi idealist bakış açısından (özellikle onun yeni-Kantçı biçiminden) hareketle maddeci diyalektiğe karşı çıkan başka birçok kişi gibi, Marx ve Engels tarafından savunulmuş olan maddeciliği, basitçe, 19. yüzyıl biliminin ve onun Darwin’in evrim teorisine aşırı değer vermesinin modası geçmiş bir ürünü olarak reddediyordu. Diyalektiğe gelince; Burnham, Hegel’i, “insan düşüncesinin yüzyıl önce ölmüş en büyük kafa karıştırıcısı” diyerek alaya aldı. Burnham’a yanıtında onun faydacı bakış açısı ile vardığı siyasi sonuçlar arasındaki ilişkiyi açıklayan Troçki, hem maddeci diyalektiğin hem de profesörlerin teorik yönteminin açık ve net bir tanımlamasını sundu:

Bayağı düşünce, kapitalizmin kapitalizme, ahlakın ahlaka eşit olduğunu vb. varsayan sabit soyutlamalar olarak kapitalizm, ahlak, özgürlük, işçi devleti vb. kavramlarla işler. Diyalektik düşünce ise, bütün şeyleri ve olguları sürekli değişimleri içinde çözümler; bunu yaparken de bu değişimlerin maddi koşullarında, ‘A’nın ‘A’ olmaktan, bir işçi devletinin işçi devleti olmaktan çıktığı kritik sınırı saptar.

Bayağı düşüncenin başlıca sakatlığı, onun, sonsuz devinimden oluşan gerçekliğin devinimsiz izleriyle yetinme arzusunda yatmaktadır. Diyalektik düşünce, daha yakın tahminler, düzeltmeler, somutlaştırmalar yoluyla kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Hatta diyebilirim ki, onları bir ölçüde canlı olguya yakınlaştıran bir öz kazandırır. Genel olarak kapitalizm değil ama gelişmenin belirli bir aşamasındaki verili kapitalizm. Genel olarak işçi devleti değil ama geri kalmış bir ülkede emperyalist kuşatma altında olan verili bir işçi devleti vb.

Diyalektik düşünce, bayağı düşünceyle, sinema filminin durağan fotoğraf ile ilişkisinde olduğu türde bir ilişki içindedir. Sinema filmi, durağan fotoğrafı dışlamaz; bir dizi fotoğrafı hareket yasalarına uygun biçimde bir araya getirir. Diyalektik, kıyası inkar etmez; bize, kıyasları, sürekli değişen gerçekliği daha yakından kavramamızı sağlayacak biçimde birleştirmeyi öğretir. Hegel, Mantık’ında, niceliğin niteliğe dönüşümü, çelişkiler dolayımıyla gelişme, içerik ile biçimin çatışması, sürekliliğin kesintiye uğraması, olasılığın kaçınılmazlığa dönüşmesi gibi, kuramsal düşünce için, basit kıyasın daha temel görevler için sahip olduğu kadar önemli olan bir dizi yasa saptadı.

Hegel, Darwin’den ve Marx’tan önce yazmıştı. O, Fransız Devrimi’nin düşünceye kazandırdığı güçlü itki sayesinde, bilimin genel gidişatını önceden görmüştü. Ama bu, her ne kadar bir deha tarafından bulunulmuş da olsa, yalnızca bir öngörü olduğu için, Hegel’de idealist bir karakter kazandı. Hegel, en yüksek gerçeklik olarak ideolojik gölgelerle çalışıyordu. Marx, bu ideolojik gölgelerin hareketinin, maddi cisimlerin hareketinden başka bir şeyi yansıtmadığını gösterdi.

Biz diyalektiğimize maddeci diyoruz; çünkü onun kökleri cennette ya da ‘özgür irade’mizin derinliklerinde değil, nesnel gerçeklikte, doğadadır. Bilinç bilinçsizlikten, psikoloji fizyolojiden, organik dünya inorganikten, güneş sistemi nebuladan doğdu. Gelişme merdiveninin bütün basamaklarında, nicel değişiklikler niteliksele dönüşmüştür. Bizim düşüncemiz, diyalektik düşünce de dahil, yalnızca değişen maddenin ifade biçimlerinden biridir. Bu sistem içinde ne tanrıya, ne şeytana, ne ölümsüz ruha, ne evrensel hukuki ve ahlaki kurallara yer var.

Dolayısıyla, doğanın diyalektiğinden çıkmış olan düşüncenin diyalektiği, baştan sona maddeci bir karakter taşır. [51]

77. Shachtman, hiç kimsenin, “diyalektik maddeciliğin daha soyut öğretileri üzerine anlaşıp anlaşmamanın bugünün ve yarının somut siyasi meselelerini zorunlu olarak etkilediğini -ve siyasi partilerin, programların ve mücadelelerin böylesi somut konular üzerine kurulu olduğunu” kanıtlamamış olduğunu iddia etti. Troçki, ona şu yanıtı verdi:

…Hangi partiler? Hangi programlar? Hangi mücadeleler? Burada, bütün partiler ve programlar bir araya getirilmiştir. Proletaryanın partisi bütün diğerlerinden farklı bir partidir. O, hiçbir şekilde “böylesi somut meseleler”e dayanmaz. Özünde, burjuva at tüccarlarının ve küçük-burjuva şamatacıların partilerine taban tabana zıttır. Onun görevi, sosyalist bir devrimin hazırlanması ve insan soyunun yeni maddi ve manevi temeller üzerinde yeniden doğmasıdır. Proleter devrimci, öncelikle de bir önder, burjuva kamuoyunun basıncına ve polis baskısına boyun eğmemek için net, ileriyi gören, baştan sona düşünülerek oluşturulmuş bir dünya görüşüne gereksim duyar. ‘Somut’ sorunlara doğru bir şekilde yaklaşmak, yalnızca tümleşik bir Marksist kavrayış temelinde mümkündür. [52]

Küçük-Burjuva Muhalefet ve Parti Örgütü

78. Troçki, SWP içindeki hizipler arası mücadelenin erken bir aşamasında, Shachtman-Burnham-Abern azınlığını “tipik bir küçük-burjuva eğilim” olarak tanımladı. Bu asılsız bir aşağılama değildi. Tersine, Troçki, 40 yıldan fazla süreyi kapsayan; iki devrime (1905 ve 1917) önderlik etmeyi ve Kızıl Ordu’yu kurup yönetmeyi içeren siyasi deneyime dayanarak, bu azınlıkta, “sosyalist hareket içindeki bir küçük-burjuva grup”un karakteristik özelliklerini saptamıştı. Bu liste, “teoriyi küçümseyen bir tutum ve eklektizme [seçmecilik –çev.] eğilim; kendi örgütünün geleneğine saygısızlık; nesnel doğruya ilişkin kaygı zararına kişisel ‘bağımsızlık’ kaygısı; tutarlılık yerine ürkeklik; bir konumdan diğerine sıçramaya hazır olma; devrimci merkeziyetçiliği anlamama ve ona karşı düşmanlık; nihayet, parti disiplininin yerine hizip bağlarını ve kişisel ilişkileri geçirme”yi içeriyordu. [53]

79. Cannon’u, adeta doğmakta olan bir Stalin gibi, bütün bireysel dışavurumların başını ezmeye adanmış amansız bir parti bürokrasisinin patronu gibi betimleyen azınlık, SWP’nin örgütsel uygulamalarını acımasızca suçladı. Cannon, bu suçlamalara karşı sözünü esirgemedi:

Küçük-burjuva aydınlar doğaları gereği iç gözlemseldir. Onlar, kendi duygularını, kararsızlıklarını, korkularını ve kendi kişisel yazgılarına ilişkin bencil kaygılarını geniş kitlelerin duyarlılıklarıyla ve davranışlarıyla karıştırırlar. Onlar, dünyanın can çekişmesini kendi önemsiz ağrı sızılarıyla karşılaştırırlar. [54]

80. Cannon, küçük-burjuva azınlığın partinin örgütsel uygulamalarına ilişkin suçlamalarının da benzeri bir şablonu izlediğine dikkat çekti:

…Devrimci işçi hareketinin tarihi, Birinci Enternasyonal günlerinden bu yana, her türden küçük-burjuva gruplaşmanın ve eğilimin kendi teorik ve siyasi zayıflığını Marksistlerin “örgütsel yöntemler”ine karşı öfkeyle saldırarak giderme çabalarının kesintisiz bir kronolojisidir. Onlar, devrimci merkeziyetçilik kavrayışından sıradan yönetsel konulara; oradan, ilkeli karşıtlarının her zaman “kötü”, “acımasız”, “baskıcı” ve -elbette, elbette- “bürokratik” olarak betimlenen kişisel tavırlarına ve tarzlarına kadar her şeyi örgütsel yöntemler başlığının altına dahil ederler. Bugün bile, herhangi bir küçük anarşist grup, “otoriter” Marx’ın Bakunin’e nasıl kötü davrandığını anlatacaktır.

ABD’deki Troçkist hareketin 11 yıllık tarihi, bu tür deneyimler açısından fazlasıyla zengindir. Hareketimizin temel kadrolarının içinde sağlamlaştığı ve eğitildiği iç mücadeleler ve grup çatışmaları, kısmen, hep ilkesel konuların yerine örgütsel çekişmeleri geçirme çabalarına karşı mücadelelerdi. Siyasi bakımdan güçsüz olan muhalifler, her defasında bu hileye başvurdular. [55]

81. Troçki, Cannon’un “örgüt sorunu” çözümlemesini ve SWP’nin “proleter yönelim”e girmesi için verdiği mücadeleyi gönülden destekledi. Troçki şöyle yazdı: “Jim’in broşürü olağanüstü. Bu, gerçek bir işçi önderinin yazısı. Tartışma bu belgeden fazlasını üretmemiş olsaydı bile, o haklı çıkacaktı.” [56]

Dödüncü Enternasyonal ve İkinci Dünya Savaşı’nın Patlaması

82. İkinci Dünya Savaşı, Eylül 1939’da, Polonya’nın Nazi Almanyası tarafından istilasıyla başladı. Hitler’in kanlı saldırısı, Stalinist rejim ile yalnızca bir hafta önce bir “saldırmazlık antlaşması”nın imzalanmasıyla kolaylaştırılmıştı. Bu büyük yangının doğrudan siyasi ve askeri dürtüsü, Üçüncü Reich’ın stratejik hedeflerinden kaynaklanıyordu. Ancak savaş, daha temel bir düzeyde, Birinci Dünya Savaşı eliyle genelleştirilmiş ekonomik ve jeopolitik çelişkilerden; onun da ötesinde, ulus devlet sisteminin tarihsel olarak tükenmesinden ve dünya kapitalizminin genel çöküşünden doğmuştu. Troçki, savaşı, demokrasi ile faşizm arasında bir çatışma gibi gösterme çabalarını reddetti. “Katılımcılarının Versay antlaşmasını imzalamadan önce başlattığı şimdiki savaş” diye yazdı, “emperyalist çelişkilerden kaynaklanmaktadır. O, aynı ray üzerinde birbirlerine doğru harekete geçirilmiş olan trenlerin çarpışması kadar kaçınılmazdı.” [57] Troçki, Mayıs 1940’ta yazdığı Dördüncü Enternasyonal’in Emperyalist Savaş Üzerine Bildirgesi’nde, küresel felaketin sorumluluğunu bütün önde gelen kapitalist ülkelerin emperyalist burjuvazisine yükledi. Hitler’in totaliter rejiminin Fransa, Britanya ve ABD tarafından gecikmiş şekilde kınanması, siniklik kokuyordu:

Bir zamanlar Hitler’i Bolşevizme karşı haçlı seferi açan biri olarak selamlayan demokratik hükümetler, şimdi, onun, beklenmedik şekilde cehennemin derinliklerinden çıkmış ve antlaşmaların, sınırların, kuralların ve düzenlemelerin kutsallığını çiğneyen bir şeytan olduğunu fark ettiler. Sanki Hitler olmasaydı kapitalist dünya bir çiçek bahçesi gibi canlanacaktı. Ne sefil bir yalan! Kafatasının içinde bir hesap makinesi ve elinde sınırsız bir güç olan bu saralı Alman, ne gökten inmiş ne de cehennemden çıkmıştır. O, emperyalizmin bütün yıkıcı güçlerinin kişiselleşmesinden başka bir şey değildir. … Eski sömürgeci devletleri temellerine kadar sarsan Hitler, emperyalist güç isteğine daha tam bir ifade kazandırmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Kendi açmazı eliyle çaresizleşmiş olan dünya kapitalizmi, Hitler aracılığıyla, jilet gibi keskin bir hançeri kendi bağırsaklarına sokmaya başlamıştır.

İkinci emperyalist savaşın kasapları, Hitler’i kendi günahlarının günah keçisi haline getirmekte başarılı olamayacaklar.

Günümüzün bütün egemenleri, proletaryanın mahkemesinin sanık kürsüsünün arkasında yanıt verecekler. Hitler, bu sanık yerindeki suçlular arasında ilk sırayı almaktan başka bir şey yapmayacak. [58]

83. Bildirge, ABD’nin rolüne de dikkat çekiyordu. ABD, o zaman (1940’ta) doğrudan çatışma alanının dışında kalmaya devam ediyordu. Ama Troçki, Amerikan burjuvazisinin, ABD adına dünya kapitalizminin gidişatında egemen bir konumu garantiye almak için, kısa süre içinde savaşın sunduğu fırsattan yararlanacağını öngördü. Bu, basit bir hırs meselesi değil; ekonomik ve siyasi bir zorunluluktu:

Dünyadaki en büyük kapitalist güç olan ABD’nin sanayi, mali ve askeri gücü, hiç bir şekilde Amerikan ekonomik yaşamının canlanmasını sağlamamakta; tersine, kendi toplumsal krizine özellikle zarar verici ve sarsıcı bir karakter kazandırmaktadır. Ne milyarlar değerindeki altından yararlanılabiliniyor ne de milyonlarca işsizden! Dördüncü Enternasyonal’in altı yıl önce yayınlanmış olan Savaş ve Dördüncü Enternasyonal tezlerinde şu öngörülmüştü:

“Amerikan kapitalizmi, Almanya’yı 1914’te savaş yoluna itmiş olan aynı sorunlarla boğuşuyor. Dünya paylaşılmış durumda mı? O halde yeniden paylaşılması gerekiyor. Almanya için bu, ‘Avrupa’yı düzenleme’ meselesiydi. ABD ise dünyayı ‘düzenlemek’ zorunda. Tarih, insanlığı Amerikan emperyalizminin öfkeli patlamasıyla karşı karşıya getiriyor.” [59]

84. Bildirge, Amerikan emperyalizmini yönlendiren itici güçleri şöyle çözümlüyordu:

ABD, şu ya da bu bahaneyle ve sloganla, kendi dünya egemenliğini kalıcılaştırmak için bu büyük çatışmaya karışacaktır. Amerikan kapitalizmi ile düşmanları arasındaki mücadelenin biçimi ve zamanı, şimdilik, belki de Washington tarafından bile bilinmiyor. Japonya ile bir savaş, Pasifik Okyanusu’nda ‘yaşam alanı’ uğruna bir mücadele olacak. Atlantik’teki savaş, doğrudan Almanya’ya bile yönelse, Büyük Britanya’nın mirası üzerindeki bir mücadele olacak.

Almanya’nın Müttefikler karşısında olası bir zaferi, Washington’ın üzerinde bir kabus gibi asılı duruyor. Üs olarak Avrupa kıtasına ve onun sömürgelerinin kaynaklarına sahip, özellikle Doğu’da Japonya ile bağdaşma içinde olan bir Almanya, Amerikan emperyalizmi için ölümcül bir tehlike oluşturacaktır. Avrupa topraklarındaki şimdiki büyük çatışmalar, bu anlamda, Almanya ile Amerika arasındaki mücadeledeki hazırlık bölümleridir. [60]

85. Dördüncü Enternasyonal’in Bildirgesi, ABD’deki işçilere savaşa karşı çıkma çağrısı yaptı ve küçük-burjuva kesimlerin pasifizmini açık bir şekilde mahkum etti:

ABD’nin savaşa katılmasına karşı mücadelemizin soyutlanma politikasıyla ve pasifizm ile hiçbir ortak yanı yoktur. Biz işçilere, açıkça, emperyalist hükümetin ülkeyi savaşa sürmemezlik edemeyeceğini söylüyoruz. Egemen sınıf içindeki tartışma, yalnızca savaşa ne zaman girileceği ve ilk ateşin kime açılacağı sorusunu içermektedir. ABD’nin tarafsızlığını gazete makaleleri ve pasifist kararlar yoluyla korumaya bel bağlamak, gelgiti çalı süpürgesiyle geri itmeye çalışmaya benziyor. Savaşa karşı gerçek mücadele, emperyalizme karşı sınıf mücadelesi ve küçük-burjuva pasifizminin acımasızca teşhiri demektir. Amerikan burjuvazisinin ikinci emperyalist savaşa girmesini ya da üçüncü bir emperyalist savaşın başlamasını yalnızca devrim önleyebilir. Bütün diğer yöntemler, ya şarlatanlık, ya aptallık ya da her ikisinin bir bileşimidir. [61]

86. Dördüncü Enternasyonal, savaşa karşı bireysel edilgen direnişe başvuran küçük-burjuva pasifistlerin tersine, işçilerin askerlik sanatını öğrenmesi çağrısı yaptı; ama bu, sendikaların denetimi altında ve işçi subaylarla gerçekleştirilmeliydi. Egemen sınıf, ABD’de ve onun müttefikleri içinde işçi sınıfının geniş kesimlerinin Nazi rejimine duyduğu nefreti kullanarak, savaşı “demokrasi uğruna savaş” gibi pazarlamaya çalıştı. Bu slogan, Stalinistler tarafından, 1941’de Alman saldırısına uğramasından sonra, Sovyetler Birliği’nin Müttefik emperyalist devletlerle ittifakının bir parçası olarak benimsenecekti. Dördüncü Enternasyonal, bu yaklaşıma en baştan itibaren karşı çıktı:

Faşizme karşı demokrasi uğruna savaş sloganı en az bunun kadar yalandır. Sanki işçiler, Britanya hükümetinin Hitler’e ve onun cellatlar çetesine iktidarı almada yardım ettiğini unuttular! Emperyalist demokrasiler, gerçekte, tarihteki en büyük aristokrasilerdir. İngiltere, Fransa, Hollanda ve Belçika sömürge halkların köleleştirilmesine dayanıyor. ABD demokrasisi, bütün bir kıtanın geniş zenginliklerinin gasp edilmesine dayalıdır. Bu “demokrasi”lerin bütün çabası, kendi ayrıcalıklı konumlarını korumaya yöneliktir. Savaş yükünün önemli bir kesimi, emperyalist demokrasiler tarafından sömürgelerinin sırtına yükleniyor. Köleler, efendilerine köle sahibi olmayı sürdürme imkanı sağlamak için kan ve altın sağlamaya zorlanıyorlar. [62]

87. Troçki, Stalinist rejimin savaş öncesinde Almanya ile ittifakının ve işgal altındaki Finlandiya ile Polonya’daki kanlı politikasının, yozlaşmış bir işçi devleti olarak Sovyetler Birliği’nin toplumsal karakterini değiştirmediğinde ısrar etti. Dördüncü Enternasyonal, Stalinizmin suçlarına ve ihanetine rağmen, SSCB’yi emperyalizme karşı savunma çağrısı yaptı.

Daha bir gün önce Sovyetler Birliği’ni faşizme karşı “demokratik” gruplaşmanın ekseni olarak görmüş olan çok sayıda küçük-burjuva radikali, şimdi, birden bire, kendi anayurtlarının Hitler’in tehdidi altında olduğunu, onların yardımına koşmamış olan Moskova’nın emperyalist bir politika izlediğini ve SSCB ile faşist ülkeler arasında bir farklılık olmadığını keşfetmiş durumda.

Her sınıf bilinçli işçi, “yalan!” diye haykıracak, bir fark var. Burjuvazi, bu toplumsal farklılığı, radikal gevezelerden çok daha iyi ve daha derinden değerlendirmektedir. Bir ülkede, hem de geri kalmış bir ülkede üretim araçlarının ulusallaştırılması, kuşkusuz, sosyalizmin inşasını garanti altına almaya yetmez. Ancak o, sosyalizmin başlıca önkoşulunu; yani, üretici güçlerin planlı gelişimini ilerletebilir. Bir başına ve kendiliğinden kitlelerin refahını sağlamadığı için üretim araçlarının ulusallaştırılmasına sırt çevirmek, duvarlar ve çatı olmaksızın yaşamanın mümkün olmadığı gerekçesiyle granit temeli yıkımla cezalandırmak anlamına gelir.

88. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin emperyalizm karşısında savunusu, Stalinist bürokrasiye asla herhangi bir siyasi ödün verilmesi anlamına gelmiyordu:

Dördüncü Enternasyonal, SSCB’yi yalnızca devrimci sınıf mücadelesi yöntemleriyle savunabilir. İşçilere, devletin sınıf karakterini (emperyalist, sömürge, işçi), onlar arasındaki karşılıklı ilişkileri ve aynı zamanda her birinin içsel çelişkilerini doğru şekilde kavramalarını öğretmek, onların her verili durumda doğru pratik sonuçlar çıkarmalarını mümkün kılar. Dördüncü Enternasyonal, Moskova oligarşisine karşı yorulmak bilmez bir mücadele verirken, SSCB’ye karşı emperyalizme yardımcı olacak her türlü politikayı kesin olarak reddeder.

SSCB’nin savunusu, ilkesel olarak, dünya proleter devriminin hazırlanmasıyla çakışır. Biz, cahil ve gerici Stalinizmin buluşu olan tek ülkede sosyalizm teorisini açıkça reddediyoruz. Yalnızca dünya devrimi SSCB’yi sosyalizm adına koruyabilir. Ama dünya devrimi, beraberinde, Kremlin oligarşisinin kaçınılmaz biçimde ortadan kaldırmasını getirir. [63]

89. Bildirge, Dördüncü Enternasyonal’in dünya sosyalist devrimi stratejisinin etkileyici bir şekilde yeniden onaylanmasıyla sona eriyordu:

Dördüncü Enternasyonal, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’lerden farklı olarak, politikasını, kapitalist devletlerin askeri güçleri üzerine değil; emperyalist savaşın, işçilerin kapitalistlere karşı savaşına dönüştürülmesi, bütün ülkelerin egemen sınıflarının devrilmesi ve dünya sosyalist devrimi üzerine inşa eder. Bu açıdan, cephedeki çatışma hatlarında yaşanan değişiklikler, ulusal sermayelerin imhası, toprakların işgali, tek tek devletlerin çökmesi, yalnızca, modern toplumun yeniden inşası yolundaki trajik bölümlerdir.

Biz, savaşın gidişatından bağımsız biçimde, kendi temel görevimizi yerine getiririz. İşçilere, onların çıkarları ile kana susamış kapitalizmin çıkarları arasındaki uzlaşmazlığı anlatırız; emekçileri emperyalizme karşı harekete geçiririz; bütün savaşan ve yansız ülkelerdeki işçilerin birliğinin propagandasını yaparız; hem her ülkedeki işçilerle askerlerin hem de cephenin karşıt taraflarındaki askerlerin kardeşliği çağrısında bulunuruz; kadınları ve gençleri savaşa karşı harekete geçiririz; fabrikalarda, imalathanelerde, köylerde, barakalarda, cephede ve donanmada, kararlı, ısrarlı ve yorulmak bilmez şekilde devrim için hazırlanmaya devam ederiz. [64]

Troçki’nin Tarihteki Yeri

90. Savaşın patlaması, Troçki’nin yaşamını her zamankinden büyük bir tehlikeye soktu. Birinci Dünya Savaşı’nın devrimci sonuçları, emperyalist güçlerin ve Sovyet bürokrasisinin belleğinde hala canlıydı. Troçki, yaşadığı sürece, devrimci hükümetin sürgündeki önderi olmaya devam ediyordu. Stalin, savaşın yol açacağı altüst oluşların, Troçki’yi iktidara getirecek devrimci bir hareket yaratmasını mümkün -hatta kuvvetle mümkün- kıldığından korktu. Rus Devrimi’nin önderliğinin ortadan kaldırılmasını tamamlamak ve Dördüncü Enternasyonal’in gelişmesini önlemek için, Troçkist harekete Stalinist ajanlar sızdırıldı. Onların asıl amaçları Lev Troçki’nin öldürülmesiydi. Troçkist hareket içinde GPU için çalışanlar arasında, Mark Zborowski (Troçki’nin oğlu Lev Sedov’un sekreteri), Sylvia Callen (James Cannon’ın sekreteri) ve Joseph Hansen (1937’den sonra Troçki’nin sekreteri ve muhafızı; SWP’nin gelecekteki önderi) vardı. Troçkist hareket içinde “Etienne” olarak tanınan Zborowski, Troçki’nin sekreterlerinden biri olan Erwin Wolf’un (Eylül 1937); GPU’dan kaçarak Troçkist olduğunu açıklamış olan Ignace Reiss’ın (Temmuz 1937); Troçki’nin oğlu Lev Sedov’un (Şubat 1938) ve Dördüncü Enternasyonal’in sekreteri Rudolf Klement’in (Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresinden iki aydan kısa süre önce, Temmuz 1938’de) öldürülmesinde GPU’ya yardımcı oldu. Troçki, 24 Mayıs 1940’ta, onun muhafızları arasında çalışan bir GPU ajanı (Robert Sheldon Harte) tarafından kolaylaştırılmış olan bir suikast girişiminden kurtulmuştu. Troçki, 20 Ağustos 1940’ta, Coyoacan’daki (Meksika) evinde bir GPU ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısına uğradı ve ertesi gün öldü.

91. Troçki’nin öldürülmesi, uluslararası sosyalizm davasına indirilmiş ağır bir darbeydi. Troçki, yalnızca Ekim Devrimi’nin iki önderinden biri, Stalinizmin yeri doldurulamaz karşıtı ve Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu değildi. O, klasik Marksizmin, 19. yüzyılın son, 20. yüzyılın ilk on yıllarında ortaya çıkan işçi hareketine ilham veren siyasi, entelektüel, kültürel ve manevi geleneğinin en son ve en büyük temsilcisiydi. Troçki, felsefi olarak maddecilikte kökleşmiş, nesnel gerçekliğin kavranmasından hareket eden, işçi sınıfının eğitimine ve siyasi seferberliğine yönelik ve stratejik olarak kapitalizme karşı devrimci mücadeleyle ilgilenen bir devrim teorisi gelişirdi. Tümüyle yeni devrimci bir çağın tarihsel görevleri üzerine yoğunlaşmış olan Troçki, bireysel özgürlük bayrağı altında siyasi sorumluluklarından yan çizmeye çalışanlara hiç yüz vermedi: “Bırakalım, cahiller boşlukta kendi bireyselliklerini arasınlar.” O, işçi sınıfının uğradığı yenilgilerin bizzat Marksizmin başarısızlığını gösterdiğini iddia edenlere de ödün vermedi. Troçki’ye göre bu tür savlar, bir teorik kavrayışın değil; siyasi moral bozukluğunun üzerinde yükseliyordu. “Marksizmin krizi” hakkında en fazla haykıranlar, tam da siyasi gericiliğin yayılmasına düşünsel olarak teslim olanlardı. Troçki, onların, kendi kişisel kaygılarını “tinsel ve evrensel eleştirinin diline” çevirdiklerini yazdı. Bununla birlikte, Marksizmin çok sayıda eleştirmeninin, morali bozuk biçimde işçi sınıfından uzaklaşmaktan başka bir alternatifleri yoktu. Troçki, Marksizm karşıtlarının, “kendilerini gericilik karşısında silahsızlandırmakta, topluma ilişkin bilimsel düşünceden vazgeçmekte, yalnızca maddi değil ama manevi mevzileri de terk etmekte ve kendilerini gelecekteki herhangi bir devrimci intikam talebinden mahrum bırakmakta” olduklarını söyledi. [65]

Amerika Birleşik Devletleri Savaşa Giriyor

92. Amerika Birleşik Devletleri, küresel çatışmayla -siyasi, ekonomik hatta askeri olarak- savaşın başlangıcından beri ilgileniyordu. Roosevelt yönetimi, Britanya emperyalizminden siyasi ve mali ödünler koparmak için, Britanya Başbakanı Winston Churchill’in karşı karşıya olduğu çaresiz durumdan yararlandı. Bununla birlikte, ABD, uzun vadede ne Avrupa’daki Alman egemenliğini ne de Asya ve Pasifik’teki Japon üstülüğünü hoş görebilirdi. Asya ve Pasifik söz konusu olduğunda, ABD, Filipinler’i 20. yüzyılın başlangıcında kanlı bir şekilde zapt etmesinden beri, Pasifik Okyanusu’nu bir Amerikan gölü; Çin’i de, Boxer ayaklanmasının yenilgiye uğratılmasından beri bir ABD mandası gibi görmeye başlamıştı. Japonya’nın 7 Aralık 1941’de Pearl Harbor’a saldırması, Roosevelt’e, yalnızca bir kaç yıl önce dua etmiş olduğu “yazgıyla buluşma”yı gerçekleştirme fırsatı sundu. Amerikan emperyalizmi tarafından savaşa katılmayı haklı çıkarmak için kullanılan demokratik iddialar, yalnızca milyonlarca Afrika kökenli Amerikalının bu dönem boyunca en temel demokratik haklarından mahrum bırakılmasıyla değil; aynı zamanda, savaş sırasında uygulanan anti-demokratik önlemler (ki bunlar arasında, ABD’de yaşayan on binlerce Japon’un ve Japon kökenli Amerikalının toplama kamplarına kapatılması da vardı) eliyle de yalanlandı. “Ulusal güvenlik durumu” sisteminin çerçevesi büyük ölçüde savaş yılları sırasında geliştirildi. Stalinist partiler, Sovyetler Birliği Temmuz 1941’de Nazi Almanyası’nın saldırısına uğrar uğramaz, “demokratik” emperyalist güçlerin, ABD’de grev yapmama yolunda verilen sözü utanmazca destekleyen en ateşli destekleyicileri haline geldiler.

93. Troçki’nin öldürülmesinin ardından, Sosyalist İşçi Partisi (SWP), proleter enternasyonalist bakış açısını korudu ve işçi sınıfının, Roosevelt yönetiminin emperyalist savaş amaçlarına tabi kılınmasına karşı çıktı. Bu yüzden SWP, ABD’deki işçi hareketi içinde, önderleri savaş süresince hapse atılan tek eğilim oldu. SWP’nin önderleri, 1940 tarihli “Smith Yasası”na göre yargılanan ilk insanlar oldular (bu yasa, daha sonra anayasaya aykırı biçimde varlığını sürdürdü). 1941’de, SWP’nin 18 önderi ve üyesi isyana teşvikle suçlandı ve mahkum edildi. Komünist Parti, Amerikan emperyalizmi ile savaş dönemindeki ittifakına ve Troçkist harekete olan amansız düşmanlığına uygun olarak, bu yargılamaları destekledi. SWP, savaştan sonra, Komünist Parti’nin üyeleri aynı “Smith Yasası”ndan dolayı yargılandıklarında, onları burjuva devletin saldırılarına karşı savunma biçiminde ilkeli bir tavır benimsedi.

94. İkinci Dünya Savaşı’nın dehşet verici olayları, Rosa Luxemburg’un, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu tek seçeneğin “sosyalizm ya da barbarlık” olduğu biçimindeki uyarısının doğruluğunu göstermişti. Savaş süresince işlenen suçlar, kapitalizmin gerçek yüzünü bütün bir kuşağın önünde açığa çıkardı. Romanlar, Sovyet savaş tutsakları, Polonyalılar ve faşist rejimin hedeflediği diğer insanlardan oluşan yaklaşık beş milyon kişinin yanı sıra, altı milyon Musevi, Nazi Holokost’unda [Musevi soykırımında –çev.] öldürüldü. Tutukluları ölüme götüren trenlerin bombalanmasını reddederek Nazilerin kitlesel imha programına kayıtsız kalmış olan ABD hükümeti, Japonya’daki kentlere, 200 ile 350 bin arasında sivili öldüren iki atom bombası atarak kendi barbarlık potansiyelini sergiledi. Bu suçun başlıca amacı, dünyaya, özellikle de Sovyetler Birliği’ne, yeni Amerikan kitlesel imha silahının yıkıcı gücünü göstermekti. Altı yıllık savaşta, toplam 100 milyon dolayında insan can verdi. Savaş, işçi sınıfının, önderliğinin ihaneti ve sosyalist devrimin başarısızlığı nedeniyle ödediği acı bedeldi. Savaş sonrası büyüme, insan cesetlerinden oluşan bu dağın üzerinde inşa edildi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir