Sınıf mücadeleci yeni kitlesel örgütlenmeler yoluyla: Sosyalist 1 Mayıslar’ı yaratalım

1 Mayıs 2013 başta Ankara, İzmir, Bursa, Adana ve Diyarbakır olmak üzere birçok kentte sendikaların önderliğinde düzenlenen gösterilerle kutlandı; İstanbul Taksim’deki kutlama girişimi ise üç yıl aradan sonra yeniden İstanbul’u işgal eden 22 bin kişilik polis ordusunun estirdiği terörle engellendi. İktidar, kendisiyle işbirliği içinde olan sendika bürokrasilerinin 1 Mayıs 2013’ü kitlesel şekilde kutlamamak için elinden geleni yapmış olduğunu çok iyi bilmesine karşın, Haliç’teki köprüleri açarak ulaşımı engelleyecek ve toplu taşıma seferlerini iptal edecek kadar abartılı “önlemlere” başvurdu.

AKP iktidarının Taksim’deki kutlamayı engellemesi, onun kitlesel bir kutlamanın denetim dışına çıkabilecek bir muhalefet hareketine dönüşme olasılığı karşısında duyduğu kaygının ve “devlet otoritesi”ni sergileme ihtiyacının ürünüdür. İktidar, bu yolla, egemen sınıfların en gerici kesimlerine ve onların uluslararası ortaklarına, PKK ile sağlanan anlaşmanın -ulusalcı muhalefetin iddialarının tersine- devlet otoritesinde herhangi bir “zaaf”a yol açmadığı mesajını vermektedir. Bu mesaja asıl anlamını kazandıran şey, PKK’nin gerilla güçlerini sınır dışına (Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarına) çıkarmaya başladığı ve Suriye’ye müdahale hazırlıklarının iyice hızlandığı bir süreçte gerçekleşecek olan Erdoğan-Obama görüşmesidir.

Öte yandan, 1 Mayıs günü İstanbul’da estirilen devlet terörü, iktidarın önümüzdeki dönemde kaçınılmaz olarak yükselecek olan toplumsal muhalefet hareketleri karşısında alacağı tavrın bir tür provası olmuştur. Bu konuda, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun 1 Mayıs sonrasında basına yaptığı açıklama özellikle dikkat çekici. Anımsanacağı gibi, Mutlu, “1 Mayıs günü Taksim’e gelmediği için” İstanbul halkına teşekkür etmiş ve bölgede estirilen polis terörünü “sol” gruplara karşı önlem alma niyetiyle açıklamaya çalışmıştı. Vali Mutlu’nun, insanların zekâsıyla alay ediyor görünen bu açıklaması, İstanbul’da estirilen devlet terörünü, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen “sol” grupların varlığı ile meşrulaştırma çabasının ifadesiydi.

İstanbul Valisi, önümüzdeki dönemde işçi sınıfına yönelecek olan saldırıların, “marjinal” ya da “radikal” olarak adlandırdığı devrimci çevreler üzerinden, onlara karşı mücadele bahanesiyle gerçekleşeceğinin işaretini vermektedir. Bu, aynı zamanda, sermaye ve devlet ile açık işbirliği içinde olan geleneksel sendikal ve siyasal önderliklerin dışındaki hareketlerin suçlu ilan edileceği ve bir “terör unsuru” gibi gösterileceği anlamına geliyor.

Sermayenin ve iktidarın, sosyalistleri ve devrimcileri işçi sınıfından uzak tutma kararlılığını ifade eden bu yönelimini yaşama geçirmek için her türlü kışkırtmaya başvuracağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Devletin kolluk güçlerinin ve milliyetçi ya da dinci faşist çetelerin ön plana çıkacağı bu yönelim, sosyalistlerin ve devrimcilerin son derece dikkatli olmasını; işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde sabırlı bir çalışma sürdürmesini; emekçi kitleler adına değil ama onlarla birlikte davranmasını gerektirmektedir.

Bu sınıfsal bir saldırıdır

Kimilerinin “barış süreci” olarak adlandırdığı AKP-PKK anlaşmasına ilişkin değerlendirmelerimizi, birbiriyle bağlantılı iki temel dinamikten hareketle yaptığımız biliniyor. Bunlardan biri Ortadoğu’da yaşanan süreç ve küresel şirketlerin Türkiyeli taşeronlarının bölgesel hesapları; diğeri ise Türkiye’de yaşanmakta olan toplumsal karşı-devrimdir.

AKP iktidarı eliyle uygulanan bu çift yönlü politika, onunla ilişkilendirilen etnik, dinsel, kültürel vb. kimlik referanslarına karşın, bütünüyle sınıfsal bir eksende sürdürülmektedir. Krizinin faturasını işçi sınıfına ödetmek ve sermayeye daha fazla kaynak aktarmak amacıyla dünya çapında saldırıya geçen küresel sermaye, aynı zamanda, dünyanın, başta enerji olmak üzere, bütün stratejik kaynaklarını yağmalama peşindedir. AKP iktidarının gerek içeride gerekse dışarıda atmış olduğu bütün adımlar, bu uluslararası toplumsal karşı-devrim ve emperyalist yağma sürecinin bir parçasıdır.

Egemenliğini artık “burjuva demokratik” yollarla sürdüremeyen mali sermaye, işçi sınıfını dizginsiz bir kapitalist sömürüye mahkûm edebilmek için, bütün ülkelerde özgürlükleri ortadan kaldırıyor, giderek daha fazla polis devleti uygulamalarına başvuruyor. Mali sermaye, son çarpıcı örneklerini Yunanistan’da ve İtalya’da gördüğümüz gibi, seçilmiş iktidarları sivil darbelerle devirip kendi programını uygulayacak olanları yönetime getiriyor; Mısır’da olduğu gibi, devrimlerin önünü kesebilmek için eski “muhalifler”den taşeronlar devşiriyor ya da Libya’da ve Mali’de olduğu gibi, emrindeki devletler eliyle doğrudan askeri müdahalede bulunuyor. Başını ABD, Britanya ve Fransa gibi emperyalist devletlerin çektiği -örtülü ya da açık- askeri müdahalelerin eşlik ettiği bu küresel saldırı, uluslararası burjuvazi tarafından uluslararası işçi sınıfına karşı sürdürülmektedir.

Küresel sermayenin farklı kesimleri ve onların temsilcisi emperyalist devletler arasında kıyasıya bir rekabetin eşlik ettiği bu saldırının savaş, işgal, iç savaş vb. biçimler altında sürdürülüyor olması, onun sınıfsal karakterinin olmadığını ya da ortadan kalktığını değil; kriz içindeki sermayenin, işçi sınıfına karşı mücadelesini eski “normal” yollarla sürdüremediğini göstermektedir. Her fırsatta vurguladığımız gibi, ekonomik kriz ve toplumsal karşı-devrim sürecinde barıştan ya da demokrasiden söz etmek, ya topluma yön veren yasalar hakkında derin bir bilgisizliğin ürünüdür ya da bilinçli bir yalandır.

Toplumsal karşı-devrim

1 Mayıs öncesinde yapmış olduğumuz açıklamada, “Türkiye’nin gerçek efendileri”nin, sayısı birkaç bini geçmeyen mutlu bir azınlık (holding patronları ve yöneticileri ile bu şirketlerin hisse senedi sahiplerinden ve onlar için çalışan alt-taşeronlardan, uzmanlardan vb. oluşan kesim) olduğunu belirtmiş ve “Bu küçük azınlık, uluslararası şirketler ve bankalar ile sıkı ilişki içindedir ve onların taşeronudur” diye yazmıştık.

AKP’nin siyasi temsilcisi olduğu bu azınlık, yazgısının Wall Street’e ya da Londra, Frankfurt ve Tokyo borsalarına bağlı olduğunun farkındadır. Bu yüzden, Türkiyeli egemenlerin siyasi kararlarına, “demokrasi” ve “insan hakları” gibi soyut değerler değil; küresel şirketlerin -dolayısıyla kendilerinin- sınıfsal çıkarları yön veriyor.

AKP, bu mutlu azınlığın sınıfsal çıkarları uğruna, kendisinden önceki iktidarların açmış olduğu toplumsal karşı-devrim yolunda önemli adımlar atıyor. AKP iktidarı altında geçen on yıl boyunca, başta sağlık ve eğitim olmak üzere, bütün kamusal alanlar küresel şirketlerin kâr hesaplarına tabi kılındı, taşeron ve kuralsız işçi çalıştırma yaygınlaştı, işçilerin gerçek gelirleri büyük ölçüde geriletildi. İşçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırılar sürerken, bankalara ve holdinglere, özelleştirmeler, teşvikler ve vergi bağışıklıkları gibi yollarla devasa kaynaklar aktarılmaktadır. Mali sermayeye servet aktarımını olağanüstü hızlandıran bu uygulamalar sonucunda, toplumsal eşitsizlik daha önce görülmedik ölçüde artmıştır.

AKP iktidarının sürdürdüğü toplumsal karşı-devrimin siyasi ifadesi, adım adım yaşanmakta olan rejim değişikliğidir. Son 10 yıl içinde gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri ve çıkartılan yasalar yoluyla, burjuva kimlik politikalarıyla desteklenen otoriter bir rejim inşa edilmektedir. AKP’nin dinsel gericiliği devlet eliyle güçlendirme politikasına, sözde “kentli”, “modern” ve “laik” burjuvalar da destek veriyor. Çünkü onlar, AKP eliyle kurulmakta olan “ılımlı İslami” rejimin kendi yaşam tarzlarına bir tehdit oluşturmadığını; bu yönelimin, hem işçi sınıfını ve emekçileri azgın kapitalist sömürüye mahkûm etmede hem de Ortadoğu’ya yönelik hesaplarda ne denli önemli olduğunu biliyorlar.

“Bu egemenler, AKP iktidarının polis-devleti uygulamalarından da rahatsız değiller. Çünkü onlar, emekçi kitlelerin mevcut sessizliğinin, ekonomik kırılma anında nasıl bir öfkeye dönüşeceğinin de farkındalar. Bu yüzden, onlar, ayağa kalkacak olan kitlelere önderlik yapabilecek kesimlerin şimdiden polis terörü yoluyla sindirilmesini ve servetin bekçiliğini yapacak güçlü bir polis örgütünün yaratılmasını gönülden destekliyorlar.” [1]

Taşlar yerine oturuyor

Toplumsal Eşitlik yayın kurulu, AKP-PKK barışını, içeride toplumsal karşı-devrim ve Ortadoğu’da emperyalizmin taşeronluğu olarak özetleyebileceğimiz daha kapsamlı bir sürecin parçası olarak ele almış ve bu “barış”ı, tek tek siyasi temsilcilerinin niyeti ve söylemi ne olursa olsun, “Türkler ile Kürtler” arasında değil ama Türkiyeli (Türk ve Kürt) kapitalistler arasında burjuva bir barış olarak değerlendirmişti. 1 Mayıs öncesinde yaptığımız açıklamada şunları yazmıştık:

“Küresel şirketler ve onların yerel taşeronları, Kürtler’in yaşadığı toprakların doğal kaynaklarını yağmalama ve emekçileri azgınca sömürme özgürlüğünün tadını çıkarmanın hesabı içindeler. Türk kapitalistlerinin, ilk elde KBY’yi ve Suriye’nin kimi bölgelerini kapsayan bölgesel egemenlik hayalleri eşliğinde yaşama geçirmek istediği bu ‘barış’, kaçınılmaz biçimde, Kürt emekçilerinin insanlık dışı koşullar altında sömürüsüyle ve ona eşlik eden devlet terörüyle tamamlanacaktır. Küresel ve yerli sermayenin şimdiden iştahını kabartan bölgedeki ucuz işgücü kaynağı, bölgesel asgari ücret uygulamasıyla dizginsizce sömürülecek ve bu, Kürt emekçileri ve yoksul köylülerinin ‘özgürleşmesi’ olarak sunulacaktır.” [2]

Aynı açıklamamızda, AKP iktidarı ile PKK arasında Ortadoğu’daki gelişmeler çerçevesinde sağlanan anlaşmanın, başta CHP olmak üzere bütün burjuva partileri, sendikal örgütleri ve küçük-burjuva sol yapıları kaçınılmaz şekilde etkilediğini (onun AKP ve BDP üzerindeki asıl etkilerini, sürecin ilerlemesiyle göreceğiz); 1 Mayıs’ın da AKP-PKK anlaşmasının damgasını taşıyacağını belirtmiştik. Bu 1 Mayıs’ta, bütün sendikal ve siyasi önderlikler hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle AKP-PKK anlaşması ekseninde ayrıştı.

Bununla birlikte, söz konusu ayrışmanın iyice netleşmesi için, sermayenin Suriye’ye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ilişkin atacağı somut adımları ve AKP-PKK anlaşmasında bunlarla bağlantılı olarak yaşanacak gelişmeleri beklemek gerekiyor.

Danışıklı dövüş

1 Mayıs’a ilişkin önceki değerlendirmemizde, bütün sorunları patronlarla ya da ilgili bakanlarla yaptıkları kapalı toplantılarda “çözmeye” alışmış olan sendikal önderliklerin, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması uğruna yıllarca verilmiş olan militan mücadelelerde yer almadığına değinmiştik. Bununla birlikte, onlar, sosyalist ve devrimci işçilerle gençlerin verdiği bu mücadeleler sonucunda kazanılan Taksim’i gaspetmeyi başarmıştı.

AKP iktidarı, üç yıl önce atmak zorunda kaldığı bu adımı, bu yıl geri çekmiştir. AKP’nin bu adımında, Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin basıncı altında biçimlenen PKK ile barış sürecinde, sendikal önderlikler arasında yaşanan ayrışma da önemli bir rol oynadı. Bununla birlikte, 1 Mayıs’ı İstanbul’da Taksim’de birlikte kutlayacaklarını ilan etmiş olan sendikal önderliklerin (Türk-İş, Hak-İş, KESK ve DİSK) hepsi, en baştan itibaren iktidar ile “danışıklı dövüş” içindeydi:

“İstanbul Valiliği’nin 25 Nisan günü yaptığı açıklamada Taksim’de kitlesel kutlamaya izin verilmeyeceğini söylemesi ve sendikalara Kazlıçeşme’de ya da başka bir yerde kutlama teklifinde bulunması; DİSK’in ve KESK’in sözde ‘solcu’ bürokratlarının da, ‘1 Mayıs’ı kitlesel biçimde Taksim’de kutlayacağız’ çıkışını yapması, danışıklı bir dövüştür. Bütün bu açıklamalar, toplumsal karşı-devrimin rejim değişikliğiyle ve yayılmacı politikalarla tamamlanması yönünde somut adımlar atıldığı böylesi kritik bir dönemde gerçekleşen 1 Mayıs kutlamalarının içeriğinin boşaltılmasına ve gerçek sorunların üzerinin örtülmesine hizmet etmektedir. İşçi sınıfının sermaye ve AKP karşıtı somut taleplerinin yerini, ‘1 Mayıs nerede kutlanacak?’ tartışması almaktadır.

“Şimdi ‘1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayacağız’ resti çeken sendikal önderlikler, Taksim’de birkaç ay önce başlayan kazı çalışmalarının 1 Mayıs’ın kitlesel bir şekilde kutlanmasını engelleyeceğini elbette biliyorlardı. Ama onlar, ‘kentsel dönüşüm’ çerçevesinde başlatılan bu çalışmayı durdurmak ya da 1 Mayıs sonrasına erteletmek için parmaklarını bile kımıldatmadılar. Çünkü sendikalar, 1 Mayıs’ın kitlesel bir şekilde kutlanmasını istemiyorlar. Bunda da, kendilerince haklı nedenleri var.

“Sendikaların ve siyasi partilerin ortak katılımıyla kitlesel olarak kutlanacak bir 1 Mayıs, kaçınılmaz biçimde, artan toplumsal eşitsizliğe, AKP iktidarının gerici politikalarına ve savaş hazırlıklarına karşı taleplerin seslendirileceği bir protesto hareketini tetikleyebilirdi. Bürokratların, işçi sınıfının ve gençliğin birikmiş öfkesini denetim altına alamayacağı böylesi bir 1 Mayıs, sermayenin ve iktidarın hizmetindeki sendika bürokrasilerinin en son isteyeceği şeydir.

“Bu yüzden, sendika bürokratları, işçileri kendi çıkarları doğrultusunda böldüler. Böylece, işçilerin bir kesimi ağırlıklı olarak Türk milliyetçisi burjuva muhalefete; bir kesimi de açıkça iktidara yedeklenmiş oldu.” [3]

AKP ile onun burjuva barış sürecine organik olarak dahil olan sendikal önderlikler arasındaki danışıklı dövüş, bu amacına ulaşmıştır.

1 Mayıs 2013’ün birçok ilde AKP ile PKK arasında sağlanan burjuva barışa yedeklenmesinde ve Taksim’deki kutlamanın engellemesinde rol oynayan önderliklerden biri de BDP oldu. Bu durum, kendisini Sosyalist Enternasyonal’in üyesi ve Sosyal-Demokrat olarak tanımlayan bu partinin liberal burjuva bir programa sahip olduğunu ve bugün -kendi programıyla kesişen- AKP’nin burjuva programını desteklediğini bilenler için şaşırtıcı değil. BDP’nin önceki yasal 1 Mayıslar’dan farklı olarak, kitlesini Taksim için seferber etmemesi, kuşkusuz, AKP-PKK anlaşmasının doğrudan sonucudur.

Bununla birlikte, BDP’nin, bu yılki 1 Mayıs’ta oynadığı rolün, onun içinde ve yörüngesinde politika yapan “sol” grupların bugüne kadar izledikleri çizgiyi gözden geçirmeye zorlayıp zorlamayacağını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, onların, Türk ve Kürt burjuvaları arasındaki “barış süreci” ilerledikçe, işçi sınıfı ile mali sermaye arasında açık bir tercihle karşı karşıya kalacakları.

Hesap hatası

Öte yandan, sendika bürokratları, özellikle de DİSK ve KESK bürokrasisi bir hesap hatası yaptı. Bu hatanın ardında, perspektifleri küçük çıkar hesapları içinde biçimlenmiş olan sendika bürokratlarının 1 Mayıs’ı dünyada, Ortadoğu’da ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler çerçevesinde değerlendirebilecek bir yönteme sahip olmaması yatmaktadır.

Taksim’de 1 Mayıs’tan aylar önce başlatılmış olan kazıya ve kentsel dönüşüme karşı hiçbir şey yapmayan; 1 Mayıs’a ilişkin hiçbir propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürütmeyen bu sendikal önderlikler, İstanbul’da kitlesel kutlamayı önlemeye yönelik hizmetlerinin ardından, AKP iktidarından “anlayış”, bir “jest” beklediler. Onlar, 1 Mayıs’a kitlesel katılımı engellemek için kendi adına her şeyi yapmış olan İstanbul Valiliği’nin, DİSK / KESK önderliğindeki birkaç bin kişilik yürüyüş kolunun Taksim’e girmesine izin vereceğini düşündüler.

“Çok sayıda küçük-burjuva solcu grubun gönüllü olarak hizmet ettiği DİSK ve KESK bürokrasisinin asıl ‘derdi’, bu gruplar dolayımıyla diğer ortakları ve AKP iktidarı karşısında pazarlık payını yükseltmek, AKP-PKK anlaşmasına verdikleri açık desteğin üstünü örtmek ve gerçekte paramparça olmuş ‘solcu’ maskesini korumak”tı. [4] DİSK ve KESK bürokratları, kendi üyelerini bile seferber etmemişti ve Taksim’e çıkmak için, asıl olarak, “solcu” grupların desteğinin yeteceğini umuyordu (örneğin, İstanbul’daki üyelerini, 30 Nisan gecesi cep telefonlarına çektiği kısa mesajlarla 1 Mayıs’a çağıran KESK, onların toplanma yerlerine ulaşması için gerekli hiçbir önlemi almamıştı).

Bu sözde solcu bürokratlar, AKP iktidarının, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün halka, devlet otoritesinin PKK ile barış sürecinde zedelenmediğini gösterme ihtiyacı içinde olduğunu da hesaba katmadılar. Dahası, tam da PKK’nin sınır dışına çekilme sürecinde ve Suriye’ye askeri müdahale hazırlıklarının hızlandığı bir dönemde “solcu” DİSK / KESK bürokratlarına böylesi bir “jest” yapmak, geniş emekçi kitleler tarafından, “iktidarın geri adım atması” ve “muhalefetin zaferi” olarak algılanacaktı. Bu, hele de Meclis’te yumruk yumruğa kapıştığı CHP’nin -sembolik bir grup halinde de olsa- 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için ön plana çıktığı / çıkartıldığı koşullarda kendisini her zamankinden daha “kararlı” davranmak zorunda hisseden AKP’nin atabileceği en son adımdı.

Yüz yıldan uzun uluslararası deneyime sahip olan bir sınıfın siyasi temsilcisi olan AKP, meslek yaşamları küçük hesaplar ve ayak oyunları içinde geçen sendika bürokratlarından farklı olarak, İstanbul’daki 1 Mayıs 2013 kutlamalarının Taksim’in fiziksel sınırlarının çok daha ötesine taşan öneminin farkında olduğunu gösterdi.

Bu yüzden, iktidar, önceki yasaklı 1 Mayıslar’da kullandığı “Taksim’i savunma” yöntemini bir yana bıraktı; haftalar öncesinden başlattığı “kamuoyu hazırlama” faaliyetinin ardından, olağanüstü hal önlemlerini tüm kente yaydı ve bunun ardından polis terörüne başvurdu. Kazıdan dolayı “Taksim’de bir kişinin bile burnunun kanamasına izin vermem” yalanının arkasına sığınan hükümetin estirdiği polis terörü nedeniyle yüzlerce kişi yaralandı; gaz bombaları ve plastik mermiler hedef gözetilerek atıldı, kafasına gaz bombası isabet eden üç genç ağır yaralandı. AKP’nin bu taktiğinin tutmasında belirleyici olan etmen, sözde işçi sınıfını temsil eden sendikal ve siyasi önderliklerin 1 Mayıs öncesi dönemde -hatta yıllardır- izlediği işbirlikçi tavırdır.

Dahası, sendikaların sermaye ve iktidar karşısındaki bu konumu, AKP’ye, kentsel dönüşüm planını bütün hızıyla sürdürme ve Taksim’i miting alanı olmaktan çıkarma yönünde adım atma cesaretini vermiştir. Başbakan Erdoğan, 30 Nisan günü, partisinin TBMM Grubu’nda yaptığı konuşmada, “İstanbul’a sadece bu tür mitingler için Avrupa ve Anadolu yakasında iki yer inşa ediyoruz” diyerek, bunu açıkça ilan etti. 4 Mayıs günü yaptığı konuşmada da Taksim ve Kadıköy’ün mitinglere kapatılacağını belirtti. Devlet bürokrasisi, sermaye grupları ve hükümet ile sıkı ilişki içinde olan sendika bürokrasileri, İstanbul’da “kentsel dönüşüm” adı altında sürdürülen kapsamlı projeyle kentin ve meydanların işçilerden arındırılmasına karşı tamamen sessiz kalarak bu projeye ortak oluyorlar.

Sermayenin ve iktidarların işçi sınıfı içindeki gardiyanları rolü uzun süre önce açığa çıkmış olan sendikaların son otuz yıl içinde yaşamış olduğu köklü dönüşümün ifadesi olan bu durum, aynı zamanda, egemen sınıflara karşı gerçek bir işçi sınıfı alternatifinin, yalnızca Marksist bir yöntemle ve uluslararası sosyalist perspektifle yaratılabileceğini göstermektedir.

Sosyalist önderlik

Bir anayasa değişikliği ile taçlandırılması hesaplanan toplumsal karşı-devrime Suriye’ye yönelik açık savaş işaretlerinin eşlik ettiği bir süreçte gerçekleşen 1 Mayıs 2013, sermayenin ve AKP iktidarının önünde yerlere kapanan mevcut sendikal ve siyasal önderliklerin işçi sınıfına ve emekçilere sunabileceği hiçbir ilerici çözüm olmadığını göstermiştir. İşçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden bütün geleneksel sendikal ve siyasi yapılar, kabaca son otuz yıl içinde yaşadıkları evrim sürecinde şirketlerin ve burjuva iktidarların organik uzantıları haline gelmiş durumdalar. Onların bir kesimi, iktidarın kuyruğunda içeride toplumsal karşı-devrimi, dışarıda ise emperyalist planları destekliyor; diğer kesimi ise işçi sınıfını “ulusal çıkarlar” adı altında, sermayenin daha güçsüz kesimlerine yedeklemeye çabalıyor.

Öte yandan, AKP iktidarının 1 Mayıs 2013’te İstanbul’da başvurduğu olağanüstü hal uygulaması, iş çevreleri ve burjuva medyası tarafından estirilen “barış” rüzgârına ne tür fırtınaların eşlik edebileceğinin de işaretlerini vermektedir.

Sermaye ve iktidar, sayıları 15 milyona yaklaşan işçilerin yalnızca 800.000 kadarını (yaklaşık yüzde 5) temsil eden sendika bürokrasilerinin işçi sınıfını zaptedemeyeceğinin farkında. Egemen sınıflar, ekonomik kriz ve savaş bulutlarının yoğunlaştığı bir ortamda kaçınılmaz olarak patlayacak toplumsal fırtınalara, devletin baskı aygıtlarını güçlendirerek hazırlanıyorlar.

Egemenlerin en büyük korkusu, işçi sınıfının harekete geçmesi; sosyalist bir perspektife ve devrimci bir örgütlülüğe sahip olmasıdır. Bunu başarabilmenin tek yolu, burjuvazinin çeşitli kesimleri ve sendikal bürokrasiyle bayrakları karıştırmamak; işçi sınıfının devrimci politikasında ısrar etmektir.

İşçi sınıfının, burjuvazinin bu saldırısını püskürtebilmesi ve Ortadoğu’da içine sürüklendiği savaşı engelleyebilmesi için, yeni türde kitlesel örgütlenmelerini ve Marksist devrimci partisini inşa etmesi gerekiyor. Kitlesel ve sınıf mücadeleci yeni 1 Mayıslar’ın yaratılması, işçi sınıfının bu uğurda vereceği uzun soluklu mücadelenin ürünü olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir