MESS grup toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden anlaşma çıkmaması sonucunda sektördeki 130.000 dolayındaki metal işçisinin örgütlü olduğu üç sendikanın (Türk Metal, Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş) birbiri ardına grev kararını açıklamasını, önce MESS’in lokavt kararı, ardından da hükümetin yasak ilanı izledi.
Ekim ayında başlayan toplu sözleşme görüşmelerinde, MESS’in işçilerle alay eder bir şekilde yaptığı zam teklifleri, çalışma koşullarını “esnekleştirme” adımları ve 3 yıllık sözleşme ısrarı, patronların OHAL koşullarında ellerini ne kadar güçlü hissettiklerini gösteriyordu.
Bunda da hasız sayılmazlardı. Zira Cumhurbaşkanı Recep tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Temmuz ayında, “Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.” sözleriyle, OHAL’in asıl olarak işçi sınıfını hedef aldığını açıkça ilan etmişti.
MESS’in on binlerce metal işçisinin büyük bir tepkiyle karşılayacağı açık olan dayatmasında ısrar etmesi karşısında, önce TİS sürecinde 110 bin dolayında işçiyi temsil eden Türk Metal bürokratları, onlardan birkaç gün sonra da Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş bürokratları 2 Şubat’ta greve çıkacaklarını ilan ettiler.
Bakanlar Kurulu’nun grevi “Milli güvenliği bozucu nitelikte” (!) olması gerekçesiyle “60 gün süreyle erteleme”, yani yasaklama kararı resmi gazetede Cuma günü yayınlanmış olsa da, karar aslında 24 Ocak’ta, yani MESS’in lokavt kararı aldığı gün alınmıştı.
Grevin, sendikaları ağır bir yükten kurtaracak şekilde yasaklanmasıyla ortaya çıkan durum, artık hiç kimse için şaşırtıcı değildir. Ancak sendikaları grev kararı almaya iten şeyin ne olduğunu kavramak, işçilerin ileriye giden bir yol bulması için büyük önem taşıyor.
Yıllardır Türkiye’nin en büyük şirketlerinin koltuk değnekliğini yapmış olan bu sendikaların, tam da hükümetin Suriye’de yeni bir harekat başlattığı koşullarda “grev” kararı alması, işçi sınıfının hak kayıplarına, artan sömürüye, yoksulluğa ve baskıya karşı öfkesinin hangi boyuta ulaştığının açık bir göstergesidir. Daha önceki yıllarda olduğu gibi açık satış anlaşmalarını hemen imzalamak yerine özellikle Birleşik Metal-İş’in işbirliğini gizlemek için kullandığı yolu tutan sendika bürokratları, “biz elimizden geleni yaptık” diyebilmeyi hesaplıyorlardı.
Hükümetin ve MHP’nin denetimindeki Türk Metal ve Çelik-İş sendikalarının bir yandan savaşa destek açıklaması yapıp işçileri milliyetçilik ve militarizmle zehirlemeye çalışırken, diğer yandan sözde bir “grev” kararı alması, onların, işçileri başka türlü denetleyemeyeceklerinin farkında olduklarını gösteren hesaplı bir adımdı.
Savaşa açık destek veren CHP’nin güdümündeki sözde “muhalif” ve “solcu” pozu takınmaya çalışan DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş bürokratlarının Türk Metal’in hemen ardından grev kararını ilan etmesi ve onu Çelik-İş’in izlemesi, aynı zamanda, sendika bürokratlarının işçilerin gözünde yerlerde sürünen itibarlarını toparlama yönündeki rekabetinin bir ifadesiydi.
Beklenen grev yasağının gelmesiyle birlikte, Türk Metal, MESS ile dün yapılan görüşmenin ardından, patronların ilk altı ay zammını yüzde 13,2’ye çıkarmış olması üzerinden anlaşmanın yolunu yaparken, Birleşik Metal-İş sendikası, yaptığı açıklamada grev yasağını tanımayacağını ilan ediyor.
Sahte sol grupların, “İşte, bizim mücadeleci sendikamız!” diyerek alkışlayacağı bu sahte tavır, metal işçilerini asla aldatmamalıdır. Metal işçileri, grevlerine sahip çıkmak, onu ileriye taşımak ve işçi sınıfının geniş kesimlerini harekete geçirmek için, yalnızca hükümetin ve diğer burjuva partilerinin değil ama sendikaların şirket yanlısı rolünü de kavramak zorundalar.
Gerçek şu ki, işçileri kontrol altında tutmak için göstermelik çıkışlarla itibar kazanmaya çalışan Birleşik Metal-İş bürokratlarının, Türk Metal’deki ya da Çelik-İş’teki meslektaşlarından farklı hiçbir yanı yoktur.
Düzen partilerinin işçi sınıfı içindeki uzantıları olan bu sendikalar, kapitalizmi ve onun neden olduğu savaşı desteklemekte; işçilere ileriye giden bir yol sunmak şöyle dursun, onları mevcut sefalet ve sömürü koşullarında tutmak için ellerinden geleni yapmaktadır.
Son birkaç yılın deneyimi hatırlandığında, sendikaların metal işçilerine nasıl bir tuzak hazırlamakta olduğu açıkça görülecektir.
Türk Metal’in en son grev kararı aldığı bir önceki tarih, 2013 yılıydı. Sektördeki bu en sağcı ve en büyük sendikayı yine diğer iki sendika izlemiş; Türk Metal, grev için hiçbir tarih vermezken, Birleşik Metal-İş sendikası grevin tarihini 3 Haziran olarak ilan etmişti.
O günlerde “Gezi Parkı protestoları” olarak bilinen kitle gösterilerinin patlak vermesi, bu sendikaların hükümetin ve şirketlerin imdadına yetişmek söz konusu olduğunda nasıl hiç zaman kaybetmeden birleştiklerini açıkça gözler önüne sermişti. Türk Metal açık bir satış sözleşmesine imza atarken, Birleşik Metal-İş sendikası, 3 Haziran’da greve çıkmak çöyle dursun, MESS ile görüşmeleri sürdürmüş ve benzeri bir satış sözleşmesine imza atmış; böylece, işçi sınıfının kitlesel protestolara müdahale etme olasılığının da önüne geçmişti.
Bir sonraki dönem toplu sözleşmesinde de grev kararı alan Birleşik Metal-İş yöneticileri, 29 Ocak 2015’teki grevin ikinci günde yasaklanmasına, direnmeye hazır olan işçilere bizzat işbaşı yaptırarak ve grev yasağını tanımayan işçileri tehdit ederek karşılık vermişlerdi.
Birleşik Metal-İş bürokratları, şimdi, hükümetin grev yasağı kararına karşı yaptıkları açıklamada, “… grev yasağını, daha önce EMİS işyerlerinde tanımadığımız gibi, şimdi de TANIMIYORUZ.” diyorlar. Bu iddia, açık bir yalandır.
Gerçekte, Birleşik Metal-İş, geçtiğimiz yılın Ocak ayındaki o grev kararını, “grev yasağını tanımadığı” için değil; hükümetin yine beklendiği üzere grevi yasaklamasına büyük tepki gösteren metal işçilerinin öfkesi ve basıncı karşısında, zorunlu olarak almıştı.
Aynı Türk Metal bürokratları gibi, 2015’teki büyük metal grevlerinden gerekli dersleri çıkarmış olan Birleşik Metal-İş yöneticilerinin bu kararı, işçilerin sendikadan bağımsız bir şekilde harekete geçmesini engelleme çabasının bir ifadesiydi.
O karardan iki gün önce Bursa’daki Asil Çelik fabrikasındaki grevin yasaklanmasına sessiz kalmış olan sendikacılar, ardından, EMİS’e bağlı işyerlerinde ortaya çıkan işçi direnişiniboğmak üzere önderliği aldılar ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın davetiyle yaptıkları görüşmede EMİS’in satış anlaşmasını imzaladılar.
30 Ocak’ta bir kez daha MESS ile görüşecek olan Birleşik Metal-İş bürokratlarının “mücadeleciliği”ni anlamak için yukarıdaki örnekler fazlasıyla yeterlidir. Ancak onların ikiyüzlülüğünün boyutu, 2015’teki fiili metal grevleri sürecinde direnen işçileri yalnız bıraktıkları ve örgütlü oldukları fabrikalarda işçilerin dayanışma grevine gitmesini engelledikleri gerçeği hatırlandığında tam olarak anlaşılabilir.
Daha önceki yıllarda işaretlerini vermiş olan 2015’teki öfke patlaması, işçilerin, sendikalardan bağımsız ve onlara karşı hareket etmedikçe ileriye giden bir yol bulamayacaklarını açıkça gözler önüne sermiştir. Ancak bu, kesinlikle tek başına yeterli değildir.
Birçok işçinin en az şirketler kadar nefret ettiği sendikaların alternatifi, bizzat tabandaki işçiler tarafından seçilecek fabrika ve işyeri komiteleridir. Bu, aynı zamanda, sendikaların milliyetçi, savaş ve kapitalizm yanlısı perspektifinin reddedilmesi; işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü doğrultusunda enternasyonalist ve sosyalist bir perspektifin benimsenmesi gerektiği anlamına gelir.
Dünya Sosyalist Web Sitesi (WSWS) ve Toplumsal Eşitlik, yıllardır, işçilere şu gerçeği anlatıyor: dünya kapitalist krizinin yön verdiği savaş, diktatörlük ve toplumsal karşıdevrim koşullarında, işçilerin işlerini savunması, ücretlerini ve sosyal haklarını iyileştirmesi ve insanca yaşaması uğruna mücadele, sosyalizm uğruna mücadele demektir.
Mevcut kapitalist düzende ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileşebileceğini, barışın ve demokrasinin geleceğini iddia edenler (hükümet ve diğer burjuva partileri ile sendikalar ve sahte solcular) yalan söylüyor ve işçileri, daha da kötüleşecek olan sömürüye ve baskıya karşı koyamayacak hale getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Şirket-hükümet-sendika ortaklığı ve onların savunucusu medya sayesinde sürdürülebilen bu durumu değiştirebilecek tek güç tabandaki işçilerdir. Ancak, başta işçi sınıfının artan sömürüye, işsizliğe, yoksulluğa, toplumsal eşitsizliğe ve baskılara karşı mücadelesinde başı çeken metal sektöründe çalışanlar olmak üzere, işçilerin bunu başarabilmesi için sosyalist bir stratejiye ihtiyacı var.
İşçiler, yaşam ve çalışma koşullarına yönelik artan saldırılar ve başta grev hakkı olmak üzere demokratik haklarının ayaklar altına alınması ile tırmanan militarizm ve savaş politikaları arasındaki kopmaz bağı kavramak zorundalar. Militarizm ve savaş, görülmemiş bir boyuta ulaşan toplumsal eşitsizliğin yarattığı öfkeyi bastırmak ve işçilerin sömürüsü üzerinden durmadan büyüyen muazzam servetini korumak için her şeyi göze almış olan egemen sınıfların uluslararası işçi sınıfına karşı stratejik bir hamlesidir.
Ancak bu stratejinin arkasında, tek tek patronların niyetleri değil; küresel bir sistem olarak kapitalizmin, üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsallaşmış karakteri arasındaki temel çelişkisi yatmaktadır. Bir yanda milyonlarca işçi ve ailesi sefalet içinde ya da kıt kanaat geçinmeye çalışırken, diğer yanda bir avuç asalak işçi sınıfından gasp edilmiş bir servetin içinde yüzüyor.
Bu çelişkinin bir diğer ifadesi, ekonominin küreselleşmiş karakteri ile dünyanın rakip ulus devletlere bölünmüşlüğü arasındaki çelişkidir. Bu çelişki, 1991’de Sovyetler Birliği’nin Stalinist bürokrasi eliyle dağıtılmasının ardından kapitalist dünyada hüküm süren kısa süreli zafer sarhoşluğunun ardından, özellikle de 2008 krizinden sonra patlama noktasına gelecek şekilde yoğunlaşmıştır. Her biri kendi ulus devletinin desteği ile küresel piyasalara açılmış olan rakip kapitalist sınıflar, şimdi, konumlarını rakiplerinin aleyhine koruyabilmek ve geliştirebilmek için, yeni bir emperyalist paylaşım savaşını tırmandırıyorlar. Yaklaşık yedi yıldır devam eden Suriye savaşı, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren bu emperyalist paylaşım savaşının vekiller üzerinden yürütülen bir parçasıdır.
Bugün Türkiyeli egemenlerin yüz binlerce Suriyeliyi katleden, milyonlarcasını yerinden yurdundan eden bu emperyalist müdahalenin ve vekil savaşının başlıca suç ortakları değilmişçesine bir poz takınmaları ve “Zeytin Dalı Harekatı”nı bir “barış müdahalesi” gibi sunmaya çalışmaları, bu harekatın gerici emperyalist bir savaşın parçası olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu, işçilerin ya da Ortadoğu halklarının çıkarları için değil, kapitalist sınıfın çıkarları için yürütülen ve her durumda, Ortadoğu işçi sınıfını yıkıma uğratacak gerici bir savaştır. Ne hükümet ne onu destekleyen “muhalefet” ne de sendikalar Ortadoğu’da sürüp giden emperyalist savaşa karşıdır ve kalıcı bir barış çözümü ileri sürebilmektedir.
Çünkü kalıcı barış, savaşı doğuran kapitalizmin ve onun üzerinde yükselen ulus devletlerin ve ulusal sınırların ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir ve tüm bu güçler her şeyden çok buna ve bunu gerçekleştirebilecek tek güç olan uluslararası işçi sınıfına düşmandır.
Gerçek şu ki, işçiler savaşa karşı çıkmaksızın ve kendi bağımsız politikalarını geliştirmeksizin hiçbir haklarını koruyamaz ve yeni saldırılara engel olamazlar. Hükümetin grev yasağına karşı çıkmak, egemen sınıfın savaş, diktatörlük ve toplumsal karşıdevrim stratejisine karşı çıkmak demektir. Bu mücadelede metal işçilerinin tek müttefiki, Türkiye işçi sınıfının diğer kesimleri ve uluslararası işçi sınıfıdır.
Romanya’da Ford işçilerinin fiili grevi, İran’da ve Tunus’ta kitlelerin sokaklara dökülmesi, Almanya’da ve Yunanistan’da gerçekleşen grevler, Amerika Birleşik Devletleri’nde şirket maşası sendikalara karşı büyüyen öfke ve Türkiye’de giderek artan iş bırakma ve protesto eylemleri, uluslararası sınıf mücadelesinin yükselişinin birbirini tamamlayan işaretleridir.
Dünya işçilerini tek bir program ve örgütlenme altında kapitalizme ve savaşa karşı birleştirme stratejisi; yalnızca bu sosyalist strateji insanlık için ileriye giden bir yol sunmaktadır. Öncü işçilerin bu perspektifi fabrikalarında ve işyerlerinde yayması; sendikalardan bağımsız taban komitelerinin kurulmasını sağlaması ve Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşasına katılması, metal işçilerinin ve işçi sınıfının diğer kesimlerinin önümüzdeki mücadelelerini ileriye taşımanın tek yoludur.
2 Şubat grevini sendikaların satışına ve hükümetin yasaklarına karşı savunmak için bağımsız grev komiteleri kurun!
OHAL teröre değil, işçi sınıfı muhalefetine karşıdır. Grev hakkını savunmak için diktatörlük ve savaş yönelimine karşı çıkın!
Şirketlerin küresel saldırısına karşı işçi sınıfının uluslararası mücadele birliği için!
Uluslararası işçi sınıfının devrimci partisi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşasına katılın!