Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Ocak ayının ortasında ilan ettiği ve 29 Ocak’ta başlayan metal grevi 2. gününde, gerçekte toplanma gereği bile duymayan bir Bakanlar Kurulu kararı adı altında hükümet tarafından yasaklandı. Karara göre, hem 29 Ocak’ta başlayan hem de 19 Şubat’ta başlaması planlanan toplam 15 bin metal işçisinin grevi, “milli güvenliği” tehdit ettiği bahanesiyle 60 gün süreyle ertelendi.
“Erteleme” adı verilen süreç, daha önceki örneklerden de bildiğimiz üzere, açık bir yasaklamadır. Sendika bürokrasilerinin biat ettiği bu karar sonucunda devreye giren Yüksek Hakem Kurulu sözleşmenin sonucuna karar vermekte ve geçtiğimiz yıl Şişecam grevinin ertelenmesinde olduğu gibi sendika bürokratları da buna uymaktadır. Sendikacıların yasağa karşı yaptıkları tek şey “yürütmeyi durdurma” başvurusuyla sınırlıdır.
Hükümetin bu kararı, Türkiye’de işçi sınıfının zaten küçük bir kesimi için söz konusu olan grev hakkının bir bütün olarak ortadan kaldırılmış olduğunun açık bir ilanıdır. Küresel sermaye ve Türkiye burjuvazisinin temsilcisi olan AKP hükümetleri döneminde defalarca başvurulan grev yasağının bahanesi, “milli güvenlik ve sağlığın” tehdit altında olmasıdır.
Gerçekte tehdit altına girebilecek olan şey, kapitalistlerin kar ve çıkarları ile işçi sınıfının boyunduruk altında tutulmasıdır. Geçmişte olduğu gibi bugün de, bu durum, “milli güvenlik” ve “ulusal çıkar” söylemlerinin, yalnızca burjuvazinin iktidarını ve çıkarlarını gizlemek adına kullanıldığının da açık bir itirafıdır.
Bu yasak, iktidarın kapitalistlerin çıkarları için hizmet eden bir aygıt olduğunu ilan ettiği kadar, grev hakkının, bizzat sermayenin iktidarı tarafından çıkarılan yasalara bağlı kalarak savunulamayacağını da göstermektedir. İşçi sınıfı, grev hakkını kazanmak için yeni bir Kavel grevine ihtiyaç duymaktadır.
Fakat yeni bir Kavel ve meşru-militan sınıf mücadelesi, sendika bürokratları önderliğinde değil, yalnızca onların aşılmasıyla mümkündür. İşçilerin tabandan gelen basıncıyla grev kararını uygulayan Birleşik Metal-İş bürokratları, tabandaki işçilerden farklı çıkarlara sahiptir. Onlar, sendika yönetim kurulu seçimlerini kazanmalarına veya Süleyman Çelebi gibi milletvekilliği peşinde koşmalarına hizmet ettiği sürece “mücadeleci” söylemleri demagojik bir şekilde kullanmakta ustalar.
Ama ne onlar ve ne de onları sorgusuz sualsiz alkışlayan, bugün de sendika bürokratlarını alkışlamak adına sıraya geçen sahte sol gruplar, Birleşik Metal-İş’in önceki toplu sözleşmelerde neden greve çıkmayıp “sarı” Türk-Metal’in sözleşmesini imzaladığını, özellikle de 2013 Gezi Parkı gösterileri sırasında grev kararını iptal edip sözleşmeyi imzalamaya koştuklarını açıklama ihtiyacı duymaz.
Metal sektöründeki toplu iş sözleşmesi (TİS) sürecine ilişkin yazımızda bu durumu şu şekilde açıklamıştık: “Hatırlanacağı üzere, Gezi Parkı protestoları sırasında, işçi sınıfının üretimden gelen gücüyle mücadeleye katılması ve onu ileriye taşıma olasılığını önleyenler de DİSK ve Birleşik Metal bürokratlarıydı. Sözde ‘solcu’ sendika bürokrasisinin iktidara ve patronlara sunduğu bu yeri doldurulmaz hizmeti, Toplumsal Eşitlik’ten başka hiçbir siyasi çevre, üstelik de Gezi Parkı protestolarının doruk noktasında, açıkça teşhir etme cesaretini gösterememişti. Çünkü bunu ifade etmek, ‘sol’ sendika bürokrasilerine danışmanlık yapan sahte solcu önderliklerin, hem siyasi programlarını bir bütün olarak gözden geçirmesini hem de sendikalarla olan çıkar ilişkilerini reddetmesini gerektirecekti. Bu, açıktır ki, söz konusu küçük burjuva önderliklerin sınıfsal çıkarlarına aykırıydı.” [1]
29 Ocak’ta tüm üye fabrikalarda ilan edilen grevin neden ikiye bölünüp bir kısmının 19 Şubat’a bırakıldığını, yani işçilerin birleşik grevinin neden bölündüğünü sorgulama ihtiyacı da duymayan sahte sol gruplar, bu grevin daha başlamadan AKP hükümeti eliyle keyfi bir şekilde yasaklanacağının belli olmasına rağmen sendika bürokratlarının buna karşı neden hiçbir şey yapmadığını da sorgulamaya gerek görmemektedir.
Bu ilkesizlik, Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu’nun, ulusalcı-reformist solun birleşme noktası olan Birleşik Haziran Hareketi’nde yer almasında doruk noktasına ulaşmıştır.
Bugün MESS ile toplu sözleşmeye giden metal işçilerinin büyük çoğunluğunu genç işçiler oluşturuyor. Bu işçiler ağır sanayi sektöründeki işlerine asgari ücretin çok az üstünde bir ücretle ve sosyal hakları budanmış bir şekilde başlıyor. Bu aşamaya bir günde gelinmediğini hatırlatmak gerekiyor. Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin, sendika bürokratlarını grevi uygulamaya zorlamasının, grev oylaması yapılan fabrikalarda –beyaz yakalıların da kısmi desteğiyle- büyük çoğunlukla “evet” oyu çıkmasının arkasında yatan neden, metal işçilerinin, sendika bürokratlarının yıllardır göz yumduğu sermaye saldırısına “artık yeter” demesidir.
29 Ocak grevi başlamadan ve grevin ilk gününde MESS’ten ayrılıp sendika bürokratlarıyla anlaşma yoluna giden fabrikaların bu yolu seçmesinin nedeni greve zor bir dönemde yakalanmış olmalarıydı. Birleşik Metal-İş bürokratları buna rağmen grev kararına yol açan taleplerinden geri adım atarak ve iddia ettiklerinin aksine işçilere danışmadan anlaşmaları imzaladılar. Bu, greve zor dönemde yakalanan patronları kurtarmaktan başka bir anlama gelmiyor.
Grevin başlamasının çok daha öncesinden itibaren, patronlara, “MESS’ten ayrılın sözleşmeyi imzalayın” çağrısı yapan Birleşik Metal-İş bürokratları, greve çıkmak istemediklerini açıkça ilan ederken, MESS’i bölme adına, gerçekte metal işçilerini bölmektedir. Bundan sonra, MESS’ten ayrılan patronlarla ayrı görüşmeler yapılacak, söz konusu işyerlerindeki işçilerin, olası MESS grevlerine katılması önlenmiş olacaktır.
Benzer şekilde, grev yasağına karşı fabrika işgali gerçekleştirerek greve sahip çıkan Ejot Tezmak ve Paksan işçilerinin sendika bürokrasisinin 31 Ocak toplantısının ardından işgali sona erdirmeye çağrılmaları da aynı sınıf işbirlikçiliğinin bir ürünüdür. “Mücadeleci” denilen sendika bürokratları, bu iki fabrikadaki işçilerin diğer metal işçilerine örnek olabileceğinin bilinciyle meşru mücadeleyi baltalamaya çalıştılar. Tüm fabrikalarda ortaya çıkan huzursuzluk, kimi fabrikalarda işyerine girip üretmeme biçimini alırken sendika bürokratları işçilere işbaşı yaptırmaya çalışıyor.
31 Ocak’ta ilan edilen Birleşik Metal-İş Başkanlar Kurulu Sonuç Bildirgesi, ikiyüzlülüğün ve sendikacılığın ne olduğunun bir ilanıdır. Sermaye sınıfı ve metal patronları adına AKP iktidarının grevi yasaklamasına “sözde” karşı çıkan sendika bürokratları, karara biat ettiklerini açıklıyor ve buna karşı çıkanları da kendilerine karşı çıkmış olarak kabul edeceklerini ilan ederek tehdit ediyorlar.
İşçilerin kendi kontrollerinden çıkmasından aynı kapitalistler gibi korkan sendikacılar, “Mücadelenin bu yeni evresinin en önemli koşulu sınıf bilinci ve sendikal disiplin içinde hareket edilmesi, sendikamız kurul kararları dışında hiçbir kararın tartışılmaması, uygulanmaması ve dışlanmasıdır. Tüm dayanışma gösteren kurum ve kuruluşların da bu temel ilkeyi gözetmelerini kendilerinden bekliyoruz.” [2] diyerek, grev yasağına ve sendikanın buna itaat etmesine karşı çıkacak işçilere ve sosyalistlere gözdağı veriyorlar.
“Sermaye örgütünün ve sermaye hükümetinin” uyarılacağını iddia ederek birkaç göstermelik eylem yapabileceğinin işaretine veren Birleşik Metal-İş bürokratları, yine patronlara MESS’ten ayrılıp sözleşmeyi imzalama çağrısı yapıyor. Sendikanın bu açıklaması, mücadeleyi sürdürme söylemi altında, yasağı kabullenmekten ve işçilere de bunu kabul ettirmekten başka bir amaç gütmemektedir.
“Mücadeleci”sinden “sarı”sına tüm sendikaların işçi sınıfını kontrol altında tutma, bölme ve burjuva bilinç ve sistem sınırları içerisine hapsetme temel işlevi hatırlandığında bu sonuç şaşırtıcı değildir. Sendikaların bu rolüne omuz veren sahte sol grupların bu tavrı da alkışlayacağı ve teşhir etmeyeceği açıktır.
İşçilerin tabanda örgütlenmemesi ve tüm sürecin kontrolünü sendika bürokratlarına bırakması, işçilerin parçalanması ve karar süreçlerinden tamamen dışlanması anlamına gelmektedir. Sendikacıların ve sahte solun “sendikacılara güvenin” çağrısına karşı, bütün metal işçilerini birleştirecek bir işleve sahip olacak şekilde tüm fabrikalarda taban komiteleri seçilmeli, işçiler geleceklerini sendika yönetiminin elinden kendi ellerine almalıdır.
Bir buçuk milyona yakın işçinin çalıştığı Türkiye metal işkolunda toplam sendikalı işçi sayısı yalnızca 230 bin civarında. Birleşik Metal-İş üyesi 15 bin işçinin grevi, her ne kadar metal sanayisi proletaryasının küçük bir azınlığını ifade ediyor olsa da, içinde taşıdığı potansiyel nedeniyle bile sermaye sınıfını hiç vakit kaybetmeden yasaklama saldırısını gerçekleştirmeye zorlamış; sendika da buna biat etmiştir.
Söz konusu olan, yalnızca MESS kapitalistlerinin kar ve çıkarlarını korumak değil, bir bütün olarak sermaye saldırısını geliştirmek ve bu saldırıya bir tehdit oluşturabilecek bir kıvılcımı önleme hedefidir. Çünkü “Önümüzdeki günler, 2008 krizinin ardından yüz binlerce kişinin işten çıkarılmasını ve yeni yasa saldırılarıyla işçi sınıfının haklarının gasp edilmesini aşacak denli bir saldırıya gebe”dir. [3]
Greve çıkan 15 bin işçi, Türk Metal ve Çelik-İş’in boyunduruğu altındaki işçileri de harekete geçirebilir ve metal sanayisindeki sıkıyönetimi parçalayacak bir ateşi yakabilirdi.
Bu, her şeyden önemlisi, yıllardır gerçek bir grevin yapılamadığı Türkiye’de, işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağının da atılması tehlikesini içeriyordu.
Sermaye sınıfı ve AKP iktidarı için söz konusu olan böylesi bir tehdidin gerçeklik kazanması, metal grevindeki sendikanın sınıf işbirlikçisi rolünde de bir kez daha görüldüğü gibi, yalnızca sendikaların ve burjuva diktatörlüğünü ifade eden yasal engellerin aşılmasıyla mümkündür.
Fabrikalarını işgal eden, grev yasağına karşı mücadele çağrısı yapan işçiler, tutulması gereken yolu göstermektedir: devrimci sınıf mücadelesi. Unutmamak gerekir ki, tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, grev hakkı, “yasadışı” denilen Kavel greviyle, işçi sınıfının meşru militan mücadelesiyle elde edilmiştir.
Burjuvazinin dünyanın dört bir yanındaki toplumsal karşı-devrim, polis devleti inşası ve savaş yönelimi saldırısı kapitalizmin sınırları içerisinde püskürtülemez. İşçi sınıfının, sosyalist sınıf bilinciyle donanmış devrimci enternasyonalist partisinin örgütlenmesi ve kapitalizme karşı sosyalizm uğruna mücadeleye girişmekten başka bir yol bulunmamaktadır.