Ankara’da yaşanan katliamın 4. yılında Yayın Kurulumuzun 10.10.2015 tarihinde yazdığı ve hala güncelliğini koruyan yazısını siz okurlarımızla tekrar paylaşmak istiyoruz.
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin çağrısıyla Ankara’da düzenlenen “Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi, Barış Emek Demokrasi” mitingi öncesinde Tren Garı kavşağında iki bombanın patlatılması sonucunda, TTB’nin son açıklamasına göre en az 97 kişi katledildi, bir kısmı ağır 400 kişi yaralandı. Mitinge katılacak olan insanların toplanmaya başladığı alanda gerçekleşen bu saldırı, işçi sınıfına ve gençliğe yönelik uzun ve kanlı bir yıldırma (terör) sürecinin parçasıdır.
Arkasında hangi “örgüt” yatıyor olursa olsun, bu katliamın başlıca sorumlusu, mevcut siyasi iktidardır. Ankara’daki mitingin savaş ve terör kışkırtıcısı odaklar tarafından günlerdir hedef tahtasına yerleştirildiği ve bunun açıkça ilan edildiği biliniyor; sosyal medya üzerinden, ikinci bir Suruç’un yaşanabileceğine ilişkin mesajlar paylaşılıyordu.
Buna karşılık iktidar, polisin saldırının hemen ardından kitleye göz yaşartıcı gaz kullanarak müdahale etmesi ve ambulansların yarım saat geç gelmesi bir yana, bu mitingin güvenliğini sağlayacak en temel önlemleri bile almamıştır. Bu gerçek, iktidar partisinin Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin tarafından saldırının hemen ardından yapılan açıklamada ifade edildi. “Ankara’da bir yürüyüş yapılırken çevrede de çok ciddi aramaların yapılması, bu tür eylemlerin meydana gelmemesiyle ilgili tedbirlerin alınması icabet ederdi,” diyen Şahin, aslında, muhtemelen farkında olmadan, katliamın sorumlusunun AKP iktidarı olduğunu ifade ediyordu.
Ankara’daki katliamın başlıca siyasi ve mesleki sorumlusu olan İçişleri Bakanı Altınok, bombalı saldırının ardından düzenlediği basın toplantısında, kendisine, “Güvenlik açığı olup olmadığını; dolayısıyla istifa etmeyi düşünüyor musunuz?” sorusunu yönelten bir gazeteciye, “herhangi bir güvenlik açığı olduğunu düşünmüyorum. Sıhhiye Meydanı’nda gerekli önlemler alınmıştı,” dedi. Soruya, Adalet Bakanı Kenan İpek pişkince gülümseyerek karşılık verdi.
Ankara’nın göbeğinde düzenlenen bombalı bir saldırıda yüze yakın insan katlediliyor, yüzlercesi yaralanıyor ve sözde “yurttaşların güvenliğini sağlamakla yükümlü” olan bakan, “herhangi bir güvenlik açığı olduğunu düşünmüyor”! İçişleri Bakanı’nın ve Adalet Bakanı’nın, şu anda 97 olarak açıklanan ve ne yazık ki artması muhtemel olan ölümler karşısında sergilediği bu akıl almaz duyarsızlık, bir bütün olarak egemen sınıfın insan yaşamına yönelik mide bulandırıcı küçümsemesinin en son örneğidir.
AKP’li yönetici seçkinlerin insan aklını ve sabrını zorlayan pervasızlığı bununla da sınırlı kalmıyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Ankara’daki patlamanın ardından yaptığı açıklamada, onun arkasında HDP’nin olduğunu ima edecek kadar ileri gitti. Eroğlu, “Biliyorsunuz daha önce Diyarbakır’da seçimlerden önce sırf barajı aşsın diye, mağdur görünsünler diye böyle bir provokatif eylem yapıldı,” dedi. Eroğlu’nun bu akıllara ziyan açıklaması, düşman olarak görülen insanların katledilmesinden duyulan memnuniyetin ve kriz içindeki egemen sınıfın siyasi temsilcilerinin psikolojik dengelerini de yitirmiş olduklarının ifadesidir.
Başbakan Davutoğlu, yaptığı açıklamada, ikiyüzlüce, Türkiye’de 3 gün ulusal yas ilan edildiğini açıkladı. Ankara’daki katliamı “ülkemizin huzuruna, istikrarına doğrudan bir saldırıdır. Bu saldırı halkımızın her kesiminedir,” sözleriyle tanımlayan Davutoğlu, “Teröre karşı ortak bir tavırda buluşalım, ortak bir çağrıda buluşalım… Bugün teröre karşı dayanışma günüdür. Teröre karşı ortak tavır almalıyız,” dedi.
Buna karşılık, CHP’nin ve MHP’nin genel başkanları ile yeniden görüşmeyi planladığını belirten Başbakan, partisinin ve siyasi iktidarın HDP’yi yok sayan tavrını sürdürdü. Davutoğlu, açıklamasında, saldırıdan devleti sorumlu tutan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a saldırdı ve onu “halkı sokağa dökme” ve “yangını ülke yangınına çevirme” peşinde olmakla suçladı.
Aylardır devlet güçlerinin ve siyasi iktidarın kışkırttığı faşist çetelerin saldırıları ile karşı karşıya olan ve siyasi iktidarın sorumluluğundaki terör saldırılarında yüzü aşkın üyesi ve destekçisi öldürülen HDP’nin Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Ankara’daki katliam sonrasında yaptığı açıklamada, saldırının arkasındaki gücün, aslında ortada olduğunu belirterek, “karanlık, derin, dış güçlerin yaptığı bir olay değil,” demişti. Katliamdan, onun mağduru olan HDP’yi suçlayan AKP’li yöneticilerin ve bakanların istifa etmemelerini bundan “çok memnun” olmaları şeklinde yorumlayan Demirtaş, “Devletin beslediği çetelerle kardeşlik hukukumuz yok. Hesabı sorulacak,” vurgusu yaptı.
Ana muhalefet partisi CHP’nin önderi Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Ankara’daki katliam karşısındaki ilk tepkisi, “Türkiye böyle bir tabloyu hak etmiyor, yazık günah bu ülkeye hepimizin siyasi görüşü ne olursa olsun terörü lanetlemesi lazım. Türkiye’ye böyle bir tabloyu yaşatmaya kimsenin gücü yetmez. Üzgünüm, üzüntülüyüm,” şeklinde oldu. Bununla birlikte, Kılıçdaroğlu bununla yetinmedi ve Suriye’de işlenen insanlık suçlarında büyük payı olan ve “terörle mücadele” maskesi altında Kürt emekçileri ve gençliği üzerinde devlet terörü estiren AKP’ye bir “açık çek” daha verdi: “Terörü bitirme konusunda açık çek veriyorum, kim ne istiyorsa açık çağrıda bulunuyorum. Bizden bir şey mi istiyorsunuz, bütün gücümüzle hazırız.”
Ankara’daki katliama yönelik en “sert” tepki, mitingin düzenleyicisi olan sendikalardan ve meslek örgütlerinden geldi. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun sözleriyle, “Bu faşist AKP iktidarından, bu katliamcı gelenekten hesap soruluncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz, gelişmelerin takipçisi olacağız,” diyerek, 12 ve 13 Ekim günleri için grev ilan ettiklerini duyurdu.
Bu, AKP iktidarının, Ankara’daki katliamdan, kendi seçim gündemini ilerletmek, toplumsal muhalefeti sindirmek ve temel demokratik hakları daha da geriletmek için yararlanmaya çalıştığı koşullarda, kuşkusuz, yok sayılmaması ya da hafife alınmaması gereken bir karardır. Bununla birlikte, egemen sınıfın 13 yıllık AKP iktidarları eliyle işçi sınıfına ve gençliğe yönelik saldırılarına karşı bu güne kadar hiçbir ciddi eylem örgütlememiş olan bu örgütlerin kendi kararlarını ne ölçüde uygulayacakları oldukça kuşkuludur.
DİSK’e ve KESK’e bağlı sendikalara üye emekçiler, işçi sınıfının farklı kesimlerinin (Tekel, Telekom, THY, metal vb.) bugüne kadar giriştikleri bütün mücadeleleri yalıtan ve kıran; Gezi Parkı protestolarının işçilerin örgütlü katılımıyla gerçek bir toplumsal muhalefet dalgasına dönüşüp iktidarı alaşağı etmesini engelleyen; iktidarın Suriye’de izlediği savaş politikası ve Kürt illerinde estirdiği terör karşısında göstermelik basın açıklamaları dışında hiçbir şey yapmayan bu önderliklere zerre kadar güvenmemelidir. Bu önderliklerin, Gezi Parkı protestoları sürecinde ve Soma katliamının ardından ilan ettikleri genel grevleri en düşük katılımla sınırlayıp fiilen etkisizleştirmeleri, 12-13 Ekim genel grev kararını nasıl gerçekleştireceklerini göstermektedir.
İşçi sınıfının, Ortadoğu’yla, özellikle de Suriye’yle doğrudan bağlantılı bir şekilde içeride tırmandırılan savaşa ve katliamlara karşı, egemenlerin savaş ve diktatörlük yönelimini durdurmak için asıl ihtiyaç duyduğu şey, basitçe “AKP karşıtlığı” ile sınırlı olmayan, kapitalizm ve militarizm karşıtı enternasyonalist sosyalist bir perspektif ve bu perspektif temelinde kitlesel seferberliğidir. Açık bir şekilde ortada duran gerçeklik, savaşları doğuran ve kandan beslenen bu kapitalist sömürü ve yağma düzeni yıkılmadıkça, katliamların son bulmayacağıdır.
Bununla birlikte, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB üyesi işçi ve emekçiler, katliamın hesabını sormak üzere gerçek bir siyasi grev gerçekleştirmek için kendi grev komitelerini kurarak bu “genel grev”in örgütlenmesini üstlenmeli; tüm fabrika ve iş yerlerinde, sendikalı-sendikasız, işçi sınıfının olabildiğince geniş kesimini seferber etmek üzere harekete geçmelidir. Katledilen emekçilerin ve gençlerin hesabını, yalnızca, bu saldırıların gerçek hedefi olan işçi sınıfı sorabilir ve soracaktır.