Diyarbakır Başsavcılığı’nın ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında, Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) hafta sonu toplanan olağanüstü kongresinde “özerklik” konusunda yaptığı açıklamalar nedeniyle, “Anayasal düzeni bozma ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ilişkin maddeler” kapsamında soruşturma başlattı.
DTK’nin kongresinde Cumartesi günü yaptığı konuşmada, iktidarı, Kürt sorununu şiddet yoluyla çözmeye çalışmakla suçlayan Demirtaş, Ortadoğu’daki gelişmelere atıfta bulunarak, 21. yüzyılın Kürtlerin yüzyılı olacağını; Kürtlerin bir federasyona, özerkliğe ya da bağımsız devletlere sahip olabileceğini belirtmiş; ordu ve polis güçlerinin Kürt illerinde estirdiği devlet terörüne karşı “direniş zaferle sonuçlanacak” demişti.
Demirtaş’a yönelik soruşturma, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Twitter hesabından yaptığı ve Demirtaş’ı “kirli terör siyasetine sahip çıkmış, bölücülüğünü açıkça itiraf etmiş” olmakla suçlayan açıklamasının ardından geldi.
Başta Başbakan Davutoğlu olmak üzere, iktidarın sözcüleri de Demirtaş aleyhinde benzeri açıklamalar yapmış; Davutoğlu, yeni anayasa hazırlıkları konusunda muhalefet partileri ile yapacağı görüşmeler çerçevesinde HDP ile olan randevusunu iptal ettiğini açıklamıştı. Demirtaş’a yönelik suçlamalara, Suudi Arabistan ziyareti öncesinde Atatürk Havalimanı’nda yaptığı açıklamayla, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da katıldı. Erdoğan, “Malum eş başkan, hafta sonu Rusya ziyareti sonrasında kulaklarına üflenen suflelerin de etkisiyle olsa gerek birtakım hezeyanlar ifade etmiştir. Bu eş başkanın yaptığı açık ve net olarak bir provokasyondur, ihanettir.” dedi.
Gazetecilere yaptığı konuşmada, son birkaç ay içinde Türkiye sınırları içinde ve dışında öldürülen PKK’li sayısının üç bini aştığını belirten Erdoğan, yalnızca HDP’yi tehdit etmekle kalmıyor; sürdürülen operasyonların katliama ulaşan karakteri hakkında da birinci ağızdan bilgi veriyordu.
İktidar, HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın TBMM’de yaptığı açıklamaya göre, 7 Haziran’dan bu yana, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı yerlerde, “terörle mücadele” maskesi altında, Kürt halkına karşı, 61’i çocuk, 73’ü kadın olmak üzere toplam 360 sivilin öldürüldüğü ve 200.000’i aşkın insanın evinden-yurdundan edildiği kirli bir savaş sürdürmektedir.
Anayasanın ve yasaların ayaklar altına alındığı bu “olağanüstü hal”, Kürtlerin yaşadığı illerle sınırlı değil. Son altı ay içinde, aralarında gazetecilerin, öğretim görevlilerinin, iş adamlarının, yargıçların ve savcıların bulunduğu yüzlerce muhalif, düzmece iddialarla tutuklanmış; burjuva muhalif medya neredeyse bütünüyle sindirilmiş ve iktidarın borazanı haline getirilmiş durumda.
Egemen sınıfın ve siyasi iktidarın açık diktatörlük ve savaş eğilimini ifade eden bu gelişmeler, onların “vatanın bölünmez bütünlüğü”ne; yani artan Kürt milliyetçiliğine ilişkin korkularının bir kez daha ve her zamankinden daha güçlü şekilde hortladığının göstergesidir.
Suriye’de ve Irak’ta IŞİD’e karşı mücadele maskesi altında sürdürülen yağmacı savaşta ABD’nin ve AB’nin desteğini almış olan ve Rusya ile Çin’in kendi yanına çekmeye çalıştığı milliyetçi Kürt önderlikleri, her zamankinden fazla uluslararası tanınma elde etmiş durumdalar ve bağımsızlık yönünde ilerliyorlar. Bu durum, Ankara tarafından, yalnızca onun bölgesel yayılmacı hesaplarına değil, bizzat Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak değerlendirilmektedir.
Türkiye’deki Kürt hareketinin en önemli örgütlenmelerinden biri olan DTK’nin, geçtiğimiz hafta sonu, ordu ve polis güçleri ile PKK militanları arasındaki kent savaşlarının tırmandığı bir ortamda olağanüstü kongre toplaması, gerçekten de, Ankara’ya yönelik bir meydan okumaydı. Dahası, onlar, iktidarın saldırıları karşısında geri adım atmayacaklarını göstermekle kalmadılar; “Özyönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu” adlı sonuç bildirgesiyle, 14 maddelik özerklik programlarını da açıkladılar.
Kongrenin toplanmasından önceki haftalarda, Demirtaş, önemli AB başkentlerine, Washington’a ve Moskova’ya ziyaretler yapmış, Suriye’deki rejim değişikliği savaşına dahil olan başlıca devletlerin yetkilileriyle görüşmüştü. Bu görüşmelerin ardından, Kürt illerinde estirilen terör konusunda aylardır suskun kalan Washington’ın ve AB’nin, “tırmanan şiddet” konusundaki “kaygısını” ve “hemen bir ateşkes ve barış sürecine geri dönülmesi” talebini ifade eden açıklamaları gelmişti.
Ankara’yı kaygılandıran bir başka gelişme, Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY), önceki hafta sonu, bağımsızlık konusunu görüşmek üzere toplanması oldu. KBY’nin ve Kürdistan Demokratik Partisi’nin yetkililerinden Aras Haso Mirhan, 21 Aralık günü basına yaptığı açıklamada, KYB başkanı Mesut Barzani’nin bu konuda diğer Kürt partileri ile görüşme talimatı verdiğini belirtti. KBY, geçtiğimiz yıl da bağımsızlık konusunda referendum kararı almış ama bu referandum, IŞİD’in saldırısı yüzünden gerçekleşmemişti.
KBY’nin ve KDP’nin Barzani önderliğindeki müflis yönetiminin, hem PKK’ye karşı mücadelede hem de Ortadoğu’daki yayılmacı yöneliminde Türkiyeli egemenler ile sıkı işbirliği içinde olduğu ve Ankara’dan yoğun ekonomik, siyasi ve askeri destek aldığı biliniyor. Buna karşın, KBY’nin düzenleyeceği referandumdan Irak’tan ayrılma kararı çıkması, hiç kuşkusuz, Türkiye’deki (ve Suriye ile İran’daki) Kürtler üzerinde etkili olacaktır. KBY’nin başbakanı ve Mesut Barzani’nin yeğeni olan Neşirvan Barzani’nin, tam da DTK kongresinin düzenlendiği 26 Aralık günü Erdoğan ve Davutoğlu tarafından Türkiye’ye çağrılması boşuna değildi.
Ankara açısından son “kötü haber” Suriye’den geldi. PKK’nin Suriye kolu olan PYD-YPG güçleri, ABD destekli bir Kürt-Arap ittifakının parçası olarak, hafta sonu, IŞİD güçlerini geri püskürterek bir barajı ele geçirmiş ve Fırat nehrinin batısına geçmişti. IŞİD’in Türkiye’den gelen ana ikmal yollarından birinin kesilmesi anlamına gelen bu gelişme, Ankara’nın aşılması durumunda müdahale edeceğini açıkladığı “kırmızı çizgi”sine açık bir meydan okumaydı.
Bütün bu gelişmeler, Ankara’daki yönetici seçkinlerin korkusunun ve saldırganlığının altında yatanları gösteriyor. Zira onlar, emperyalist başkentlerde, burjuva medyasında ve akademik çevrelerde uzun süredir ifade edilen bir gerçeğin farkındalar: Ortadoğu’daki mevcut siyasi sınırlar, başını ABD’nin çektiği emperyalistler tarafından, doğrudan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit edecek şekilde, etnik ve dinsel-mezhepsel eksende yeniden çiziliyor.
Lev Troçki, 1912-1913 Balkan Savaşı ile ilgili bir makalesinde, Balkan yarımadasındaki siyasi birliği sağlamanın yollarından birinin, “en güçlü devletin diğerleri zararına topraklarını genişletmesi”, yani “güçsüz ulusların ezilmesi ve imhası” olduğunu belirtiyordu. ABD ve AB emperyalistlerine göbekten bağımlı olan Türkiyeli egemenler, bu yönde ilerliyorlar. Bununla birlikte onlar, Ortadoğu’daki emperyalist yeniden paylaşımdan bir pay kapma uğruna girdikleri “macera”da tek başlarına davranamayacaklarının da farkındalar. Ankara’daki yönetici seçkinler, aynı yüz yıl öncesinin Balkan savaşlarında olduğu gibi, bir emperyalist güce yaslanmak ya da yağmadan daha fazla pay kapmak için -mümkünse- onlar arasında oynamak zorunda olduklarının da farkındalar (bu yönde, son birkaç yıl içinde, olumsuz da olsa, oldukça “deneyim” edindiler).
Türk yönetici seçkinlerinin başlıca sorunu, ABD önderliğindeki emperyalist devletlere “vekil güç” olarak hizmet eden Kürt önderliklerinin, bağımsızlık yolunda ilerlerken, neredeyse bütün emperyalist güçlerin desteğini almış olmasıdır. Gerçekte, Irak’taki Kürt burjuvazisinin bu noktaya gelmesinde Türkiye burjuvazisi de belirleyici bir oynamıştır. Bu durum, Türk egemen sınıfını, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma”; yani “kendi” Kürtlerini “kaybetme” tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş durumda.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Kemalist kadroların ve onların palazlandırdığı Türk burjuvazisinin, en baştan itibaren, Kürt halkının varlığını ve en temel haklarını yok saydığı; onun her bir hak talebine katliamlarla ve sürgünlerle yanıt verdiği; Kürt işçilerinin ve yoksul köylülerini insanlık dışı bir baskı altında tuttuğu hiç kimse için sır değil.
Bununla birlikte, Türk egemen sınıfının ve siyaset seçkinlerinin gerici ve baskıcı Kürt politikasını belirleyen şey, onların duyguları (“Kürt düşmanlığı”) değil; kapitalist sistemin küresel dinamikleri eliyle biçimlenen sınıfsal çıkarlardır. Ama bu durum, yalnızca Türk egemen sınıfı ve siyaset seçkinleri için değil; daha düne kadar AKP’ye destek veren (Irak’taki milliyetçi Kürt önderliği hala vermektedir) ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki yağmacı savaşında ona “vekil güç” hizmeti sunan Kürt burjuvaları ve büyük toprak sahipleri ile milliyetçi önderlikler için de geçerlidir.
Emperyalist kapitalist sistemin savunucusu ve organik bileşeni olan bu güçlerin, başta Kürtler ve Türkler olmak üzere, Ortadoğu halklarına sunabilecekleri hiçbir ilerici çözümleri bulunmuyor. Onların tamamı, “demokrasi ve barış” söylemleri eşliğinde savundukları sistemin dizginlenemez savaş ve diktatörlük yönelimine tabi biçimde, milyonlarca insanın ölümüne ve toplumların yıkımına yol açacak yeni felaketlere doğru koşarken, işçi sınıfını ve gençliği, savaşın ön cephesine yerleştiriyorlar.
Lev Troçki, yukarıda değindiğimiz yazısında, Balkanların birliğinin ikinci yolunun, “aşağıdan, bizzat halkların bir araya gelmesi yoluyla, devrim yoluyla sağlanabileceğini” belirtiyordu. Onun bu tespiti, yüz yıl sonra Ortadoğu’da yaşanmakta olan savaşlara ve katliamlara yönelik çözümü göstermektedir.
Ortadoğu halklarının maruz kaldığı etnik, dinsel-mezhepsel, kültürel ve siyasi baskıların sona ermesi için, yapay burjuva ulus devlet sınırlarının ve onların maddi temelini oluşturan kapitalizmin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bunu başarabilecek olan tek güç, etnik, dinsel-mezhepsel, kültürel vb. farklılıklar üzerine kurulu ulusal bölünmüşlüklerden ve düşmanlıklardan hiçbir çıkarı olmayan; tersine, bundan yalnızca zarar gören işçi sınıfıdır.
İşçi sınıfı, savaşlara son vermeyi ve tüm Ortadoğu halklarını, sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın parçası olarak sosyalist bir federasyon çatısı altında bir araya getirmeyi amaçlayan devrimci enternasyonalist bir program etrafında örgütlenmeli ve toplumun diğer ezilen kesimlerine önderlik etmelidir. Bunun başarılamaması durumunda, Ortadoğu halklarını ve tüm insanlığı gerçek bir felaket beklemektedir.