Döviz kurundaki artış ve işçi sınıfını bekleyen tehlikeler

Dolar ve avro, ekonomiyi talimatlarla yönlendirebileceğini sanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını ve onun başındaki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı sürekli yalanlayarak, yeni rekorlara doğru koşuyor.

Bugün, dolar 4,92 TL, avro ise 5,76 TL ile tarihin en yüksek seviyelerine ulaştı. Kurlar, Merkez Bankası’nın (MB) uzun süredir beklenen müdahalesi ile dünkü seviyelerine geri çekildi. MB 3.00 puanlık artışla faizleri yüzde 16,5 puana yükseltti. Türk Lirası, 2018 yılının ilk beş ayında dolar karşısında yüzde 22, avro karşısında yüzde 21,5 değer kaybetmiş oldu. AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 2002 yılında, ABD Doları’nın en yüksek değeri 1,6 TL, avronunki ise 1,7 TL dolayındaydı. İlk kez 2013 yazında 2 TL’yi bulan, 2015’te ise 3 TL’yi geçmiş olan dolar, geçtiğimiz Nisan ayında 4 TL değerine ulaşmıştı. Avro ise ilk kez 2006 yılında 2 TL’yi geçtikten sonra kısmi iniş çıkışların ardından 2015 yazından başlayarak 3 TL’nin, Haziran 2017’den sonra da 4 TL’nin üstünde kalmıştı.

Bizzat kendisinin ürettiği ya da derinleştirdiği her ekonomik ya da siyasal sorunda olduğu gibi, TL’deki değer kaybını da “dış mihrakların komplolarına, siyasi oyunlarına” bağlayan AKP iktidarı, döviz kurlarındaki hızlı artış karşısında tam bir çaresizlik içindedir. Bu yüzden, cumhurbaşkanının 12 Nisan’daki bir konuşmasında, “Sağda solda konuşulanlara bakmayın. Türkiye emin adımlarla yoluna devam ediyor. Bizi döviz kuru möviz kuru üzerinden terbiye edemezler.” demesi, mezarlıktan geçerken yüksek sesle şarkı söylemekten başka bir anlam ifade etmemektedir.

Döviz kurunda yaşanan dizginsiz tırmanmanın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve arkadaşları ile AKP iktidarı altında geçen 16 yıl boyunca palazlanmış mali asalaklar ve vurguncular topluluğunu ne ölçüde “terbiye” edeceğini bilmiyoruz. Bununla birlikte, TL’nin dolar ve avro karşısında hızla değer kaybetmesinin, bir avuç mali vurguncunun servetine servet katarken, işçi sınıfı ve gençlik için yıkıcı sonuçları olan ekonomik bir çöküşe işaret ettiğini; iktidarın ya da Merkez Bankası’nın TL’nin değerinde yaşanan hızlı düşüşü durdurmaya yönelik her önleminin geçici olmaya mahkum olduğunu görmek için “uzman” olmak gerekmiyor.

TL’nin değer kaybetmesi ile birlikte, büyük bölümü özel sektöre ait olan dış borçların/kredilerin ödenmesi son derece zorlaşmış durumda; bu değer kaybının devam etmesi, üretimlerini büyük ölçüde dolar ve avro üzerinden alınan hammaddeler ve ara mallar üzerinden sürdüren şirketlerin iflasına yol açacaktır.

Doğuş Holding, Yıldız Holding, Türk Telekom gibi büyük şirketler, dolar ve avro üzerinden aldıkları kredileri ödeyebilmek için zaten yeniden yapılandırmaya gitmişlerdi ama tırmanan döviz kuru karşısında, bu yapılandırma da bir işe yaramayacak.

Döviz kurunun yükselmesi ile birlikte, cari işlemler açığını finanse etmek ve borçlarını yenilemek için her yıl yüz milyonlarca dolarlık “taze fon”a gereksinim duyan hükümetin ve kapitalistlerin ülke içinde üretilen servetin daha büyük bir kesimine el koyması, yani işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü arttırması gerekecektir. En son 31 Aralık 2017’de açıklanan resmi verilere göre, devletin ve kapitalistlerin brüt dış borç stoku 453,2 milyar dolar, bunun milli gelire oranı ise yüzde 53,3 idi.

Başta inşaat, metal, elektronik, otomotiv olmak üzere, üretim girdilerinin büyük bölümü dolar ve avro üzerinden sağlanan sektörlerde bir küçülme, fabrika kapatmaları, işten çıkarma ve ücret azaltma dalgasının eli kulağında. Büyümenin ve istihdamın çarpıcı bir şekilde gerilemesi ile birlikte, bunun doğrudan sonucu, gerçekte yüzde 20 dolayında olan işsizliğin daha da artması olacaktır.

Yine, döviz kurundaki artış, küresel piyasalarda zaten yükselme eğiliminde olan petrol ve petrol ürünleri ile doğalgaz fiyatlarını önemli ölçüde arttıracak, bu da tüm mal ve hizmetlerde fiyat artışlarına, yani hayat pahalılığına yol açacaktır.

Bütün bunlara, kaçınılmaz olarak gündeme gelecek olan banka ve şirket kurtarmaları için kapitalistlere aktarılacak milyarlarca dolarlık serveti eklersek, döviz kurunda yaşanan hızlı yükselişin işçi sınıfı tarafından ödenecek olan faturasının ne denli ağır olacağını görebiliriz.

TL’nin hızla değer kaybetmesindeki başlıca etmenleri, ABD’deki Trump yönetiminin ekonomik korumacılık yönünde attığı adımlar (faiz artışları, sermaye teşvikleri ve ticaret savaşı yönelimi); tırmanan savaş hazırlıkları ve bunlara eşlik eden küresel ölçekte artan istikrarsızlık ile bunların yabancı sermayeye/kaynaklara bağımlı Türkiye kapitalizmi üzerindeki bileşik etkileri olarak özetleyebiliriz.

2008 krizi sonrasında, tüm büyük merkez bankaları, ABD Merkez Bankası (Fed) öncülüğünde, piyasalara, yani mali oligarşiye, maliyetini işçi sınıfından çıkaracak şekilde, trilyonlarca dolar tutarında ucuz para sürmüşlerdi. Sözde yatırıma dönüşmesi beklenen bu para, bunun yerine, yeni bir mali balonu tetikleyecek şekilde, özellikle faizlerin daha yüksek olduğu Türkiye gibi sözde “yükselen piyasalar”a aktı.

Ancak bu durum uzun sürmedi ve içeride yükselen bir işçi sınıfı hoşnutsuzluğu ile karşı karşıya olan ABD egemen sınıfı, “parasal genişleme” politikasından vazgeçeceğinin işaretlerini vermeye başladı. Trump yönetimi altında cisimleşen bu politika değişikliği, küresel ölçekte artan belirsizliklerin de etkisiyle, sermayenin, daha önce akın etmiş olduğu ülkelerden, güvenilir bir liman sayılan ve faiz oranlarının artmaya başladığı emperyalist ülkelere dönmesini sağladı. Özellikle ABD 10 yıllık tahvil faizlerinin yıllık yüzde 3’ün üzerine çıkması ABD dolarının diğer para birimleri karşısında güçlenmesini sağladı.

Dolar, her ne kadar tüm para birimleri karşısında değer kazansa da, TL’nin onun karşısında uğradığı değer kaybı, tüm diğer “yükselen” ekonomilerin para birimlerinden çok daha fazla. TL, derin bir mali kriz içinde olan ve IMF’den borç isteyen Arjantin dışarıda tutulduğunda, dolar karşısında bu yıl en fazla değer kaybeden para birimi.

TL’nin hızla değer kaybetmesinin, Türkiye kapitalizminin son derece kırılgan dışa bağımlı karakterine eşlik eden en önemli nedeni, Ankara’nın dış politikada yaşadığı eksen kayması ile ona eşlik eden iç ve dış siyasi belirsizliklerdir.

Anımsanacağı üzere, AKP iktidarı, kabaca 2013 yılından başlayarak, Suriye’de ABD emperyalizminin kışkırttığı rejim değişikliği savaşında NATO’lu müttefikleri ile yaşadığı anlaşmazlıkların ve ABD ile Avrupa Birliği’nin Mısır’daki Müslüman Kardeşler hükümetine yönelik askeri darbeyi desteklemesinin ardından, onlardan ayrı bir yol tutmuş ve Rusya ile Çin’e yakınlaşmaya başlamıştı.

Ankara’nın Ortadoğu’da ABD’den bağımsız ve ona karşı bir yol belirlemesi ve içerideki NATO/AB yanlısı burjuva muhalefete (özellikle de Kürt milliyetçilerine) yönelik baskıyı tırmandırması, onunla Batılı müttefikleri arasındaki gerilimleri iyice arttırmış ve bu anlaşmazlıklar, Washington-Berlin destekli 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile birlikte açık bir hesaplaşmaya dönüşmüştü. Kitlesel bir halk direnişi sayesinde darbe girişimini atlatan Erdoğan, ABD tarafından hedef tahtasına yerleştirilmiş olan Rusya ve İran ile ilişkileri daha da sıkılaştırırken, onların açık işbirliğiyle, Pentagon’un Suriye’deki başlıca vekil gücü olan PYD/YPG’ye karşı askeri harekatlar düzenledi ve bağımsızlık referandumu düzenleyen Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni savaşla tehdit etti.

Özetle, Ankara ile NATO’lu müttefikleri arasında yaşanan bu çatışmalar ve AKP iktidarının bunlara eşlik eden içerideki otoriter yönelimi ile birlikte artan toplumsal gerilimlerin yol açtığı belirsizlik, önceki yıllarda Türkiye’ye akmış olan yabancı sermaye yatırımlarının hızla geri çekilmesine yol açmış; bu da TL’nin değer kaybında önemli bir rol oynamıştır.

Türkiye egemen sınıfının tüm hizipleri, artık eli kulağında olan ekonomik çöküşün ve ona eşlik edecek kitlesel işçi sınıfı hareketinin uzun süredir farkında oldukları için, AKP’nin Erdoğan önderliğinde ilerlettiği polis devleti inşasını (başkanlık sistemi) ve seçimlerin 17 ay erkene alınmasını desteklediler. Türkiye egemen sınıfının Erdoğan önderliğindeki AKP’de temsil edilen hizibi fırtına öncesinde iktidarını sağlamlaştırma telaşı içindeyken, muhalefetteki NATO/AB yanlısı kesimlerin siyasi temsilcileri ile onların küçük burjuva izleyicileri aynı otoriter devlet aygıtından kendi çıkarları için yararlanmanın hesabı içinde.

24 Haziran’da yapılacak olan seçimleri egemen sınıfın hangi hizibi kazanırsa kazansın, önünde tek bir yol bulunuyor: dışarıdaki savaş yönelimini ilerletirken (ABD/NATO ekseninde ya da ona karşı), içeride sert kemer sıkma (yoksullaştırma) politikalarına başvurmak ve kaçınılmaz olarak patlayacak işçi sınıfı hareketini ezmek.

İşçi sınıfı ve gençlik, seçimlere katılan partilerin sözde “ekonomiyi toparlama”ya yönelik tüm vaatlerinin, gerçekte, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına yönelik kapsamlı bir saldırıya toplumsal destek sağlamaya yönelik olduğunu görmeli ve bunlara aldanmamalıdır.

Küresel kapitalizmin yapısal çelişkilerinin ürünü olan bu krizin ulus devlet ve emperyalizm çerçevesi içinde herhangi bir ilerici çözümü bulunmuyor. İşçiler ve gençler, tüm dünyadaki egemen sınıfların emperyalist bir savaş ve diktatörlük biçiminde geliştirdiği gerici ve yıkıcı “çözüm”e karşı tek ilerici çözüm olan enternasyonalist, sosyalist devrimci çözümü yükseltmek zorundalar.

Bu, emperyalizme karşı proletarya enternasyonalizmi ekseninde devrimci bir politika izlerken, tüm bankaları ve büyük şirketleri işçilerin denetiminde toplumsallaştıracak; dış ticareti ve maliyeyi işçilerin yönetimindeki devletin elinde toplayacak; toplumsal servetin işçi sınıfı ve emekçiler yararına kapsamlı bir şekilde yeniden paylaşılmasını yönetecek; üretimi özel kar değil ama toplumsal gereksinimler doğrultusunda örgütleyecek bir işçi iktidarının kurulması uğruna mücadele demektir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir