Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan Paradise (Cennet) Belgeleri ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı Man Adası belgeleri, ülkeyi yönetenlerin ve yakın çevrelerinin uluslararası düzeyde kuşkulu ticari ilişkiler içinde olduklarını, vergi kaçırdıklarını ve offshore adalarında milyonlarca dolarlık işlemler yaptıklarını belgeledi.
ICIJ’nin Paradise Belgeleri’nde, Başbakan Binali Yıldırım’ın iki oğlunun Malta’da halen aktif olan şirketleri açığa çıktı. Yıldırım, belgelerin yayınlanmasının ardından yaptığı açıklamada, oğullarının şirketlerinin açık bir şekilde faaliyet gösteren kuruluşlar olduğunu belirtti ve “Denizcilik küresel bir iştir. Dünyanın her tarafında da şirketleri var, irtibat noktaları da var. Burada gizli saklı bir iş yok.” dedi. CHP’nin TBMM’de Paradise Belgeleri’nin araştırılmasına ilişkin verdiği önerge, AKP’nin oylarıyla reddedildi.
Kemal Kılıçdaroğlu, bundan kısa süre sonra, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kimi yakınlarının vergi cenneti olarak bilinen Man Adası’nda kurulu bir şirkete milyonlarca dolar para gönderdiğine ilişkin belgeleri açıkladı. Gazetecilere dağıtılan bu belgelere göre, aralarında Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen’in, kardeşi Mustafa Erdoğan’ın, dünürü Osman Ketenci’nin ve oğlu Ahmet Burak Erdoğan’ın da bulunduğu kişiler, Man Ada’sında 1 sterlin sermaye ile kurulmuş olan şirkete milyonlarca dolar para göndermişler.
Erdoğan, AKP’liler ve yandaş medya, ortaya saçılan bu belgelere, büyük bir hızla ve sert bir karalama kampanyası ile tepki gösterdi. Erdoğan, Pazar günü, AKP’nin Kars’taki 6. Olağan İl Kongresi’nde yaptığı konuşmada, çocuklarının yurtdışında hiçbir yere para göndermediğini, çocuklarının, eniştesinin ve dünürlerinin yurtdışındaki bankalarda böyle bir parası olmadığını söyledi. O, Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Dün belge dedikleri kağıtları gördükten sonra anladık ki birileri bu zatı fena halde tongaya düşürmüş. Sürekli sahte belgelerle, iddialarla bu zatı rezil kepaze ediyorlar.” dedi.
Belgeleri daha görmeden “sahte” ilan etmiş olan Erdoğan’ın açıklamaları birbiri ile çelişiyor ve birçok soru boşlukta kalmaya devam ediyor. O, “İddia edildiği gibi yurt dışına giden tek kuruş yok. Mevcut şirketlerini satmaları sebebiyle onlara para geldi. Oraya da para gitmedi.” derken, belgelerde adı geçen kişilerin Man Adası’nda kurulu bir şirket ile olan ticari ilişkilerini kabul etmiştir. Ancak Erdoğan, hangi şirketlerin satıldığına ve emekli bir öğretmen olan eniştesi Ziya İlgen ile taksici dünürü Osman Ketenci’nin bu kazançları hangi ticari faaliyetten elde ettiğini açıklamıyor, açıklayamıyor.
Erdoğan ve yol arkadaşları, bunun yerine, Halkbank’ın yöneticisi Mehmet Hakan Atilla’nın New York’ta başlayan yargılanmasını “Türkiye’ye karşı bir komplo” ilan edip, kendilerine ve yakınlarına yönelik tüm iddiaları onunla ilişkilendirmeyi tercih ediyorlar. Böylece, tüm bu belgelerin ve yolsuzlukların “milli çıkarlar” yaygarası altında örtbas edileceği umuluyor.
ICIJ, geçtiğimiz yıl, çok daha kapsamlı olan ve dünya genelinde ses getiren Panama Belgeleri’ni yayınlamıştı. Panama Belgeleri, dünya çapında işçi sınıfının sömürüsüyle elde edilen ve mali vurgun yoluyla büyütülen devasa bir servetin, devlet yetkilerinin doğrudan suç ortaklığıyla nasıl vergiden muaf tutulduğunu ve “güvenli liman” kabul edilen yerlerde gizlendiğini gözler önüne seriyordu.
Panama Belgeleri’nde, Britanya’dan 17 bin, Birleşik Arap Emirlikleri’nden 8 bin, ABD’den 6 bin, Fransa’dan 304, Almanya’dan 200 ve Türkiye’den 101 şirketin adı geçmişti. Bu Türk şirketleri arasında Koç Holding, Nurol Holding, Çalık Enerji, Zorlu Enerji, Sembol İnşaat, Rixos, Ağaoğlu, Sabancı, Ulusoy, Gürmen Group gibi en büyük holdingler ve onların sahibi olan ailelerin üyeleri yer alıyordu.
Geçtiğimiz yıl Panama Belgeleri üzerine bir yazımızda belirtildiği üzere, Türkiye büyük sermayesinin başlıca kesimlerinin bulaştığı vergi kaçakçılığı, devletin vergi gelirlerindeki en büyük payı sağlayan işçi sınıfının ağır çalışma ve yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda, daha da çarpıcıdır. Bütçe gelirlerinin yüzde 80’den fazlasını sağlayan işçiler, brüt ücretlerinin yarıya yakınını daha almadan vergi ve kesintiler olarak yitirmenin yanı sıra, ekmekten suya, ulaşımdan kitaba ve iletişime kadar her şeyden alınan dolaylı vergiler eliyle bir kez daha soyuluyorlar. Başta sağlık ve eğitim olmak üzere tüm kamu harcamaları (savaş yatırımları dahil) emekçilerin sırtına yıkılırken, patronlar, sayısız teşvik ve vergi muafiyeti sayesinde (bunlar da işçilerden alınıyor) servetlerine göre bir hiç düzeyine indirilmiş olan vergilerini bile ödemiyorlar.
Üretimden büyük ölçüde kopartılmış bir mali vurgun sayesinde servetine servet katan asalak bir mali oligarşinin egemen olduğu çağdaş kapitalizmin siyaset kurumu da bu ekonomik temele uygun olarak biçimlenmektedir. Kleptokrasi (“hırsızlar yönetimi”) adı verilen bir işleyişin giderek güçlendiği koşullarda, iktidardaki siyaset seçkinleri grubunun ülkenin kaynaklarını sistematik olarak yağmalaması artık kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Bununla birlikte, ICIJ’nin Panama ve Paradise (Cennet) belgelerinde, CHP’nin açıkladığı Man Adası belgelerinde ya da Reza Zarrab’ın New York’taki itiraflarında gözler önüne serilen vurgun ve yolsuzluk, aslında buzdağının sadece görünen yüzüdür. Banka ve şirket sahipleri ile bir bütün olarak burjuva siyaset kurumu arasındaki kirli çıkar ortaklığı, kapitalizm var olduğu sürece, hiçbir zaman tam olarak ortaya çıkartılamayacak ve soruşturulamayacaktır.
Burjuva politikacıların vurgunlarını ve yolsuzluklarını kendi partileri ya da devletleri de en az onlar kadar bu pisliğin içinde olan başka burjuva politikacılarının tam anlamıyla ortaya çıkarmasını ve hesap sormasını beklemek saçmalık olur. Bu pisliği temizleme görevi, uluslararası işçi sınıfına aittir.
Mali oligarşinin işçi sınıfı üzerinden finanse edilen asalaklığındaki artışa paralel olarak, toplumsal eşitsizlik de tarihsel olarak görülmedik boyutlara ulaşmış durumdadır. Türkiye’de, nüfusun en zengin yüzde 10’unun geliri, en yoksul yüzde 10’un 12,6 katıdır. Buna göre, Türkiye, 2015 rakamlarıyla OECD ülkeleri arasında Meksika, Şili, ABD ve İsrail’in ardından beşinci, Avrupa’da ise ilk sırada yer alıyordu.
Research Institute On Turkey’in Credit Suisse’in Küresel Servet Raporu’na (Ekim 2014) dayandırdığı çalışmasına göre, nüfusun en zengin yüzde 1’inin toplam servetten aldığı pay, 2002 yılında yüzde 39,4 iken, 2014’te yüzde 54,3’e çıkmış; geriye kalan yüzde 99’un toplam servetten aldığı pay ise, 2002’de yüzde 60,6 iken, 2014’te 45,7’ye gerilemiştir.
Toplumsal eşitsizliğin ve buna eşlik eden sınıfsal gerilimlerin ulaştığı boyut, “demokratik” egemenlik biçimleri ile bağdaşmamaktadır. Uluslararası bir olgu olan polis devleti ve diktatörlük yöneliminin arkasında, bu maddi koşullar yatıyor.
Dünya Sosyalist Web Sitesi yazarlarından Andre Damon’un Panama Belgeleri üzerine yazısında belirttiği gibi:
Rus devrimci Vladimir Lenin’in, emperyalist çağı, kapitalizmin, “yozlaşma, devasa ölçekte rüşvet ve her türden dolandırıcılık” eliyle karakterize edilmiş “yeni bir mali aristokrasi” meydana getiren mali sermayenin egemen olduğu bir aşaması olarak tanımlamasından bu yana yüz yıl geçti. Lenin’in tanımlamış olduğu süreçler, o zamanlar ancak bebeklik dönemindeydi. Bunlar, sonraki dönemde oldukça olgunlaşmış ve yayılmıştır. Spekülasyon ve asalaklık yoluyla akıl almaz seviyede büyük meblağları çalan ve herhangi bir yasal kısıtlamanın dışında faaliyet gösteren suçlu mali bir seçkinler tabakası, dünya ekonomisini çökertmiştir.
Rus işçi sınıfı, 100 yıl önce gerçekleştirdiği Ekim Devrimi ile birlikte, bu mali aristokrasinin egemenliğine son verecek olan dünya sosyalist devriminin yolunu açmıştı. 1917 Ekim Devrimi’nin uluslararası işçi sınıfı üzerindeki güçlü etkisi ve bizzat Sovyetler Birliği’nin varlığı, onun 1923 Alman Devrimi’nin yenilgisinin ardından hızla ulusalcı bürokratik yozlaşmasına ve Stalinist bürokrasinin emperyalizm ile işbirliğine rağmen, 74 yıl boyunca, mali aristokrasinin yağmacı/vurguncu emellerinin önünde bir engel olmayı sürdürmüştü. Ancak SSCB’nin 1991’de Stalinist bürokrasi tarafından ortadan kaldırılmasının ardından, mali sermaye, işçi sınıfının ürettiği toplumsal serveti yeniden dizginlerinden boşalmış bir şekilde yağmalamaya başladı.
Yozlaşmanın, devasa ölçekte rüşvetin ve her türden dolandırıcılığın eşlik ettiği bu yağma sürecinin uluslararası düzeydeki ifadesi başını ABD emperyalizminin çektiği savaşlar, iç politikadaki karşılığı ise diktatörlüktür. Kapitalizmin ayrılmaz parçaları olan yağmanın, savaşın ve diktatörlüğün son bulmasının tek yolu, Bolşeviklerin 1917’de açtığı kapıdan geçmektedir.