Türkiyeli seçmenler, 10 Ağustos günü, dört yıl görev yapacak olan cumhurbaşkanını seçmek üzere sandığa gidecekler. Adaylardan birinin oyların en az yüzde 50 artı birini alamaması durumunda, 24 Ağustos’ta en fazla oy alan iki adayın katılacağı ikinci tur gerçekleşecek ve en çok oyu alan aday, Türkiye Cumhuriyeti’nin “halk tarafından” seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olacak.
Cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesi, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından, başkanlık sistemine geçişte önemli bir adım olarak görülürken, Kürtler’in Avrupa Birliği düzenlemeleri çerçevesindeki “demokratik özerklik” ve Kürt siyasi tutukluların serbest bırakılması gibi talepleri eşliğinde, HDP tarafından da destekleniyor.
Ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise mevcut parlamenter sistemin devam etmesini ve cumhurbaşkanını TBMM’nin seçmesini istiyordu ama bu partiler de cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesini onaylamış durumdalar.
Bütün önemli burjuva partilerinin cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesine ve sonrasında güçlü bir yürütmenin oluşmasına verdikleri destek, onların, içinde bulunduğumuz dönemin “gereklerini” görmüş; büyük sermayenin savaş ve otoriterleşme eğilimine uyarlanmış olduklarının göstergesidir. Bir rejim değişikliği yönelimini ifade eden ve kapitalizmin uluslararası koşullarına dayanan bu eğilim, aynı zamanda, egemen sınıfın, bu toplumsal yıkım, sömürü, baskı, savaş ve yağma düzenine karşı kaçınılmaz biçimde yükselecek olan kitlesel işçi mücadelelerine karşı hazırlanma ihtiyacının ürünüdür.
Başbakan Erdoğan, partisinin TBMM grubunun Salı günkü toplantısında yaptığı konuşmada, rejim değişikliği yönündeki kararlılığını bir kez daha ifade etti. Erdoğan, parlamentonun seçtiği cumhurbaşkanlarının “vesayet altında” olduklarını ve seçilmesi durumunda güçlü bir başkan gibi davranacağını söyledi. İktidarın bu yaklaşımı, “halk tarafından seçilecek” bir cumhurbaşkanının aktif politikacı olması gerektiğini savunan çok sayıda hükümet ve AKP sözcüsü tarafından uzun süredir savunuluyor. Türkiye’de güçlü bir başkanlık sisteminin kurulmasını savunan AKP ve Erdoğan, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yönde yararlanma hesabı içinde.
Bununla birlikte, büyük sermayenin ve iktidarın güçlü başkanda cisimleşecek “etkili yönetim” özleminin anayasal zemini henüz oluşturulmuş değil. Bu durumun, Ağustos ayında cumhurbaşkanlığına kim seçilirse seçilsin ve önümüzdeki yıl yapılacak olan seçimlerde iktidara hangi parti gelirse gelsin, ciddi siyasi sorunlara yolaçacağı, çok sayıda aydın ve medya yorumcusu tarafından da kabul ediliyor. AKP iktidarının, “kervan yolda dizilir” mantığıyla, başkanlık sistemini fiilen dayatıp, çıkacak sorunların ardından yasal zemin oluşturma yönelimi, siyaset seçkinlerinin kendi koydukları yasaları nasıl pervasızca yok sayabildiklerini gözler önüne sermektedir.
Öte yandan, mevcut durumda seçilme şansı yüksek olan Erdoğan ile İhsanoğlu’nun ideolojik ve siyasi kimlikleri, Türkiye’deki burjuva politikasının bütünüyle dini referanslar ekseninde yeniden biçimlenmekte olduğunu gösteriyor. Bu yeniden biçimlenme, daha önce egemen siyaset kurumunun laik kanadını temsil eden CHP ile MHP tarafından da benimsenmiş durumda. Tarihi boyunca “Kemalist devrimler”in savunucusu olduğunu iddia eden CHP’nin İhsanoğlu’nu aday göstermesi, bir başına “Erdoğan karşıtlığı” ile açıklanamaz. CHP, Batılı emperyalist merkezlere ve Türkiye burjuvazisine, Ortadoğu’nun mezhepsel ve etnik temelde yeniden biçimlenmesinde onlarla uyum içinde olacağı sinyalini vermektedir.
Öte yandan, AKP iktidarının “yeni Osmanlıcı” yıkıcı hayaller eşliğinde sarıldığı Sünni İslam eksenli politikalar, aynı zamanda, onun hem Irak’taki hem de Türkiye’deki Kürt milliyetçisi önderlikler ile geliştirdiği sıkı işbirliğine de ideolojik bir çerçeve oluşturmaktadır. Emperyalist merkezlerin Ortadoğu planları ile uyumlu bu gerici ideolojik çerçeve, CHP tarafından da benimsenmiş durumda.
Türk burjuva politikasında “laikliğin simgesi” sayılan CHP ile MHP’nin, Haziran 2004’ten Aralık 1013’e kadar 9,5 yıl boyunca İslam Konferansı Örgütü’nün (sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını aldı) Genel Sekreterliği’ni yapmış olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı göstermesi, Ankara’nın (AKP’nin değil) dış politik yöneliminde yaşanan bu değişimi yansıtmaktadır. İhsanoğlu’nun adaylığı, aynı zamanda, Erdoğan’ı uzun süredir “güvenilmez” bulan ve ona uygun bir alternatif arayan Batılı emperyalist merkezler için de son derece uygundur.
Uluslararası alanda tanınmış bir akademisyen, yazar ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) eski Genel Sekreteri olan Ekmeleddin İhsanoğlu ile -kendi deyimiyle- “çocukluk yıllarında limonata ve simit satan”, işçilik yapan, genç yaşta dönemin Milli Selamet Partisi’nde aktif siyasete giren ve -deyim yerindeyse- çekirdekten yetişme bir İslamcı örgüt adamı / militan olan Erdoğan arasında sınıfsal köken ve siyasi kültür bakımından, kuşkusuz önemli bir farklılık var. Ama bu farklılık, burjuva muhalefetin göstermek istediği gibi, Erdoğan’ın “militan” İslamcı geçmişinden dolayı, “otoriter” ya da “kavgacı” politikalar sürdüreceği; İhsanoğlu’nun ise bir aydın olarak, “demokrat” ya da “barışçıl” bir çizgi izleyeceği anlamına gelmiyor.
Her ikisi de farklı sınıflardan gelip farklı yollardan geçen bu iki insan arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yoktur. İhsanoğlu ile Erdoğan, burjuva medyanın ön plana çıkarttığı kişisel özellikleri ve niyetleri ne olursa olsun, sonuçta aynı emperyalist ve sınıfsal çıkarların hizmetine girmiş durumdalar. Onlar arasındaki farklılık ve çatışma, onların, uluslararası sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin karşı karşıya olduğu sorunlara ilişkin çözüm önerilerinde yatmaktadır ve uzlaşmaz değildir.
Anımsanacağı üzere, İhsanoğlu, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri olduğu sırada, Mısır’da Temmuz 2013’te düzenlenen darbeye karşı tavır almamış ve Mursi yönetimini, “toplumdaki kutuplaşmayı arttırdığı” için eleştirmiş; bu yüzden de AKP iktidarının sert suçlamalarına hedef olmuştu.
Başbakan Erdoğan, 17 Ağustos 2013’te Bursa’da yaptığı konuşmada, “İslam İşbirliği Teşkilatı’nın aynaya bakacak yüzü kalmamıştır” derken, AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, aynı gün, Twitter’da, “İhsanoğlu’nun ne iş yaptığını bilen var mı? Bu zat, darbeden sonra Mursi’yi suçlamıştı. İhsanoğlu’nun İİT Genel Sekreteri seçilmesi için sayın Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız’ın büyük çabalarını hatırladıkça ‘yazık’ diyorum.” ifadesini kullanmıştı. Yine aynı günlerde, dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Ben İİT Genel Sekreteri olsam, zulüm karşısında İslam ülkelerini işbirliğine davet ederdim. Eğer işbirliğine yanaşmazlarsa, sessiz kalmanın onursuzluğunu taşıyamam, istifamı basar oradan ayrılırdım” açıklamasını yapmıştı.
İhsanoğlu ile Erdoğan arasındaki ikinci önemli sorun Suriye konusunda yaşandı. 29 Ağustos 2013’te Ramallah’ta yaptığı açıklamada, “Şimdiye kadar zirvelerde ve dışişleri bakanları toplantılarında alınan kararlar, askeri müdahalenin çözüm olmadığı yönündedir. Dışarıdan yapılacak askeri müdahalenin [Suriye’deki] problemi daha vahim bir hale getireceği yönündedir” diyen İhsanoğlu, Suriye’ye yönelik emperyalist askeri müdahalenin en ateşli savunucusu olan AKP iktidarına bir kez daha ters düşmüştü. İhsanoğlu, 17 Haziran 2014 tarihinde Cumhuriyet gazetesine verdiği bir röportajda da Mısır’daki darbeyi “darbe” olarak tanımlamaktan kaçındı; Suriye ile ilgili olarak da “mevcut rejimle anlaşarak geçiş lazım.” dedi.
İhsanoğlu, kuşkusuz, Ortadoğu’da Soğuk Savaş döneminde egemen olan baskıcı – gerici ulus devlet yapısına dönmeyi savunmuyor ya da bölge halklarına ilerici bir çözüm sunmuyor. O, Ramallah’taki açıklamasında, “Bugün yaşananlar Ortadoğu’da çizilen Sykes-Picot haritasının çatırdadığını göstermektedir.” diyor ve “Osmanlı İmparatorluğu’nun rahminde prematüre doğmuş çocuk” olarak betimlediği “Sykes-Picot haritasının çatırdadığını” ifade ediyordu. İhsanoğlu’na göre, bunu “tedavi etmenin zamanı gelmişti.”
Görüldüğü üzere, İhsanoğlu’nun Mısır’daki darbeye yönelik düşünceleri ABD’nin ve Avrupalı emperyalistlerin tutumuna bütünüyle uymakta; Suriye konusundaki önerisi ise uzun süredir, gerek Washington’da gerekse diğer emperyalist merkezlerde giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özetle, İhsanoğlu’nun dış politikadaki yönelimi, emperyalist merkezlerin Ortadoğu’daki sınırları yeniden çizme stratejisi ile uyumludur.
İhsanoğlu’nun “çözüm” önerisini Erdoğan’ınkinden ayırt eden şey, doğrudan askeri müdahale yerine, önce “yumuşak güç” (ekonomik, diplomatik vb.) kullanılmasını savunmasıdır. O, Ramallah’ta yaptığı -yukarıda değindiğimiz- açıklamada, “çözüm”ün Ortadoğu ülkelerinin yöneticilerinin bir araya gelmesinde yattığını ifade etmiş, bunun başarılamaması durumunda, “bu felaketler her yere sıçrayacak” uyarısında bulunmuştu. Özetle, İhsanoğlu, emperyalizmin ve yerel egemen sınıfların çıkarlarını kısmen“ılımlı” ve “uzlaşmacı” yöntemlerle savunmakta ve bölgedeki sorunlara daha “küresel” yaklaşmaktadır.
Aynı şeyi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki rakibinden farklı olarak, güçlü bir “yeni Osmanlıcı” damara sahip olan Erdoğan için söylemek son derece zor. Rakibinden farklı olarak, dünyaya Ankara merkezli yaklaşan Erdoğan’ın ufku çok daha dar. O, Ankara’nın çıkarları için, gerekli gördüğünde Batı’ya karşı tavır almakta, bunu yaparken de, Türkiye’deki Kürt burjuva ortaklarını zaman zaman ürkütme pahasına, popülist milliyetçi “Batı karşıtı” bir söyleme sarılmakta tereddüt etmemektedir.
Bütün bunlar, burjuva politikasında yaşanan açık kamplaşmayı yansıtan cumhurbaşkalığı seçiminin, başını ABD emperyalizminin çektiği müdahaleler sonucunda kanlı bir mezhep savaşının içine sürüklenmiş olan Ortadoğu’da sürmekte olan kapsamlı savaş hazırlıkları ile de doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Bu yüzden, saflaşmanın iki yanında yeralan burjuva partilerinin hiçbiri, toplumun ezici çoğunluğunun içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal sorunlardan; rekor düzeydeki toplumsal eşitsizlikten, işsizlikten, yoksulluktan, yolsuzluklardan ve artık günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş olan polis teröründen ve Türkiye’nin de dahil olduğu Irak, Libya ve Suriye’deki emperyalist müdahalelerden söz etmiyorlar. Onlar, bütün siyasi söylemlerini, gerici kimlik politikaları üzerine oluşturuyorlar.
Kimlik politikalarının bu topraklardaki başlıca sözcüsü olan Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) gelince… Kürt milliyetçiliğine “sol” bir maske takmak amacıyla oluşturulmuş olan bu parti, 30 Haziran’daki TBMM Grup Toplantısı’nda, partinin eş başkan yardımcısı Selahattin Demirtaş’ı cumhurbaşkanı adayı gösterdi. Demirtaş’ın adaylığının ilk tur ile sınırlı olacağına ve HDP’nin temsil ettiği -ezici çoğunluğu Kürtler’den oluşan- seçmenlerin, eğer yapılırsa, ikinci turda iki burjuva siyaset bloğundan birine destek vereceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Bu durum, partisinin grup toplantısında “daha şimdiden halklar lehine kazanmış durumdayız” diyen Demirtaş tarafından da kabul edilmiş durumda.
HDP, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden, asıl olarak, kendi konumlarını sağlamlaştırmak ve iktidardan ödünler koparmak için yararlanıyor. AKP iktidarının, Irak ve Suriye’deki yakıcı gelişmelerin doğrudan etkisiyle, PKK ile yapılan görüşmelere yasal güvence sağlamayı, silahlı PKK güçlerinin silah bırakmasını kolaylaştırmayı ve Kürt siyasi tutukluların serbest bırakılmasını amaçlayan son yasa tasarısını aceleyle TBMM’ye sunması, onun Kürt seçmenin desteğini elde etmesini kolaylaştıracak gibi görünüyor. Özetle, cumhurbaşkanlığı seçimleri, Kürt seçmeninin kilit bir rol oynama ihtimalinin ortaya çıkmasıyla birlikte, yasal alanda HDP’de temsil edilen Kürt hareketinin AKP ile kurduğu “barış” ittifakını ilerletme imkanı sağlamış durumda.
Burjuva liberal kimlik politikalarının damgasını vurduğu bir programa sahip olan, dünyadaki ve bölgedeki emperyalist egemenliğin ve yıkımların sona erdirilmesi konusunda tutarlı hiçbir şey söylemeyen bir burjuva partisinin, emperyalist güçlerle ve onların sözcüleriyle ittifaklar kurmasında şaşılacak bir şey bulunmuyor. Bununla birlikte, yaşanmakta olan sürecin en önemli özelliklerinden biri, on yıllardır Kürt burjuvazisine (onun üzerinden de AKP iktidarına ve emperyalizme) destek veren ve bir süredir HDP içinde yeralan sözümona “solcu”, “sosyalist” ve “devrimci” küçük burjuva çevrelerin işçi sınıfı düşmanı karakterini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermesidir.
Türkiye sahte solu, aynı Fransa veya Almanya’daki burjuva “sol” partiler içindeki kardeşleri gibi, kapitalist sistemle bütünleşmiş, emperyalizmin hizmetine girmiştir. Buna, siyasi varlıklarını, onyıllardır sendika bürokrasilerinin ve burjuva milliyetçi akımların kuyruğunda sürdürmeye çalışan sahte Troçkist gruplar da dahildir. Bu gruplar, işçi sınıfından, devrim ve sosyalizm perspektifinden o denli uzaklaşmış durumdalar ki, Troçkist hareketin tarihi boyunca yıkmak için mücadele ettiği burjuva devletin başına geçmeleri için, liberal yazarları, Stalinist “aydın”ları ya da işçi sınıfı düşmanı sendika bürokratlarını cumhurbaşkanı adayı olarak önerebiliyorlar.
10 Ağustos’taki cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu ne olursa olsun, önümüzdeki dönemde, bölgesel gelişmelerin doğrudan etkilerini yaşayacak; ülkedeki toplumsal ve siyasal gerilimlerin hızlı bir şekilde arttığına tanık olacağız. Bu koşullar altında, burjuva partileri ve medya, işçi sınıfına ve gençliğe, özünde birbirinden farklı olmayan ve yaşanmakta olan toplumsal yıkımın ve emperyalist barbarlığın kaynağı olan kapitalist sistemi savunan adaylar arasında tercih yapmaları gerektiğini anlatıyorlar. Sahte sol ise bu kampanyaya dahil olma ve pastadan kırıntı kapma telaşıyla, sermayenin hizmetine koşuyor. Bütün bu güçlerin ortak amacı, işçi sınıfını ve gençliği, mevcut burjuva sistem dışında bir alternatif olmadığı düşüncesine kazanmaktır.
Oysa kapitalizmin yol açtığı toplumsal yıkımın, gericiliğin ve savaşların bir alternatif var. Bu, üretimin, dünya çapında ve bütünüyle çalışanların yönetiminde, kar için değil ama yalnızca toplumsal gereksinimleri karşılamak üzere yeniden düzenlendiği, özel mülkiyetin, sömürünün ve devlet sınırlarının olmadığı sosyalist bir sistemdir.
İçinden geçmekte olduğumuz dönem, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de burjuvazinin toplumsal karşıdevrim, polis devleti ve savaş yöneliminin damgasını taşıyor ve bu yönelim, yalnızca Marksist teoriyle donanmış ve dünya çapında örgütlü işçi sınıfı tarafından durdurulabilir. İşçi sınıfının, kapitalizm insanlığı topyekün bir felakete, üçüncü bir dünya savaşına sürüklemeden önce bunu başarabilmesi için, Türkiye’de ve tüm ülkelerde Sosyalist Eşitlik Partileri’nin inşasının hızlandırılması gerekmektedir.