Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) önderi Kemal Kılıçdaroğlu’nun 15 Haziran günü başlattığı “Adalet Yürüyüşü”, dün saat altıda İstanbul Maltepe’de düzenlenen bir mitingle sona erdi. Mitinge katılım ile ilgili medyaya yansıyan rakamlar 1,5 ile 2 milyon arasında değişirken, polis kaynaklarına göre 1 milyon 600 bin kişi mitinge katıldı. İstanbul Valiliği ise gece yarısı yaptığı açıklamada Adalet Mitingi’ne katılım konusunda hiç inanılırlığı olmayan 175 bin sayısını verdi. İktidar yanlısı basın ise bu konuda tam bir sessizlik sergiliyor.
Bu katılımcı sayısı, AKP iktidarının yıllardır uyguladığı ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında olağanüstü boyutlar edinen diktatörlük gündemine yönelik kitlesel tepkinin yalın bir ifadesidir. Ancak Maltepe mitinginin asıl önemi, katılımcı sayısının tarihi yüksekliğinde değil, siyasi bağlamında yatmaktadır.
“Adalet Yürüyüşü”nün arkasında yatan temel etmen, egemen sınıfın geleneksel Batı ittifakına (NATO ve AB) bağlı kesimleri ile Ankara’nın bu ittifaklara bağlılığını sorgulayarak yüzünü giderek artan biçimde Rusya’ya ve Çin’e çeviren kesimleri arasında yaşanan çatışmadır. Haziran 2015 seçimleri sürecinde ve sonrasında hızla tırmanan bu çatışma, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı alaşağı etmeyi (muhtemelen öldürmeyi) amaçlayan 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ile birlikte doruk noktasına ulaşmıştı.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hal (OHAL), yönetici seçkinlerin Erdoğan önderliğindeki hizbinin ABD-Almanya destekli darbecilere karşı mücadele bahanesiyle işçi sınıfına ve gençliğe yönelik kapsamlı saldırısına yasal zemin hazırladı. Yaklaşık bir yıl içinde, ağırlıklı olarak kamu sektöründe olmak üzere yüz binden fazla insan işten atıldı, yüzlerce eğitim kurumu, medya organı, dernek ve sendika kapatıldı; aralarında Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 13 milletvekilinin bulunduğu en az elli bin kişi tutuklandı.
Egemen sınıfın AB yanlısı kesimleri, asıl olarak işçi sınıfını hedefleyen ve polis devleti inşasını olağanüstü ölçüde hızlandıran bu kapsamlı saldırı karşısında, sızlanmalar dışında hiçbir muhalefet sergilemezken, onların başlıca siyasi temsilcisi olan CHP, iktidarın savaş ve diktatörlük yöneliminin başlıca destekleyicisi oldu. CHP, geçtiğimiz yıl Mayıs ayında, dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda AKP ile işbirliği yaptı ve HDP’li milletvekillerinin hapse atılmasının önünü açtı (Kılıçdaroğlu, kendi milletvekili hapse atıldıktan sonra bile, o tavrın doğru olduğunu savunuyor); AKP iktidarının Suriye ile Irak’taki savaşçı politikalarına yasal zemin oluşturan sınır ötesi askeri harekât tezkerelerini destekledi.
CHP, aynı uysal muhalefet tavrını, Türkiye’deki parlamenter rejime son vererek açık bir diktatörlüğün yolunu açan 16 Nisan referandumunun açıkça gasp edilmesi karşısında da sergiledi. Kılıçdaroğlu, tüm parti örgütlerine, referandum sonuçlarının çalınması karşısında patlayan kitlesel gösterilere katılmama talimatı verdi ve emrindeki sendikaların da katkısıyla, savaş ve diktatörlük karşıtı toplumsal öfkenin kitlesel militan bir şekilde dışa vurulmasını başarılı bir şekilde engelledi. CHP’nin bu tavrı, emekçiler ve gençlik içinde ona yönelik güvensizliği arttırırken, parti içinde de sert bir muhalefete yol açtı.
“Adalet Yürüyüşü”, 16 Nisan anayasa referandumundaki burjuva “hayır” kampının yavaş yavaş dağılmaya başladığı ve CHP’nin onun önderliğini kaybetme tehlikesiyle karşılaştığı bir süreçte, bu gidişatı tersine çevirmeye yönelik bir girişim olarak planlanmıştır. CHP içinde yaşanan sert iç çatışmaların ardından başlatılan ve dün sona eren yürüyüş, kitleleri savaş ve diktatörlük yönelimine karşı seferber etmeyi değil; AB yanlısı burjuva “hayır” kampanyasını kendi etrafında toparlamayı amaçlıyordu.
HDP’li milletvekillerinin yürüyüşe destek vermesine ve parti olarak mitinge katılma çağrısı yapmasına ek olarak, yürüyüşün başından itibaren TMMOB’un, DİSK’in ve KESK’in yanı sıra, başta EMEP ve ÖDP olmak üzere neredeyse bütün sahte sol parti ve çevrelerin desteğini zaten kesinleştirmiş olan CHP, “Adalet Yürüyüşü”nden önce, onu desteklemeleri için, iki büyük patron örgütü TÜSİAD’a ve MÜSİAD’a birer mektup gönderdi.
Egemen sınıfın iki rakip hizbini temsil eden bu örgütlerden AB yanlısı Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”nün başladığı gün yaptığı açıklamada, CHP’ye pek de örtülü olmayan bir destek verdi. TÜSİAD’ın açıklamasında, “son dönemde giderek artan sayıda akademisyen, siyasetçi, medya yöneticisi ve yazarının soruşturmaya uğraması ve tutuklu yargılanmasının yanı sıra uluslararası internet sitelerinin yasaklanması”nın “‘adalete güven’ unsurunu zedelediği” belirtiliyordu.
Buna karşılık, Erdoğan’ın ve AKP iktidarının egemen sınıf içindeki temel dayanağı olan Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD), “Yeni oyunlar ve senaryolar devreye konulmak istenmektedir” başlıklı bir açıklama yaparak, yürüyüşe cepheden karşı çıktı.
MÜSİAD, aynı Erdoğan ve AKP gibi, bu yürüyüşün, Kasım 2013’te Ukrayna’da patlak veren ABD-Almanya destekli “Maidan” hareketine benzer bir hükümet değişikliği operasyonuna yol açacağından korkuyordu. Ukrayna’daki hareket, Rusya yanlısı Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in AB ile ticari ortaklık anlaşması imzalamayı reddetmesi üzerine, birkaç yüz aşırı sağcı tarafından başlatılmış; Yanukoviç’in Şubat 2014’te ülkeyi terk etmesinin ardından, faşistlerin önemli makamlara sahip olduğu AB yanlısı, Rusya karşıtı sağcı bir hükümetin kurulmasıyla ve iç savaşla sonuçlanmıştı.
Ankara’nın NATO’daki müttefikleri ile uzunca süredir derin bir anlaşmazlık içinde olan Erdoğan ve AKP iktidarı, Müslüman Kardeşler’in önderlerinden Muhammed Mursi’nin ABD-AB destekli bir askeri darbeyle Temmuz 2013’te devrilmesinden bu yana, onunla aynı yazgıyı paylaşma korkusu taşıyor. 15 Temmuz darbe girişimi, bu korkunun yersiz olmadığını göstermekle kalmamış, onu iyice kronikleştirmiştir. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükada’da bir otelde toplantı yapan bir grup insan hakları savunucusunun gözaltına alınmasını, “adeta 15 Temmuz’un devamı niyetinde bir toplantı için bir araya gelmişlerdir,” sözleriyle açıklıyordu.
Türkiye egemen sınıfının geleneksel olarak NATO-AB yanlısı hizbinin siyasi temsilcisi CHP ile Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğindeki AKP arasında giderek keskinleşen mücadele, emperyalist devletler arasında ve onlar ile Çin ve Rusya arasında tırmanmakta olan jeostratejik anlaşmazlıklardan bağımsız değildir.
ABD’deki Trump yönetimi, bir yandan “Önce Amerika” sloganı altında ekonomik ulusalcılığa dönme ve uluslararası anlaşmaları gözden geçirme yönünde ilerlerken, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşı tırmandırıyor ve Obama yönetiminin Çin’e yönelik “Asya’ya dönüş” stratejisini pervasızca ilerletiyor. Avrupalı emperyalistler ile Japonya, ABD’nin küresel egemenliğini askeri yollarla koruma yönelimine, kendi ordularını güçlendirerek ve Çin ve/veya Rusya ile ilişkilerini arttırarak tepki veriyorlar. Avrupalı emperyalistler, ABD egemen sınıfının Obama yönetimi altında başlayıp Trump ile devam eden polis devletini güçlendirme yönelimi ile de rekabet içindeler. Onlar, hem ekonomik krizin hem de tırmanan militarizmin maliyetini işçi sınıfına çıkarmayı amaçlayan kemer sıkma politikalarına yönelik toplumsal muhalefeti kontrol altında tutmak ve patladığında ezmek için, büyük bir hızla, devletin baskı aygıtlarını güçlendiriyorlar.
ABD emperyalizminin savaş yönelimi, Ortadoğu’daki sınırların ABD-AB destekli bağımsız bir Kürt devletinin kurulması olasılığını içerecek şekilde yeniden çizilmesi dahil, TC devleti için yaşamsal önemdeki tarihsel sorunları artan bir şiddetle yeniden gündeme getirmiş ve AKP iktidarını geleneksel emperyalist müttefiklerinden uzaklaştırarak Rusya ile stratejik önemde ekonomik ve askeri ilişkiler kurmaya itmiş durumda.
Son yıllarda Türkiye egemen sınıfı içinde ve onun siyasi temsilcileri arasında yaşanan çatışmaların altında, NATO’nun önemli bir üyesi olarak Ankara’nın dış politikasında yaşanan bu eksen kayması yatmaktadır.
ABD ve Avrupalı emperyalistler, Erdoğan önderliğindeki egemen yönetici hizipten kurtulmaya kararlılar ama bunu, CHP’nin, HDP’nin ve onların kuyruğundaki sahte sol örgütlerin iddia ettiğinin tersine, “Türkiye’ye demokrasi getirmek” için değil; Ortadoğu’daki bu önemli müttefiklerini kendi eksenlerine çekebilmek, onu NATO’nun savaş arabasına yeniden sıkı sıkıya bağlamak için yapmak istiyorlar.
CHP’nin önderi Kılıçdaroğlu’nun Maltepe mitinginde 10 madde halinde özetlediği talepler bu bağlamda değerlendirilmelidir. “FETÖ’nün siyasi ayağının ortaya çıkarılması”ndan OHAL’in kaldırılmasına ve “adil yargılanma hakkı”na; “sırf hükümete muhalif göründüğü için haklarından mahrum bırakılan” akademisyenlerin ve kamu görevlerinin görevlerine iade edilmesinden tutuklu milletvekillerinin ve gazetecilerin serbest bırakılmasına kadar çeşitli demokratik talepleri dile getiren Kılıçdaroğlu, konuşmasında, 16 Nisan anayasa referandumunun sonucunu da gayrimeşru ilan etti. O, “Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti güçlendirilmeli, eğitimde laikliğin aşındırılmasına son verilmelidir,” dedi ve ekledi: “Yoksulluk, ayrımcılık, şiddet, terör gibi toplumsal adaletsizliklerin giderilmesi için ortak irade hayata geçirilmelidir.”
Kılıçdaroğlu’nun listesinin sonunda yer almasına karşın en önemli talebi, Türkiye’nin “yüzünü insan haklarına, hukuk devletine, adalete önem veren milletler ailesine [yani AB’ye ve NATO’ya] dönmesi” idi. Kılıçdaroğlu, “Tüm taleplerimiz karşılanana kadar bu yürüyüş bitmeyecek. Bu yürüyüş artık başladı, korku duvarlarını yıkacağız. Adalet yürüyüşümüzün son günü yeni bir başlangıçtır,” diye gürlemeyi de ihmal etmedi. Kılıçdaroğlu yaklaşık bir saat süren konuşmasında egemen sınıfın taleplerinin neredeyse tümünü dillendirirken, OHAL gerekçesiyle eylemleri engellenen, grevleri yasaklanan işçilerin taleplerine doğal olarak hiçbir şekilde yer vermedi.
Ankara’nın NATO’daki emperyalist müttefiklerinin farklı biçimlerde defalarca dile getirdiği bu talepler, emekçi kitleleri ve gençliği savaş ve diktatörlük yönelimine kazanmaya yönelik birer makyaj malzemesinden ibarettir. CHP, Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarının “terör”, “darbe tehlikesi” ve “bölünme” gibi “güvenlik” eksenli argümanlarla pazarlamaya çalıştığı savaş ve diktatörlük gündemini, “insan hakları”, “demokrasi” ve “adalet” kavramlarıyla maskelemektedir.
Onlar arasındaki temel ayrım, Ankara’nın savaş ve diktatörlük yöneliminin, Türkiye’nin NATO’daki ve AB’deki geleneksel emperyalist müttefiklerinin jeostratejik çıkarları ile uyumlu olup olmayacağı; eğer olacaksa, bunun nasıl sağlanacağı konusundadır. Dolayısıyla, egemen sınıf içinde ve onların siyasi temsilcileri arasında yaşanmakta olan bu stratejik çatışmada, taraflardan hiçbiri işçi sınıfının ve gençliğin çıkarlarını temsil etmemektedir. Onlar, varlıklarını ve ayrıcalıklı konumlarını borçlu oldukları emperyalist sisteme ve onun uluslararası savaş ve diktatörlük yönelimine karşı değiller.
AKP, hiç kuşkusuz, militarizm ve diktatörlük yanlısı gerici bir burjuva partisidir. Toplumsal Eşitlik ve önceli Sosyalizm, AKP’nin emperyalizm yanlısı karakterini kurulduğu günden başlayarak teşhir etmiş; onun sözde “liberal reformlar”ının işçi sınıfı düşmanı içeriğini gözler önüne sermiştir. Biz bunu yaparken, orta sınıf liberal aydınlar, Kürt milliyetçileri ve onların yörüngesindeki sahte sol çevreler, “demokrasi” ve “insan hakları” adına, doğrudan ya da dolaylı olarak AKP’yi destekliyordu. Şimdi, bu kesimlerin büyük kısmı, aynı taleplerle, CHP’nin ardında hizaya geçmiş durumdalar.
Stalinistinden “Troçkist” maskeli olanlara kadar çok sayıda sahte sol partinin ve çevrenin AKP karşısında CHP’ye yedeklenmeleri, bir “tutarsızlık” ya da “savrulma” olarak değerlendirilmemeli. Onların milliyetçi Kürt hareketine yönelik dizginsiz devlet terörünün ardından HDP’den uzaklaşarak CHP’nin arkasında hizaya geçmeleri, kısmen etkili olsa da, yalnızca öznel bir “güvenli liman” arayışı ile de açıklanamaz.
Bütün bu kesimlerin CHP’nin arkasında hizaya geçmesi, onların emperyalist politikalara verdikleri destek ile bağdaşmaktadır. Bu partilerin / örgütlerin ve uluslararası uzantılarının, ya ABD ile Almanya’nın Ukrayna’da düzenlediği darbeyi, Libya’ya yönelik NATO müdahalesini ve Mısır’daki ABD-AB destekli darbeyi “demokrasi” adına desteklemiş ya da Suriye’deki emperyalist rejim değişikliği savaşını “devrim” diye alkışlamış olmaları rastlantı değildir.
Öte yandan, sahte solun işçi sınıfını ve gençliği, sözde “demokrasi” adına, CHP’ye yedekleme çabası, onların Yunanistan’da Syriza’ya, ABD’de Sanders’e, Almanya’da Sol Parti’ye, İspanya’da Podemos’a ve Britanya’da Corbyn’e verdikleri destekten de bağımsız değildir.
Onlar, Ankara’da, Kılıçdaroğlu’nun sözleriyle, “yüzünü insan haklarına, hukuk devletine, adalete önem veren milletler ailesine [yani NATO’ya ve AB’ye] dönmüş” bir yönetim görmek istedikleri için CHP’yi destekliyorlar.
“İnsan hakları ve demokrasi” maskesi altında NATO’ya ve AB’ye olan bu bağlılıkları, sahte sol parti ve örgütleri, nesnel olarak, Erdoğan-AKP karşıtı NATO destekli olası bir rejim değişikliği operasyonunun “doğal” destekleyicileri olmaya aday kılmaktadır. Onların 15 Temmuz darbe girişimi karşısındaki tutumları, bu konuda pek fazla kuşku bırakmıyor. Sahte sol parti ve örgütler, neredeyse bir bütün olarak, “darbeye karşı” olduklarını açıklamak için onun yenilgiye uğramasını beklemiş; işçi sınıfını darbe girişimine karşı harekete geçmeye çağırmamış (DİP bunun “sorumsuzluk” olacağını ilan etmişti); darbe girişimi başarısız olduktan sonra, onu ve arkasındaki emperyalist güçleri (ABD ve Almanya) suçlamak yerine, eleştiri oklarını, aynı ABD ile AB’nin yaptığı gibi, Erdoğan’a ve AKP iktidarına yöneltmişti.
Bütün bu kesimlerin her seçimde NATO-AB yanlısı iki burjuva muhalefet partisine (CHP ve HDP) destek vermesi, onların sınıfsal karakterini açık bir şekilde gösteriyor. Hali vakti yerinde orta sınıfın ekonomik toplumsal çıkarları NATO ve AB ile sıkı ilişkilerde yatan kesimlerinin siyasi sözcülüğünü yapan sahte sol, 1960’ların sonlarındaki ve 1970’lerdeki “radikal” hatta “sosyalist” ve “emperyalizm karşıtı” söylemini uzun süre önce rafa kaldırmış ve onun yerine küçük burjuva yaşam tarzı ve kimlik politikalarını geçirmiştir.
Neredeyse tamamı Stalinist, gerillacı ve Pablocu geleneklerden gelen sahte sol siyasi önderliklerin bugünkü emperyalizm yanlısı çizgisi, onların tarihsel sosyalizm düşmanlığının bir uzantısı; özellikle Sovyetler Birliği’nin Stalinist bürokrasi tarafından dağıtılmasının ardından uğradıkları hayal kırıklığının bir sonucudur. Eski bürokratik diktatörlüklerdeki Stalinist önderler oligarklar ya da onların hizmetindeki yöneticiler haline gelirken, onların kapitalist ülkelerdeki uzantıları, hızla eski “komünist”, “sosyalist” kimliklerinden sıyrılıp, emperyalizmin, küreselleşme sürecinin yarattığı olanaklardan yararlanma peşinde koşan açık savunucuları haline geldiler.
CHP’nin “Adalet Yürüyüşü” ile ilgili açıklamaları, kendi ihanetleri sonucunda uğranılan ağır yenilgilerden işçileri sorumlu tutan eski Stalinist ve küçük burjuva radikal önderliklerin işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı karakterini en yalın biçimde ortaya koymaktadır.
Bütün bu akımlar, insanlığın son 200 yıllık teorik birikimini ve işçi sınıfının tarihsel deneyimlerini yok sayan bir noktaya sürüklenmiş; 100 yıl önce Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’ne yön veren uluslararası sosyalizm / sürekli devrim programının yerine, yalnızca emperyalist sistemin yaşamasına hizmet eden “burjuva demokratik” talepleri savunmaya başlamışlardır.
Onlar, lafta da olsa “sosyalizm” için değil; TC devletinin anayasasının ilk iki maddesinde belirtilen bir cumhuriyet, yani “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” uğruna mücadele etmektedirler. Dahası, sahte solun diğer iki bileşeni, İşçi Demokrasisi Partisi ve Sosyalist Emekçiler Partisi, yayınladıkları ortak bildiride, emperyalizme ve CHP’ye verdikleri desteği daha “teorik” bir argümanla gerekçelendirme çabası içinde, “Tüm demokratik, sosyal ve ekonomik hakların korunması ve geliştirilmesine yönelik bir mücadele dönemi”nin açıldığını ilan ediyor. Bütün bu talepler ve sözde teorik laf salatasının tek bir amacı var: İşçi sınıfının kafasını karıştırmak, onun bağımsız sosyalist bir özne olarak örgütlenmesini engellemek ve onu emperyalist savaş yönelimine yedeklemek.
Emperyalist müttefikleri ile Ankara’daki AKP iktidarı arasında ve bunun içerideki uzantısı olarak Türkiyeli egemen sınıf içinde uzun süredir yaşanan çatışma, AB-NATO yanlısı burjuva muhalefetin gövde gösterisine dönüşen “Adalet Yürüyüşü” ile birlikte yeni bir evreye girmiş durumdadır.
Sonucu, yalnızca Türkiye’deki değil ama bir bütün olarak Ortadoğu’daki ve Avrupa’daki işçileri etkileyecek olan bu çatışma, bizzat NATO ittifakı içinde ABD ile onun Avrupalı emperyalist müttefikleri arasında tırmanan gerilimlerden ve hızla tüm Ortadoğu’ya yayılma tehlikesi gösteren Suriye’deki emperyalist rejim değişikliği savaşından bağımsız değildir.
“Adalet Yürüyüşü”nün başlangıcında yaptığımız değerlendirmede belirtmiş olduğumuz gibi:
İşçi sınıfı, böylesi kritik bir süreçte edilgen izleyici konumunda kalamaz, kalmamalı. O, Erdoğan’ın burjuva ve küçük burjuva karşıtlarının “adalet” talebinin ikiyüzlü karakterini görmeli ve onu “toplumsal adalet / eşitlik” biçiminde yeniden formüle ederek bu uğurda mücadeleye soyunmalıdır.
Toplumsal adalet / eşitlik mücadelesi, aynı zamanda egemen sınıfın savaş politikalarına da kararlı biçimde karşı çıkmayı gerektirir. Dolayısıyla, işçi sınıfı, hızla artan toplumsal eşitsizliklere ve ona eşlik eden diktatörlük yönelimine karşı mücadeleyi, başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm Ortadoğu’da tırmanan savaş yönelimine, militarizme karşı mücadele ile birleştirmelidir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, işçi sınıfının toplumsal eşitlik / adalet ve barış talebi ile savaş ve diktatörlük gündemini Ankara’nın özellikle de AB’deki emperyalist müttefiklerinin çıkarlarına uygun biçimde sürdürmeye çalışan CHP’nin “adalet” talebi birbiriyle bağdaşmaz.
İşçi sınıfı, egemen sınıfın ve Kürt burjuvazisinin AB’ci kanadının temsilcileri olan CHP ile HDP’den ve onlara “sol” maske takmaya çalışan sahte soldan bağımsız ve onlara karşı, kendi siyasi talepleri uğruna mücadeleye soyunmalıdır.
Bu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşası demektir.