“Büyük anlatı”nın dönüşü

Gelişen küresel sınıfsal çatışma dalgası, şu anda, işçilerin ve gençliğin, Cumhurbaşkanı François Hollande’ın uygulamaya koyduğu olağanüstü hal önlemlerinin yardımıyla geçtiğimiz ay parlamentodan geçirilen “El Khomri” iş reformuna karşı grev ve gösterilerinin yeni bir haftaya girdiği Fransa’da yoğunlaşıyor.

Ulusal demiryolu hattı SNCF’deki işçiler, Salı akşamı dönüşümlü bir iş bırakma başlatırken, Paris’teki demiryolu ve metro işçileri Perşembe günü greve çıkacak. Fransız Sivil Havacılık Kurumu, ülkenin büyük kısmında ulaşımı felce uğratmakla tehdit edecek şekilde, Cuma günü başlayacak bir grev planlıyor. Bu, şimdiye kadar bir milyonu aşkın insanın yer aldığı kitlesel gösterilerin yanı sıra petrol rafinerilerindeki ve diğer işyerlerindeki yüz binlerce işçinin grevlerinin ardından geliyor. İşçiler ve gençlik, terörle mücadele adına uygulanan olağanüstü hal önlemleri altında seferber edilen polis güçleriyle çatışmalara girdiler.

Egemen sınıfın ve onun propagandacılarının uzun süredir farklı sosyal sınıfların varlığını inkar etmeye çalıştığı Amerika Birleşik Devletleri’nde, on binlerce iletişim işçisi geçtiğimiz ay greve gitti. Onların, sendikaların hararetle durdurmaya çalıştığı mücadelesi, ABD otomotiv sanayisinin geleneksel yurdu Michigan’da, Flint sakinlerinin zehirlenmesine ve Detroit’te kamu eğitiminin yok edilmesine karşı muhalefetin patlak vermesini izliyor. Yükselen kapitalizm karşıtı duyarlılık, birçok kişinin sosyalist olduğuna inandığı Bernie Sanders’ın adaylığına olan yaygın destekte ifade ediliyor.

Bu mücadeleler ve dünya genelindeki birçok ülkede gerçekleşen diğerleri, amansız bir ekonomik kriz, durmadan büyüyen savaş tehlikesi ve işçi sınıfı ile gençliğin geniş kesimlerinin yaşam standartlarının geriletilmesi bağlamında gerçekleşiyor.

Bu olayların, kaçınılmaz olarak, geçtiğimiz yarım yüzyılda hüküm süren fikirlerin altını oyacak şekilde, halkın geniş kesimleri arasında derin bir siyasi ve teorik yeniden yönelimi harekete geçirmesi gerekmektedir. Fransa’daki olaylar, bu ülkedeki Mayıs-Haziran 1968 grevi II. Dünya Savaşı sonrası politikalarda belirli bir dönüm noktasına işaret ettiği için özellikle önemlidir.

Avrupa tarihindeki en büyük genel grev olan bu mücadele, de Gaulleci devletin temellerini sarsmış ve doğrudan, kapitalizmin yıkılması sorununu gündeme getirmişti. Fransa’daki genel grevi, 1968-1975 yılları arasında dünya genelinde doğrudan devlet iktidarı sorununu ortaya koyan huzursuzluk dalgası izlemişti. O dönemde, Britanya işçi sınıfının Muhafazakar hükümet karşıtı kapsamlı hareketine, İtalya ile Latin Amerika’daki grev hareketlerine ve Vietnamlı kitlelerin ABD emperyalizmine karşı mücadelesine tanık olunmuştu.

Kapitalizm, bu fırtınaları, Stalinizmin, Sosyal Demokrasinin ve sendikaların, onun hayatta kalmasına ve sonraki on yıllarda yeniden istikrar sağlamasına olanak sağlayan ihanetleri sayesinde atlattı.

Bu olaylara korku ve moral bozukluğuyla tepki gösteren geniş aydın kesimleri, Marksizme şiddetle karşı çıkmışlardı. Önderliğinin ihanetleri nedeniyle işçi sınıfını sorumlu tutarlarken, bu kaymayı güdüleyen şey, asıl olarak bizzat işçi sınıfına yönelik korkuydu. Devrim olasılığına tanık olan bu kesimler, sol savlarını bir kenara atıp egemen sınıfın kollarına atıldılar.

Bu süreç, belki de en açık ifadesini, postmodernizm olarak bilinen teorik anlayışlarla ilişkilendirildiği Fransa’da bulmuştu. Bu felsefi ve siyasi eğilimin temel öncülü, Ekim 1917 Rus Devrimi’nin başlattığı büyük devrimci mücadeleler dalgasının artık geçersiz kılınmış olan eski bir çağa ait olduğuydu.

“Postmodernizm” teriminin anlamı, Jean-François Lyotard’ın 1979’da yayımlanan Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor’da özetleniyordu. Lyotard, postmodernistlerin, “üst anlatılara yönelik bir kuşkuculuk” benimsediğini yazıyordu. “Anlatı işlevi kendi işlevcilerini, büyük kahramanını, büyük tehlikelerini, büyük yolculuklarını, büyük hedefini kaybediyor.”

Lyotard’ın bu açıklamasının toplumsal içeriği, bir yıl sonra Andre Gorz’ın Elveda İşçi Sınıfı kitabında daha kaba bir şekilde ortaya kondu: “Marksist proletarya teorisinin temelini bulma yönünde herhangi bir girişim, zaman kaybıdır.”

Lyotard’ın reddettiği “büyük anlatı” neydi?

O, ilk olarak Marx ve Engels tarafından, “bugüne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir” ve işçilerin “zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur” diyen Komünist Manifesto’da ilan edilmiş olan “anlatı” idi.

O, Marx’ın, şunu önceden haber veren Kapital’indeki kapitalist sisteme yönelik suçlamaydı:

Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını gasp eden ve tekelleştiren, sürekli azalan sayıda sermaye kodamanı ile birlikte kitlesel sefalet, baskı, kölelik, yozlaşma, sömürü artar. Ama bununla birlikte, bizzat kapitalist üretim süreci eliyle disipline sokulmuş, birleşmiş, örgütlenmiş, sayısı sürekli artan bir sınıfın, işçi sınıfının isyanı da artar. Sermayenin tekeli, onunla birlikte ve onun altında sıçrama yapmış ve serpilmiş olan üretim tarzının üzerinde bir pranga haline gelir. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, onların kapitalist kabuğuyla uyumsuz hale geldikleri bir noktaya ulaşır. Bu kabuk, paramparça edilir. Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanları çalar. Mülksüzleştirenler, mülksüzleştirilir.

O “büyük anlatı”, Friedrich Engels’in, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, devletin sadece egemen kapitalist sınıfın ezilen sınıfları baskı altında tutmaya ve onlara boyun eğdirmeye yönelik bir aracı olduğu tanımlamasıydı:

Devlet, sınıf uzlaşmazlıklarını kontrol altında tutma ihtiyacından doğduğu ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışmasının ortasında ortaya çıktığı için, kural olarak, devlet aracı dolayımıyla siyasi olarak da egemen sınıf haline gelen ve böylece ezilen sınıfları baskı altında tutmanın ve sömürmenin yeni araçlarını edinen en güçlü, ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir.

Bizim savaş dönemimize çok daha doğrudan hitap eden dil, Rus devrimcisi Vladimir Lenin’in açıklamasıydı:

Emperyalizm, her yerde, özgürlük değil egemenlik uğruna mücadeleyi başlatan mali sermayenin ve tekellerin çağıdır.

Ama postmodernistlerin zehri, asıl olarak, Marksizmin perspektifine yazılı ve eylemli olarak en anlamlı ifadesini vermiş olan devrimciye, Lev Troçki’ye yöneliyordu. Troçki, sürekli devrim teorisinde, “Sosyalist devrim ulusal arenada başlar, uluslararası alanda gelişir ve dünya sahnesinde tamamlanır.” diye duyurmuş ve Rus Devriminin Tarihi’nde, devrimi, “kitlelerin, kendi yazgılarına egemen olma alanına zorla girmesi” olarak tanımlamıştı.

Özetle, postmodern teorisyenler (ve onların çıkarlarını dile getirdikleri daha geniş üst orta sınıf tabakası), toplumun sınıflara bölündüğü; devletin sınıf egemenliğinin bir aracı olduğu; toplumsal ve ekonomik gelişmenin mantığını anlamanın mümkün olduğu; kapitalizmin insanlığı felakete sürüklediği ve bu iflas etmiş sosyal düzeni dünya çapında yıkmanın ve eşitliğe dayanan bir toplumun temellerini atmanın devrimci bir parti önderliğindeki işçi sınıfının görevi olduğu düşüncesini reddediyorlardı.

Marksizm karşıtı teorisyenlerin Marksizmin tam anlamıyla bitmiş olduğu yönündeki iddialarına rağmen, yeni bir gençlik, öğrenci ve işçi kuşağı, ekonomik çöküş, toplumsal kutuplaşma, savaş ve diktatörlük “büyük anlatısı”nı yaşıyor. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda, milyonlar, Marksizmin büyük eserlerini inceleyecek ve onları, işçi sınıfının hala karşı karşıya olduğu büyük görevleri çözüme ulaştırmakta vazgeçilmez bir rehber olarak kullanacaktır.

1 Haziran 2016

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir