1968: Fransa’da genel grev ve öğrenci isyanı – I Devrimci bir durum gelişiyor

Giriş

Elli yıl önce, Mayıs-Haziran 1968’de, bir genel grev Fransa’yı proleter devrimin eşiğine getirmişti. Yaklaşık 10 milyon işçi, şalterleri indirdi, fabrikaları işgal etti ve ülkenin ekonomik yaşamını durma noktasına getirdi. Fransız kapitalizmi ve de Gaulle rejimi, genel grevin kontrol altına alınması ve sona erdirilmesi için her şeyi yapan Fransız Komünist Parti’nin (PCF) ve onun hakimiyetindeki Genel İşçi Konfederasyonu’nun (CGT) desteğiyle ayakta kalmıştı. Fransız genel grevi öncesinde, gençliğin, Vietnam’daki savaşa, İran’daki Şah rejimine, baskıcı toplumsal ortama ve diğer sorunlara karşı küresel bir radikalleşmesi söz konusuydu. Fransız genel grevi, uluslararası işçi sınıfının, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden o güne kadar gerçekleşmiş en büyük saldırısının başlangıcıydı. Bu saldırı, 1970’lerin ortalarına kadar sürdü, hükümetleri istifaya zorladı, diktatörlükleri devirdi ve bir bütün olarak burjuva egemenliğini sorguladı. Almanya’da 1969 Eylül grevleri, İtalya’da ise “sıcak sonbahar” yaşandı. Polonya ile Çekoslovakya’da (Prag Baharı) işçiler Stalinist diktatörlüğe karşı ayaklandı. Britanya’da madenciler, 1974’te Muhafazakar Heath hükümetini devirdi. Yunanistan’da, İspanya’da ve Portekiz’de sağcı diktatörlükler yıkıldı. Amerika Birleşik Devletleri Vietnam’dan yenilgiyle çekilmek zorunda kaldı.

Yarım yüzyıl sonra, bu devrimci döneme ait dersler çok büyük bir öneme sahiptir. Sınıf mücadelesi uzun bir süre boyunca bastırılsa da, sınıfsal çelişkiler artık zapt edilemeyecek bir noktaya ulaşmıştır. Kapitalizm dünya genelinde derin bir kriz içindedir. Nüfusun geniş kesimlerinin yaşam standartları düşerken, toplumun tepesindekiler hayal bile edilemeyecek düzeylerde zenginleştiler. Büyük emperyalist güçlerin egemen sınıfları, artan toplumsal ve uluslararası gerilimlere savaş ve militarizm; sosyal ve demokratik haklara yönelik saldırılarla yanıt veriyorlar. Büyüyen direnişin ve keskin bir sınıf mücadelesinin belirtileri dünya çapında artıyor. ABD’deki öğretmenlerin grevleri, Fransa’daki demiryolu işçilerinin grevleri, sanayi ve kamu sektörü çalışanlarının Almanya’daki yeni toplu iş sözleşmeleri üzerine grevlere olan yüksek katılımı sadece başlangıçtır.

Kapitalizm, 1968-1975 döneminden, mücadeleleri kontrol etmek ve onları yenilgiye uğratmak için kitlesel etkisini kullanan Stalinist ve sosyal demokrat partiler ile sendikalar sayesinde sağ çıktı. İşçi sınıfının saldırısı bu bürokratik aygıtların etkisini zayıflatmış olsa da, kendilerini “sosyalist”, “Marksist”, hatta “Troçkist” olarak tanımlayan çeşitli örgütler, yeni bir devrimci önderliğin gelişmesini engellediler ve bunun yerine sosyal demokrat partilere; Fransa’da, sonraki 30 yıl boyunca burjuva yönetiminin en önemli aracı haline gelen François Mitterrand’ın Sosyalist Partisi’ne, Almanya’da ise 1970’lerde etkisinin zirvesine ulaşan Willy Brandt yönetimindeki Sosyal Demokratlara yöneldiler.

Lev Troçki, 1930’larda, Üçüncü (Komünist) Enternasyonal Stalinizmin etkisi altında geri dönülemez biçimde burjuva karşıdevrim kampına geçtiği için, Dördüncü Enternasyonal’in kurulması inisiyatifini almıştı. Ancak, 1938’de kurulmasından kısa bir süre sonra, Dördüncü Enternasyonal içinde küçük burjuva eğilimler ortaya çıktı ve onlar, işçi sınıfının yenilgilerinden (1927’de Çin’de, 1933’te Almanya’da ve 1939’da İspanya’da), önderliğin ihanetlerini değil ama işçi sınıfının devrimci görevini yerine getirmedeki yetersizliğini sorumlu tuttular.

İşçi sınıfının devrimci rolüne yönelik saldırı, 1953’te, Michel Pablo ve Ernest Mandel önderliğindeki revizyonist bir eğilimin, Stalinist, sosyal demokrat ve burjuva ulusalcı hareketlerin nesnel olayların baskısı altında devrimci önlemler alacakları iddiasıyla, Dördüncü Enternasyonal’in şubelerini onların içinde tasfiye etme girişimi ile sonuçlandı. Onlar, Cezayir’deki Bin Bella ve Küba’daki Fidel Castro gibi Stalinist ve ulusalcı önderleri Troçkizmin sözde “alternatifleri” olarak övdüler. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), bu dönemde, Pablocu revizyonizme karşı Dördüncü Enternasyonal’in programına dayalı bağımsız devrimci işçi sınıfı partilerinin inşasını savunmak için kuruldu.

Bu dizinin üçüncü ve dördüncü bölümleri, 1968 olayları sırasında Pablocu Birleşik Sekreterlik’in Fransa şubesi olan, Alain Krivine’ın Devrimci Komünist Gençlik’inin (Jeunesse communiste révolutionnaire, JCR) oynadığı rolü açıklamaktadır. JCR, PCF’nin ve CGT’nin ihanetlerinin üzerini örttü ve kendisini anarşist, Maocu ve diğer küçük burjuva öğrenci grupları içinde eritti. Bugün, onun geride kalan üyeleri, Troçkizmi açıkça reddeden, Stalinistler, Sosyalist Parti ve diğer burjuva partileri ile işbirliği içinde olan, Libya’da ve Suriye’de “insani” emperyalist müdahalelerin propagandasını yapan Yeni Anti-Kapitalist Parti’nin (Nouveau parti anticapitaliste, NPA) bir parçasıdır. 1974’de kendisini Devrimci Komünist Birlik (LCR) olarak adlandırılan JCR’nin birçok eski üyesi ise, kariyerlerine uzun süredir Sosyalist Parti’de ve diğer burjuva örgütlerde devam ediyorlar.

DEUK, 1968’de, Stalinizmin, sosyal demokrasinin ve burjuva ulusalcılığının siyasi etkisine karşı mücadele eden tek eğilimdi. Bununla birlikte DEUK, bu mücadeleyi, sadece geniş bürokratik örgütlerin değil, aynı zamanda Pabloculuğun aşağılık rolünden de kaynaklanan aşırı yalıtılmışlık koşullarında veriyordu. Faaliyet yürüttüğü ortamın toplumsal ve ideolojik basınçları altında, DEUK’un saflarında uyarlanmacı eğilimler gelişti.

1953’te DEUK’un kurucularından olan Fransa’daki Enternasyonalist Komünist Örgüt (Organisation communiste internationaliste, OCI), 1968’de merkezci bir politika izledi. Binlerce deneyimsiz üye partiye akın ettikçe, OCI keskin bir biçimde sağa yöneldi. OCI, 1971’de Uluslararası Komite’den ayrıldı ve üyelerini Mitterrand’ın Sosyalist Partisi’ne (PS) yönlendirdi. O zamanlar PS’ye katılan OCI üyeleri arasında, PS’nin sonraki önderi ve Fransa Başbakanı Lionel Jospin, şu anki önderi Jean-Christophe Cambadélis ve Fransa’daki Sol Parti’nin kurucusu ve Boyun Eğmeyen Fransa’nın önderi olan Jean-Luc Mélenchon da vardı. “Sol” bir milliyetçi olan Mélenchon, nükleer silahlı bir güç olarak Fransa’yı savunuyor ve zorunlu askerliğin yeniden uygulanması çağrısı yapıyor.

Bu dizinin son dört kısmı, OCI’nin rolü, tarihi ve onun burjuva egemenliğinin önemli bir destekçisine dönüşmesine yol açan teorik ve politik sorunları ayrıntılı olarak ele alıyor. Bu deneyimlerin incelenmesi ve anlaşılması, işçi sınıfının yaklaşan mücadelelerine hazırlanmada son derece önemlidir.

Pablocuların ve OCI’nin evrimi, küçük burjuva akademisyenler arasındaki sağa kaymanın bir parçasıydı. Her ne kadar görünüşte Marksist sözcükler kullansalar da, 1968’deki birçok öğrenci önderinin düşünceleri Frankfurt Okulu, varoluşçuluk ve işçi sınıfının devrimci rolünü reddeden diğer Marksizm karşıtı eğilimler eliyle biçimlenmişti. Onlar, “devrim” derken (fazlasıyla kullandıkları bir kavram), devlet iktidarının işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesini değil; küçük burjuva bireyin toplumsal, kişisel ve cinsel özgürleşmesini kastediyorlardı.

Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin uluslararası yayın kurulu başkanı David North, “Sahte Solun Teorik ve Tarihsel Kökenleri” adlı makalesinde, işçi sınıfının Mayıs 1968’de Fransa’daki müdahalesinin “Fransız aydınlarının geniş kesimleri üzerinde travmatik bir etkisi olduğunu” yazmış ve eklemişti: “Onların devrim ile tanışmaları, sağa doğru keskin bir harekete yol açtı.” Jean-Francois Revel ile Bernard-Henri Levy’nin de aralarında bulunduğu “yeni düşünürler, ikiyüzlü ‘insan hakları’ bayrağı altında komünizm karşıtlığını benimsediler.” Jean-Francois Lyotard önderliğindeki bir başka düşünür grubu, “Marksizmi reddedişlerini, postmodernizmin düşünsel olarak nihilist formülasyonları ile gerekçelendirdiler.” Varoluşçu yazar André Gorz, “Elveda Proletarya” başlığını taşıyan kışkırtıcı bir kitap yazdı.

Bu aydınlar, 1968’i, kendi kişisel toplumsal ilerlemelerinde bir aşama olarak gören ve daha sonra devlet bakanlıklarında, yazı işleri bürolarında ve şirket yönetim kurullarında önderlik pozisyonlarını dolduracak olan orta sınıf adına konuşuyorlardı. Bu dizinin dördüncü bölümünde, uzun süre LCR’nin üyesi olan Edwy Plenel’e değiniliyor. Plenel, önde gelen gazete Le Monde’un editörü olarak, 2001’de şöyle yazıyordu: “Ben tek başıma değildim. Troçkist olan ya da olmayan, aşırı solda aktif olduktan sonra militan dersleri reddeden ve o döneme ait yanılsamalarımıza kısmen eleştirel bir biçimde yaklaşan, kesinlikle on binlerce kişiydik.”

Önderlerini uzun süre 1968’in militanlarından toplamış olan Almanya’daki Yeşiller, bu süreci somutlaştırmaktadır. Onlar, küçük burjuva bir protesto, çevrecilik ve barışseverlik partisinden Alman militarizmi için güvenilir bir dayanağa dönüştüler. Fransız öğrenci isyanının, en azından medyadaki en bilinen önderlerinden olan Daniel Cohn-Bendit, 1999’da Almanya Dışişleri Bakanı olarak Yugoslavya’da gerçekleşen ve İkinci Dünya Savaşı’ndan o güne kadarki ilk Alman askeri müdahalesinden sorumlu olan Joschka Fischer’in akıl hocası ve arkadaşıydı. Libya’ya karşı savaşı destekleyen Avrupa parlamentosunun Yeşil üyesi olan Cohn-Bendit, Avrupa Birliği’ni savunuyor ve Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’dan övgüyle söz ediyor.

Günümüzde canlanmaya başlayan sınıf çatışması, 1968-1975 dönemi mücadeleleri sırasında olduğundan çok farklı koşullar altında gerçekleşiyor.
Öncelikle, burjuvazi artık toplumsal ödünler verecek ekonomik hareket alanına sahip değil. 1968’deki hareket, Bretton Woods sisteminin 1971’de sona ermesine ve 1973’te yeni bir durgunluğa yol açan 1966’daki ilk büyük savaş sonrası durgunluk eliyle tetiklenmişti. Fakat savaş sonrası hızlı büyüme, doruk noktasına bu dönemde henüz ulaşmıştı. Burjuvazi, ücretlere ve çalışma koşullarına yönelik önemli iyileştirmelerle, grevlere ve protestolara son verdi. Üniversiteler, isyancı gençleri sokaklardan çekmek için büyük ölçüde genişletildi.

Ulusal bir çerçeve içinde bu tür reformlar artık mümkün değildir. Küresel rekabet gücü mücadelesi ve uluslararası finans piyasalarının üretimin her alanındaki egemenliği, dibe doğru acımasız bir yarış başlatmıştır.

İkinci olarak, yarım asır önce milyonlarca üyeye sahip olan ve kapitalizmin yaşamasını sağlayan Stalinist ve sosyal demokrat örgütler, artık büyük ölçüde itibarsızlaşmıştır. Stalinist bürokrasi tarafından dağıtılmasının ardından, Sovyetler Birliği artık yok. Çin, Maocu Komünist Parti tarafından, işçi sınıfının kapitalist sömürüsü için bir cennete dönüştürüldü. Fransa’daki Sosyalist Parti, diğer sosyal demokrat partiler gibi çöktü; Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) serbest düşüşe geçti. Sendikalar, işten çıkarmaları örgütleyen ve işçilerin nefret ettiği eş yöneticilere dönüştürüldü.

Uluslararası Komite’yi 1968’de yalıtan sahte sol örgütler, burjuva devlete ve onun kurumlarına uyarlanmış durumdalar. Onlar, işçi sınıfına yönelik saldırıları ve emperyalist savaşları destekliyorlar. Bu, en açık biçimde, “Radikal Sol Koalisyon”un (Syriza) uluslararası bankalar adına işçi sınıfının yaşam standartlarını kırıp geçirme sorumluluğunu üstlendiği Yunanistan’da görüldü. Yaklaşan sınıf mücadeleleri, bu bürokratik örgütlere ve onların işçi sınıfı için bir tuzak haline gelmiş olan sahte sol uzantılarına karşı bir başkaldırı biçiminde gelişecek.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi ve onun Stalinizme, sosyal demokrasiye, Pablocu revizyonizme ve küçük burjuva sahte sol politikanın diğer biçimlerine karşı tarihsel mücadelesi, işçi sınıfının bu mücadeleler için silahlandırılmasında belirleyici olacaktır. DEUK’un bu eğilimlerin sağa kaymasını öngörme ve rollerini açığa çıkarma yeteneği, onun şimdi inşa edilmesi gereken Marksist parti olduğunu doğrulamaktadır. DEUK ve Fransa şubesi Sosyalist Eşitlik Partisi (Parti de l’égalité socialiste, PES), kapitalizme ve savaşa karşı mücadelede işçi sınıfını birleştirebilecek sosyalist bir programı temsil eden tek eğilimdir.

Peter Schwarz

29 Mayıs 2018

1968 öncesi Fransa

Fransa, 1960’larda, derin bir çelişki ile karakterize ediliyordu. Siyasi rejim otoriter ve son derece gericiydi. Onun simgesi, başka bir çağdan gelmiş gibi görünen ve Beşinci Cumhuriyet’i tamamen kendi kişiliğini örnek alarak yöneten General de Gaulle’dü. De Gaulle, 1958’de devlet başkanı seçildiğinde 68, 1969’da istifa ettiğinde ise 78 yaşındaydı. Bununla birlikte, bu eski generalin kemikleşmiş yönetimi altında, Fransız toplumunun sosyal bileşimini kökten değiştiren hızlı bir ekonomik modernleşme yaşanıyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Fransa’nın büyük bir kısmı tarıma dayanmakta, nüfusun yüzde 37’si hala kırsal bölgelerde yaşamaktaydı. Sonraki 20 yıl içinde, Fransız çiftçilerin üçte ikisi toprağı terk etti ve kentlere taşındı. Onlar, göçmen işçilerle birlikte, işçi sınıfının saflarına, sendika bürokrasisinin kontrol altına alması zor olan, genç ve militan bir toplumsal kesimi kattılar.

1962’de Cezayir Savaşı’nın bitmesinden sonra, Fransız ekonomisi hızla büyüdü. Sömürgelerin kaybı, Fransız burjuvazisini, ekonomisini daha güçlü bir şekilde Avrupa’ya yönlendirmeye zorladı. Fransa, Avrupa Birliği’nin öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kuruluş belgesi Roma Antlaşması’nı 1957 yılında imzalamıştı. Avrupa’nın ekonomik bütünleşmesi, kömür madenlerinin ve diğer eski işkollarının gerilemesini telafi etmekten daha fazlası olan yeni sanayi dallarının kurulmasına katkıda bulundu. Otomobil, uçak, havacılık, silah ve nükleer enerji alanlarında, devletin desteğiyle yeni şirketler ve fabrikalar açıldı. Bunlar genellikle eski sanayi merkezlerinin dışında kurulmuşlardı ve 1968’deki genel grevin kaleleri arasında yer aldılar.

Normandiya’daki Caen kenti bu açıdan tipiktir. Orada oturanların sayısı 1954 ile 1968 yılları arasında 90.000’den 150.000’e çıkmıştı ve bu insanların yarısı 30 yaşının altındaydı. Otomobil üreticisi Renault’nun bir yan kuruluşu olan Saviem’de yaklaşık 3.000 işçi çalışıyordu. Onlar, genel grevden dört ay önce, Ocak ayında greve çıktılar, fabrikayı geçici olarak işgal ettiler ve polis ile şiddetli çatışmalara girdiler.

Sendikalar içindeki radikalleşme de dikkat çekiciydi. Eski Katolik sendika, Fransız Hristiyan İşçi Konfederasyonu (CFTC) bölündü ve üyelerin çoğunluğu “sınıf mücadelesi”ni kabul eden ve 1966’nın başlarında CGT ile bir eylem birliğine giren Fransız Demokratik İşçi Konfederasyonu’nda (CFDT) laik temelde yeniden örgütlendi.

Yeni sanayilerin kurulması, eğitim sektörünün hızla genişlemesini beraberinde getirdi. Acilen yeni mühendisler, teknisyenler ve kalifiye elemanlar gerekiyordu. Sadece 1962 ile 1968 yılları arasında, öğrenci sayısı iki katına çıkmıştı. Üniversiteler, fabrikalar gibi aşırı kalabalık ve kötü donanımlıydı. Ayrıca çağdışı tavırlar sergileyen ataerkil bir yönetim tarafından kontrol ediliyordu.

Kötü eğitim koşullarına ve otoriter üniversite sistemine (diğer şeylerin yanı sıra, örneğin, öğrencilerin karşı cinsten arkadaşlarını yurtlarda ziyaret etmesinin yasak olmasına) karşı muhalefet, bu tür sorunları kısa süre içinde politika ile birleştiren öğrencilerin radikalleşmesinde önemli bir etkendi. Mayıs 1966’da, Vietnam Savaşı’na karşı ilk gösteri gerçekleşti. Bir yıl sonra, 2 Haziran 1967’de, Benno Ohnesorg adlı bir öğrenci Berlin’de polis tarafından vurularak öldürüldü ve Alman öğrencilerin protestoları Fransa’da yankı buldu.

Aynı yıl, dünya çapındaki durgunluğun etkileri hissediliyordu ve bunun işçiler üzerinde radikalleştirici bir etkisi oldu. Onların yaşam standartları ve çalışma koşulları, yıllardır, ekonomik kalkınma hızının gerisinde kalmıştı. Ücretler düşüktü, çalışma saatleri uzundu ve işçiler fabrikaların içinde hiçbir hakka sahip değildi. Şimdi de işsizlik ve iş yükü artıyordu. Madencilik, çelik, tekstil ve inşaat sektörleri durgundu.

Sendikaların önderlikleri kontrolü kaybetmemek için yukarıdan gösteriler düzenliyorlardı. Ancak tabandan örgütlenen yerel protestolar gelişiyor ve polis tarafından vahşice bastırılıyordu. Şubat 1967’de, Besançon kentindeki tekstil üreticisi Rhodiacéta’da çalışanlar, fabrikayı işgal eden, işten çıkarmaları protesto eden ve daha iyi çalışma koşulları talep eden ilk işçilerdi.

Çiftçiler de gelirlerin azalmasına karşı gösteriler düzenliyordu. 1967’de, Fransa’nın batısında çiftçiler tarafından düzenlenen bazı gösteriler sokak savaşlarına dönüştü. Dönemin bir polis raporuna göre, çiftçiler “çok sayıda, saldırgan ve örgütlüydü; cıvatalar, kaldırım taşları, metal parçaları, şişeler ve çakıl taşları gibi çeşitli cisimlerle silahlanmışlardı.”

1968’in başında, Fransa görünüşte sakindi ama toplumsal gerilimler alttan alta mayalanıyordu. Bütün ülke barut fıçısını andırıyordu. Patlamaya neden olacak şey rastgele bir kıvılcımdı ve bu kıvılcım öğrenci protestoları tarafından çakıldı.

Öğrenci isyanı ve genel grev

Nanterre Üniversitesi, 1960’larda kurulan okullar arasındadır. Paris’in sadece beş kilometre dışında bulunan ve daha önce orduya ait olan bir arazi üzerine inşa edilen üniversite, 1964 yılında açılmıştır. Burası, “bidonvilles” [gecekondu mahallesi] diye adlandırılan yoksul mahallelerle ve fabrikalarla çevriliydi. 8 Ocak 1968’de, protestocu öğrenciler, yeni bir yüzme havuzu açmak için bölgede bulunan Gençlik Bakanı François Missoffe ile tartışmışlardı.

Bu olay, bir başına görece önemsiz olmakla birlikte, öğrencilere yönelik disiplin önlemlerini ve polisin tekrarlanan müdahalelerini tırmandırdı ve Nanterre’i, hızla tüm ülkedeki üniversitelere ve liselere yayılan bir hareketin başlangıç noktası haline getirdi. Hareketin merkezinde, daha iyi öğrenim koşulları, üniversiteye serbest erişim, daha fazla kişisel ve siyasal özgürlükler, tutuklanan öğrencilerin serbest bırakılması ve ayrıca, ABD’nin Ocak ayının sonunda Tet Saldırısı’nı başlattığı Vietnam Savaşı’na karşı talepler bulunuyordu.

Caen ve Bordeaux gibi bazı şehirlerde işçiler, öğrenciler ve lise öğrencileri hep birlikte sokaklara döküldüler. 12 Nisan’da, Berlin’de kudurmuş bir sağcı tarafından sokakta vurulan Alman öğrenci Rudi Dutschke’ye destek için Paris’te bir dayanışma gösterisi düzenlendi.

22 Mart’ta, 142 öğrenci Nanterre Üniversitesi’nin yönetim binasını işgal etti. Yönetim, bu işgale, üniversiteyi bir ay boyunca tamamen kapatarak karşılık verdi. Çatışma, ardından, Paris’teki Latin Mahallesi’nde bulunan, Fransa’nın en eski üniversitesi Sorbonne’a kaydı. 3 Mayıs’ta, çeşitli öğrenci örgütlerinin temsilcileri, kampanyanın nasıl ilerlemesi gerektiğini tartışmak için bir araya geldiler. Bu sırada aşırı sağcı gruplar dışarıda gösteri yapıyordu. Üniversite dekanı öğrencileri kampüsten çıkarması için polise çağrı yaptı. Kendiliğinden, büyük bir gösteri patlak verdi. Polisin tepkisi çok sert olurken, öğrenciler buna barikatlar kurarak karşılık verdiler. Gecenin sonunda yüzlerce kişi yaralanmış ve yüzlercesi de tutuklanmıştı. Bir mahkeme, tutuklamalardan bir gün sonra, polislerin ifadesine dayanarak 13 öğrenciye sert cezalar verdi.

Hükümet ve medya, Latin Mahallesi’ndeki sokak savaşlarını radikal grupların ve sorunlu kişilerin işi gibi göstermeye çalıştı. Bu öğrenci karşıtı koroya Komünist Parti de katıldı. Daha sonra genel sekreter olan partinin iki numaralı kişisi Georges Marchais, parti gazetesi I’Humanité’nin ön sayfasında,“sahte devrimci” öğrencilere yaylım ateşi açtı ve onları “faşist provokatörlere” yardımcı olmakla suçladı. Marchais, en çok, öğrencilerin “fabrika kapılarında ve göçmen işçi mahallelerinde artan sayılarda broşür ve diğer propaganda malzemesi dağıtmaları” gerçeğinden rahatsız olmuştu. O, “Bu sahte devrimciler, nesnel olarak de Gaullcü rejimin ve büyük kapitalist tekellerin çıkarlarına hizmet ettikleri için teşhir edilmelidir,” diye haykırıyordu.

Ancak, bu karalama saldırısının hiçbir etkisi olmadı. Polisin son derece sert müdahalelerini radyodan öğrenen ülke şok oldu. Olaylar artık kendi devinimiyle gelişiyordu. Paris’teki gösteriler her geçen gün daha da büyüdü ve diğer şehirlere yayıldı. Bu gösteriler polis baskısına yönelikti ve tutuklanan öğrencilerin serbest bırakılmasını talep ediyorlardı. Boykota lise öğrencileri de katıldılar. 8 Mayıs’ta, Batı Fransa’da ilk bir günlük genel grev gerçekleşti.

Latin Mahallesi, 10-11 Mayıs’tan itibaren “Barikatlar Gecesi”ne girdi. Üniversite bölgesinde, sonradan sabah saat ikide göz yaşartıcı gaz kullanan polisin saldırısına uğrayacak olan on binlerce barikat kuruldu. Yüzlerce kişi yaralandı.

Ertesi gün, İran’daki resmi ziyaretten yeni dönmüş olan Başbakan Georges Pompidou, Sorbonne Üniversitesi’nin yeniden açıldığını ve gözaltındaki öğrencilerin serbest bırakıldığını duyurdu. Ancak, onun attığı adımlar artık durumu kontrol edemiyordu. Komünist Parti’nin hakim olduğu CGT de dahil olmak üzere, sendikalar, polis baskısına karşı 13 Mayıs’ta genel grev çağrısı yaptılar. Sendikalar, başka türlü davranmaları durumunda militan işçiler üzerindeki denetimi kaybedeceklerinden korkuyorlardı.

Grev çağrısı büyük bir karşılık buldu. Çok sayıda kent, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük kitle gösterilerine tanık oldu. Sadece Paris’te 800.000 kişi sokaklara çıkmıştı. Siyasi talepler ön plana çıkıyordu ve çok sayıda insan hükümetin devrilmesini talep ediyordu. Akşam boyunca, Sorbonne ve diğer üniversiteler, öğrenciler tarafından yeniden işgal edildi.

Sendikaların genel grevi bir gün ile sınırlama planı başarısız oldu. Ertesi gün, 14 Mayıs’ta, işçiler, Nantes’teki Sud-Aviation fabrikasını işgal ettiler. Fabrika, bir ay boyunca işçilerin denetiminde kaldı; yönetim binasının üzerinde kızıl bayraklar dalgalanıyordu. Bölge müdürü Duvochel, 16 gün boyunca işgalciler tarafından esir tutuldu. Bu sırada, Sud-Aviation’un genel müdürü, Cezayir savaşını protesto eden göstericilerin öldürülmesinden sorumlu bir Nazi işbirlikçisi, savaş suçlusu ve 1961’de Paris polisinin başı olan, Maurice Papon’du.

Diğer fabrikalardaki işçiler, Sud-Aviation’daki örneği izliyor ve 15-20 Mayıs tarihleri arasında ülke çapında bir fabrika işgalleri dalgası yayılıyordu. Her yerde kızıl bayraklar dalgalanıyor ve birçok fabrikada yöneticiler esir tutuluyordu. Eylemler, ülkenin en büyük fabrikası ve Renault’nun, 1947’deki grev dalgasında merkezi bir rol oynamış başlıca tesisi olan Billancourt’daki fabrika da dahil, yüzlerce fabrikayı ve işyerini etkiledi.

İşçiler, başlangıçta, bir yerden diğerine farklılık gösteren, daha adil ücret, çalışma sürelerinin kısaltılması, işten çıkarılmama, fabrikadaki işçiler için daha fazla hak gibi acil talepleri yükseltiyorlardı. İşgal edilmiş fabrikalarda ve çevre bölgelerde, grevci işçiler ile teknik ve idari personelin yanı sıra yerel sakinleri, üniversite ve lise öğrencilerini de içine çeken işçi ve eylem komiteleri doğdu. Bu komiteler, grevlerin örgütlenmesinin ve bunların yoğun siyasi tartışma forumlarına dönüşmesinin sorumluluğunu üstlendiler. Aynı şey, öğrenciler tarafından büyük ölçüde işgal edilmiş olan üniversiteler için de geçerliydi.

Fransa, işçi sendikalarının ya da başka örgütlerin böyle bir grev çağrısı yapmamış olmasına karşın, 20 Mayıs’ta bütün ülkeyi durma noktasına getiren bir genel grev ile sarsıldı. Fabrikalar, işyerleri, üniversiteler ve okullar işgal edildi; üretim ve ulaşım sistemi felç oldu. Sanatçılar, gazeteciler ve hatta futbolcular harekete katılıyordu. Fransa’nın 15 milyonluk işgücünün on milyonu eylemlere katılmıştı. Daha sonra yapılan çalışmalar, bu rakamı bir şekilde 7-9 milyona olarak değiştirdi ama o, hala Fransız tarihinin en büyük genel grevi olmaya devam ediyor. 1936 yılındaki genel grevde “sadece” 3 milyon işçi yer alırken, 1947 genel grevine 2,5 milyon işçi katılmıştı.

Grev dalgası, 22-30 Mayıs arasında zirveye ulaştı ve Temmuz ayına kadar sürdü. Dört milyondan fazla işçi üç haftadan, iki milyondan fazla işçi ise dört haftadan uzun süre grevde kaldı. Fransa Çalışma Bakanlığı’na göre, 1968’de, grevler nedeniyle toplam 150 milyon iş günü kaybedilmişti. Karşılaştırma yapılırsa, 1974 yılında Büyük Britanya’da madenciler tarafından yapılan ve Edward Heath başkanlığındaki Muhafazakar hükümeti düşüren grev, toplam 14 milyon iş günü kaybına yol açmıştı.

Hükümet, 20 Mayıs’ta ülkenin kontrolünü büyük ölçüde kaybetti. De Gaulle’ün ve hükümetinin istifa etmesi talebi (“on yıl yeter”) her yere yayılmıştı. De Gaulle, 24 Mayıs’ta, televizyonda ulusa seslenerek kontrolü geri kazanmaya çalıştı. O, öğrencilere ve işçilere üniversitelerde ve şirketlerde daha fazla hak tanıyan bir referandum vaat etti ama onun televizyonda ortaya çıkması sadece güçsüzlüğünü göstermişti ve konuşmasının hiçbir etkisi olmadı.

Mayıs ayının ilk üç haftasında, Fransa’da tarihte çok az örneği olan devrimci bir durum gelişti. Hareket, kararlı bir önderlikle, de Gaulle’ün ve onun Beşinci Cumhuriyet’inin siyasi yazgısını belirleyebilirdi. Güvenlik güçleri hala rejimin arkasındaydı ama sistematik bir siyasi saldırı karşısında güçlükle ayakta durabilirlerdi. Hareketin büyüklüğü onların safları üzerinde yıpratıcı bir etkide bulunurdu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir