15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişiminin başarısızlığa uğrayacağının ortaya çıkmasının ardından tüm iş dünyasının ve siyaset kurumunun desteğini arkasına alan iktidar, başta ordu, emniyet ve yargı olmak üzere, devlet aygıtı içinde kapsamlı bir temizlik operasyonu başlattı.
İçişleri Bakanlığı, darbe girişimini izleyen iki gün içinde, 7 bin 899’i polis, 614’ü jandarma ve 18’i Sahil Güvenlik personeli olmak üzere, 8.777 kişiyi görevden aldığını açıkladı. İçişleri Bakanlığı bünyesinde gerçekleşen bu temizliğe ek olarak, 3.000’e yakını asker olmak üzere, 6.000’in üzerinde insanın gözaltında olduğu ve bu sayının daha da artacağı açıklanmıştı.
Nitekim, “Silahlı terör örgütüne üye olmak” ve “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyet hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek” suçlarından gözaltına alınan, tutuklanan ya da aranan devlet görevlilerine yargıçlar ve savcılar da eklendi. Temizlik operasyonunun “yargı ayağı”nda, Bozdağ’ın açıklamasına göre, 2’si Anayasa Mahkemesi, 140’ı Yargıtay, 48’i Danıştay ve beşi HSYK üyesi olmak üzere, 2.745 yargıç ve savcı açığa alındı. Onların önemli bir kısmı gözaltında.
Tam da iktidarın ordu, güvenlik ve yargı bürokrasisi içinde gerçekleştirdiği kapsamlı temizlik operasyonunun, diğer devlet kurumlarına ve belediyelere de yayılacağına; aynı zamanda iş dünyasını da kapsayacağına kesin gözüyle bakılırken, MİT, Diyanet İşleri Başkanlığı, YÖK, Milli Eğitim Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve EPDK’da gerçekleşen görevden almalarla ve özel eğitim kurumlarında görevli 21 bin öğretmenin lisansının iptal edilmesiyle birlikte toplam rakam 49.321’e ulaştı (Reuters haber ajansının haberine göre, darbe girişiminin arkasında olmakla suçlanan Gülen Hareketi ile bağlantılı şirketlerden biri olan Bank Asya’nın faaliyetleri durduruldu; ayrıca yine Gülen’le bağlantılı olduğu iddia edilen radyo ve televizyonların lisansları iptal edildi).
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük devlet içi temizlik operasyonu gerçekleşirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, hükümetin, ölüm cezasının yeniden yürürlüğe konması konusunda muhalefet ile görüşeceğini açıkladı. Erdoğan, İstanbul Üsküdar’daki evinin önünde toplanan İslamcı yandaşlarının “idam isteriz!” sloganına, “Hükümetimiz muhalefetle görüşecek. Kardeşlerim sizin bu talebinizi hükümet olarak da devlet olarak da biliyoruz, duyuyoruz. Sizin bu talebinizi biz yok sayamayız. Demokrasilerde halk ne diyorsa odur. Bu konuyu öyle zannediyorum ki, hükümetimiz ana muhalefetiyle görüşmek suretiyle mutlaka bir karara varılacaktır,” yanıtını verdi. Erdoğan, bunu, dün akşam katıldığı CNN International’a verdiği röportajda, “TBMM’den idam cezası kararı çıkarsa altına imzamı atarım,” sözleriyle tekrarlayarak dünya basınına da taşımış oldu.
Erdoğan’ın bu düşüncesi, CNN Türk televizyonunda, “Siyasetin toplumsal duyarlılıklara duyarsız kalması mümkün değil,” diyen Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş tarafından da onaylandı. Erdoğan ve hükümet yetkilileri tarafından yapılan bütün açıklamalar, Türkiyeli egemenlerin, 15 Temmuz’daki darbe girişiminden, kendi gerici İslamcı gündemlerini ilerletmek için yararlanma uğruna ellerinden geleni yapacaklarını ortaya koyuyor. Önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve ardından da Başbakan Binali Yıldırım’ın, yarın yapılacak Milli Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından “önemli bir kararı” açıklayacaklarını belirtmeleri de bununla uyumludur.
AKP’nin dini kendi çıkarları için kullanması, en çarpıcı ifadesini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oynadığı rolde buldu. Darbe girişimini izleyen iki gün boyunca, “ölenler için” ve camilerden sürekli olarak sala okundu ve imamlar, halkı “Allah ve Muhammed (s.a.v) aşkına sokağa çıkmaya” çağırdı. Devletin sözde laik yapısının anayasada yer alan boş bir cümleden ibaret olduğunu gösteren bu uygulamanın sokaktaki yansıması, darbe girişiminin ardından Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara dökülen on binlerce insanın darbe karşıtı duyarlılığını kendi gerici diktatörlük özlemlerine yedeklemeye çalışan İslamcı grupların barbarca saldırılarında ve şeriat yanlısı sloganlarında buldu.
İktidarın dinsel duyarlılıkları sınıfsal-siyasal amaçlarla kullanma eğilimi, en az darbecilerinki kadar gerici ve tehlikelidir. Unutmamak gerekiyor ki darbe karşıtı kitlelerin içinde yer alan bu İslamcı-faşist güçler, 1950’li, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca, “komünizme karşı mücadele” adına işçilerin her türlü hak mücadelesine saldıran İslamcıların ya da milliyetçilerin devamıdır.
İktidarın attığı bütün bu adımlar, burjuva medyada boy gösteren ideolog uzmanların ve propagandacıların, 15 Temmuz darbe girişiminin gerçek karakterini örtbas etmeye ve egemen sınıfın Cumhurbaşkanı Erdoğan’da cisimleşen gerici otoriter eğilimine demokrasi makyajı yapmaya yönelik çabalarını boşa çıkarmaktadır.
15 Temmuz darbe girişimi, bu medya uzmanlarının iddia ettikleri gibi, Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura’da ya da öncesinde operasyonla tasfiye edilme korkusu yaşayan subayların, emirlerindeki birkaç bin askerle gerçekleştirdiği “çılgınca bir intihar eylemi” ya da çaresizce yapılmış “son bir hamle” olarak açıklanamaz. Benzer bir şekilde, bu darbe girişimi, aklı evvel kimi yorumcuların iddiasının tersine, Erdoğan’ın kendi diktatörlük hevesi uğruna tezgâhladığı bir “oyun” da değildir.
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının ötesini göremeyen ve olup bitenleri bütünüyle öznelci, izlenimci biçimde açıklamaya çalışan medya uzmanlarının bilerek ya da bilmeyerek yok saydıkları çok daha kapsamlı uluslararası dinamiklerin ürünüdür. O, ABD ve Alman emperyalizminin siyasi desteği ve onayıyla yapılan ve ordunun önemli bir kesiminin dahil olduğu, hiç de “amatörce” düzenlenmemiş gerçek bir darbe girişimiydi. Henüz açığa çıkmamış olan nedenlerle başarısızlığa uğramış olan 15 Temmuz darbe girişiminin ardından gerçekleşen operasyonların çapı ve Washington ile Berlin’de yaşanan hayal kırıklığı, bunun göstergesidir.
Medyadaki burjuva kalemşorların, darbe girişimine yönelik kitlesel eylemli tepkiye gönderme yaparak, “askeri darbeler geçtiğimiz yüzyılda kaldı”, “artık darbe mümkün değil” tespitlerine gelince; bunlar, gerçekliği ifade etmek şöyle dursun, onu gizlemeye yönelik girişimlerdir. 15 Temmuz darbesi, yıllardır vurguladığımız gerçekliği, egemen sınıfın diktatörlük ve savaş yönelimini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
İktidardaki ya da muhalefetteki sivil politikacıların aktif katılımı ile yaşanabilecek bir darbeler döneminin başlangıcına işaret eden bu süreçte, asıl amaç, toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe, yoksulluğa, militarizme ve savaşa karşı kaçınılmaz olarak yükselecek bir işçi sınıfı kalkışmasını en baştan engellemektir. Egemen sınıfın bütün kesimleri, işçi sınıfının demokratik haklarını gasp etme ve onu kendi sömürücü, yağmacı hedeflerinin önünde bir engel olmaktan çıkarma konusunda hemfikir durumda. Onlar, kendi aralarında, yalnızca, bunun yöntemi konusunda farklılaşmaktadırlar. Ama bu farklılıklar, işçi sınıfından gelebilecek, mevcut sömürü ve kâr düzenini tehdit etme potansiyeli taşıyan her türlü bağımsız hareketin ezilmesi hedefi karşısında geçici ve ikincildir.
Peter Schwarz’ın Dünya Sosyalist Web Sitesi’nde (WSWS) yayımlanan bugünkü yazısında belirtmiş olduğu gibi, “Erdoğan, otoriter tutkuları olan gerici bir politikacıdır. Ancak onunla hesaplaşma, Türk ordusunun ya da emperyalist güçlerin değil; Türkiye ve uluslararası işçi sınıfının görevidir. Darbe girişimi, özellikle, aşağıdan gelecek bu tür bir hareketin önünü kesmeyi amaçlıyordu. Darbenin başarılı olması durumunda, ordu, önceki darbelerde olduğu gibi, on binlerce militan işçiyi gözaltına alacak, işkence edecek ve öldürecek; Washington ve Berlin kılını kıpırdatmayacaktı.”1
Bu yüzden, egemen sınıfın hangi kesiminden gelirse gelsin her türlü (askeri ve sivil) darbe girişimine kararlılıkla karşı koyarken, aynı zamanda, sermayenin uluslararası ölçekteki diktatörlük ve savaş yönelimine karşı, enternasyonalist ve sosyalist bir perspektif üzerine kurulu yeni bir devrimci işçi sınıfı hareketinin; Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşası yaşamsal bir önem taşımaktadır.