Küresel ekonomik krizin etkileri sürerken bir yandan da siyasal, toplumsal çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, Türkiye solunda uzunca bir süredir devam eden tartışmalar yeni bir sol partinin doğumuna ebelik ediyor.
Ulusalcısından liberaline, kendini solda tanımlayan bir dizi parti ve çevrenin, özellikle bir önceki yerel seçimlerden sonra yaşadığı bölünmeler ve ortaklaşmalar, sol siyasetlerdeki yeni arayışların bir ifadesi olarak göze çarpıyordu. Sonuç olarak Türkiye solunda, kendini ve varolduğu koşulları sağlıklı biçimde tahlil etmekten uzak, geleceğe yönelik tutarlı bir politik hat oluşturma eğiliminde olmayan, ideolojik ve örgütsel perspektifler konusunda kafası karışmış görünen, geçmişteki hataları sürekli tekrar eden ve hepsinden öte bunları yeni şeylermiş gibi sunma alışkanlığına sahip yapıların iflası gündeme gelmişti. İşte kuruluş çalışmaları asıl olarak 2009’da başlayan Yeni Sol Parti de bir “yenilik” arayışının parti düzeyindeki ifadesi olma yolunda.
Genel başkanlık seçimini kaybetmesinin ardından 15 Haziran 2009’da partisi ÖDP’den istifa eden Ufuk Uras ve beraberindeki Özgürlükçü Sol Hareket, SHP, genel seçimlerde Ufuk Uras’ı desteklemiş olan ve her nasılsa Troçkizm iddiasını sürdüren DSİP, Alevi Bektaşi Federasyonu ve bazı sendikacıların desteği ile Yeni Sol Parti girişiminin ilk bileşenleri olmuşlardı. Ardından Temmuz ayında Ahmet İnsel, Fuat Keyman, Mithat Sancar, Erol Katırcıoğlu gibi bazı akademisyenlerin ve öğretim üyelerinin katılımı ile bir Temas Grubu oluşturuldu. Girişimi bir süre uzaktan takip eden Burhan Şenatalar’ın 10 Aralık Hareketi de daha sonra Yeni Sol’a katıldı. Böylece Yeni Sol’un önderlerinin deyimiyle “sosyalistler ve sosyal-demokratlar ilk kez” aynı çatı altında bir araya gelmiş oldular. Bu “birliğin”, 13 Mart’ta SHP’nin 3. Olağanüstü Kurultayı ile birlikte isim, tüzük ve program değiştirerek yeni sol partiye dönüşeceği açıklandı. Yani artık Yeni Sol’un partileşme süreci tamamlanıyor.
Yeni Sol partinin ne olduğu, programatik ve örgütsel düzeyde nasıl bir solu temsil ettiği en iyi biçimde bu yönelişin önderleri tarafından ifade ediliyor. Parti tartışmalarının başladığı ilk günden bu yana Marksist devrim ve sosyalizm perspektifi ile en ufak bir ilişkisi olmayan Yeni Sol’da, adından başka hiçbir şey yeni değil aslında. Durumu vahim ve dahası komik kılan da bu. Biz, bu değerlendirme metninde Yeni Sol’u birkaç madde üzerinden analiz ederken, özellikle, kurulacak olan partinin önderlerinin konu ile ilgili değerlendirmelerinin bir eleştirisini yapmayı daha uygun bulduk. Çünkü sola, sosyalizme sempati ile bakan herkes için Yeni Sol’cu anlayış yanılmasalar üretebilecek bir potansiyel taşıyor ve tam da bu nedenle onun reformist ve sınıf uzlaşmacı yönelişini teşhir etmenin önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Yeni Sol Parti Nedir, Ne Olabilir?
Yeni Sol Parti’nin bu dönemde gündeme gelmesi yukarıda da belirttiğimiz gibi bir tesadüf olarak algılanmamalı. Tasarlandığı biçimi ile bu parti, kurucularının da ifade ettiği gibi kitlesel bir sol parti yaratmanın gerekliliğinden hareket ediyor. Kitlesel desteği yalnızca seçim sonuçlarına indirgeyen, 1960’ların Türkiye İşçi Partisi’ne öykünen Yeni Sol’cular, ne şekilde olursa olsun geniş kitlelere ulaşmanın her derdin devası olacağını söylüyorlar. Yani Türkiye solunun uzun yıllardır içinde bulunduğu durum, Yeni Sol Parti’ye ihtiyaç duyulduğunun bir kanıtı onlara göre. Kendini solda tanımlayan partiler genel ve yerel seçim sonuçlarına göre değerlendirildiğinde etki alanlarının oldukça dar olduğu bir gerçek, reformist Yeni Sol ise bu tespitten hareket etmekte tutarlı davranıyor.
Onlar “reel sosyalizmle” hesaplaştıklarını büyük bir bahtiyarlıkla, güle oynaya haykırıyorlar. Oysa “reel sosyalizm” adını verdikleri Stalinizmle cesurca hesaplaşmaktan kaçtıkları, aslında ondan hiçbir zaman kopamadıkları için Marksizm’ işe yaramaz ve iflas etmiş bir sistem olarak tanımlıyorlar. Bunu da dürüst bir biçimde değil, Marksizm’i çarpıtarak, onu karalayarak yapıyorlar. Ve dahası o hiç benimsemedikleri Marksist terminolojiden aparılmış kavramları satır aralarına sıkıştırarak sosyalizmden, devrimden bahsedebiliyorlar.
Yeni Sol’cuların tipik özelliklerinde biri de geleneksel solu eleştirip, onun bir adım ötesine geçememek. Üstüne basa basa tekrarladıkları şey Marksiszm’in sınıf temelli siyasetinin bugüne kadar solun elini kolunu bağladığı. Sınıfla güçlü ilişkiler kuramamış olan solun bu yaşamsal eksikliğini vurgulamak yerine kolaycılığın alasını yapıyor Yeni Sol’un sözcüleri. Sınıf mücadelesinin artık gündemin ilk maddesi olmadığını söylerlerken, bilimsel sosyalizmin tüm analiz ve çözümleme yöntemlerini hiçe sayarak demokrasi, eşitlik, kardeşlik, özgürlük, adalet gibi sınıf temellerinden kopartıldığında boş laf olmaktan başka hiçbir anlam ifade etmeyen kavramları dillendiriyorlar habire. Bir mağdur edebiyatıdır, bir yurttaşlık masalıdır gidiyor.
Burjuva siyasetinin sığ sularında olmanın verdiği güvenlik hissinden olsa gerek, burjuva medyada sıklıkla yer alan bu değerlendirmeler bazı köşe yazarları tarafından sevinçle ve umutla karşılanıyor; “İşte” diyorlar, “yıllardır kendi köşesinde siyaset yapan, işçi sınıfından başka bir şey bilmeyen, onunla bağ kurmayı da beceremeyen sol, geniş kitlelere ulaşacak, ezilenlerin sesi, mağdurların çığlığı olacak!”
Sınıf temelinden kopuş, tarihsel maddeci yöntemden kopuş, bilimsel sosyalizmden kopuş yalnızca bu köşe yazarlarını değil, burjuvaziyi de memnun ediyor kuşkusuz. Özellikle bu dönemde Yeni Sol Parti onlar için bulunmaz bir nimet. Reformist-sınıf uzlaşmacı solun, kapitalistlerin en zor zamanlarında, ekonomik ve siyasi krizlerinin tavana vurduğu, toplumsal alt-üst oluşların yaşandığı, burjuvazinin tüm kurumlarının kendini sisteme öfke duyan yığınların tehdidi altında hissettiği zamanlarda, kitleleri kontrol edecek ve sistemin devamlılığı için, kapitalizmi boğmaya hazırlanan kitleleri kırıntılara razı edecek bir can simidi olduğu tarihte sayısız örnekleri ile görüldü.
Yeni Sol’cu Önderler Aslında Ne diyor?
Öncelikle Ufuk Uras’ın geçtiğimiz yılın son ayında Taraf gazetesinde yayınlanmış söyleşisinden bazı alıntılarla Yeni Sol’cu anlayışı değerlendirelim. Alıntıların uzunluğu nedeniyle okuyucuya bir özür borçlu olduğumuzu biliyoruz. Mecbur kalmadıkça alıntı yapmayı zul sayan metnin yazarı, bu noktada alıntı yapmanın zorunluluk haline geldiğini düşünüyor.
Uras’ın sol parti tanımına bakalım ilk olarak; “Özgürlüklerden, demokrasiden ve değişimden yana olmak, bu ülkede her yurttaşın eşit haklara sahip olması için mücadele etmek demektir. Bu kadar basittir gerçek bir sol partinin tanımı.” Evet Uras’a göre yukarıda da değindiğimiz gibi herkesin kendine göre yorumladığı, kulağa hoş gelen kavramları yan yana getirince bir sol parti tanımı yapılabiliyor. Bu kadar basit! Küçük burjuva solu için yeterli bir tanım ama Marksist devrimci bir partinin tanımı bu değil elbette. Arkasından bu yeni partinin “bir vicdan hareketi, bir mağdur hareketi” olacağını ifade ediyor Uras. Vicdanın ve mağduriyetin çok geniş alanlarda karşılık bulduğu, farklı sınıfsal aidiyetlerin farklı mağduriyetleri doğurduğu bir sır değildir. Ama Uras sınıf kavramından o kadar bezmiş ki politik mevzilerini uzay boşluğuna kurmayı, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunusuna tercih ediyor.
Uras aynı söyleşide Ergenekon sürecine de değiniyor ve sürecin solu ayrıştırdığını, ülkede gerçek solu yarattığını ifade ediyor. “Devletçi soldan özgürlükçü sola geçildiğini” vurguluyor. Ergenekon sürecinin solda bir ayrışma yarattığı doğru. Ulusalcı-Kemalist solun Ergenekon süreci ile birlikte daha da sağa kaydığı, AKP karşısında devletçi-orducu bir çizgiyi benimsediği bir gerçek. Fakat Uras’ın Özgürlükçü Sol’unun da Ergenekon sürecini doğru tahlil ettiği şüphe götürür. Ergenekon sürecinin AKP’nin demokrasi sevdasının bir sonucu olmadığı, aksine küreselleşen dünya ekonomisine eklemlenen Türkiye’nin; uluslararası burjuvazinin ve onun Türkiye’deki parçalarının çıkarları ile örtüşmeyen, bunun karşısında bir gücü ifade eden yapılarının tasfiyesi olarak görülmesi gerektiğini daha önce bu sayfalardan ifade ettik. AKP’nin Ergenekon süreci ile başlattığı yenilenme hareketinin, devlet aygıtı içerisindeki köhnemiş organizasyonları bugünün koşullarına denk düşen ve toplum için daha az tehlikeli olmayan yenileri ile değiştirdiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Burjuva devlet bu süreçte kendini silahsızlandırmıyor, aksine ihtiyaç duyduğu anda işçi sınıfına ve sınıf devrimcilerine yönelecek “modern silahlarını” konumlandırıyor.
Sol Parti’nin ekonomi politikaları üzerine ise Uras şunları söylüyor; “Günümüz dünyasının piyasası küresel bir piyasa. Bu Salı pazarı değil ki, ben Misak-ı Milliye uygun olarak bu pazarı, piyasayı kaldırıyorum diyebilesin. Yapılacak şey, insanları küresel piyasalar karşısında sosyal politikalarla korumak. Biz, özellikle küresel kriz ortamında insanlara nefes aldırmak için sosyal politikalara ağırlık vermekten yanayız. Biz “Patriot füzesi mi, yoksa sosyal harcamalar mı” diye sormak zorundayız. Çünkü bu teknik bir konu değildir. Tamamen politik bir tercihtir. Toplumsal ihtiyaçlarda önceliklerin belirlenmesidir. Bu anlamda ekonomide de demokrasi gerekir.” Burada biraz durmak gerekiyor. Uras‘ın ilk tespiti, küresel ekonominin bir olgu olduğu ve bunu reddetmenin mümkün olmadığı yönünde. Bu tespite katılmamak elde değil. Bizim var olan gerçekliği reddetmek gibi bir şansımız yok; yapacağımız şey varolan gerçekliğin tahlili üzerinden, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını ifade eden sosyalizm mücadelesinde, nihai hedefe ulaştıracak yöntemleri belirlemektir. Uras’ın ikinci tespiti ise birincisi ile çelişmekte. Uras ilk doğrusunu sonuna kadar götüremiyor. “Yapılacak şey insanları küresel piyasalara karşı sosyal politikalarla korumaktır” diyor; oysa ekonominin küreselleşmesi, ulusal korumacı dönemin karakteristiği olan “sosyal politikaları” artık uygulanamaz hale getiren olgudur. Batı Avrupa’da dahi “sosyal devlet”in çöküş sürecine girmesinin nedeni küreselleşen dünya ekonomisidir ve bu bir tercih meselesi değil, kapitalist ekonomik alt yapının dönüşümünün belirlediği bir sonuçtur. Geçerken hatırlatmakta fayda var, II. Enternasyonal’in Sosyal-Demokrat partileri de I. Dünya Savaşı’nın öngününe kadar “sosyal harcamalar” demişlerdi ama savaş zamanı gelip çattığında “patriot füzeleri”ni seçerek kendi burjuvazilerini desteklediler. Güler yüzlü sosyalizmden, savaş kredilerine oy vermeye!
Uras söyleşinin devamında sendikalar hakkında da görüş bildiriyor; Yeni Sol’un“ulusalcı sendikalarla hiçbir ilişkisi olmayacak” diyor. “Ama biz sendikal dünyadaki Ergenekoncu, milliyetçi yapılanmayı minimuma indirebiliriz. Pek çok sendikayı milliyetçi hezeyandan koparabiliriz.” Ergenekon sürecinin sendikalarda da bir ayrışma yarattığını ifade eden Ufuk Uras’ın, varlığını ulusal piyasaya ve ulus devlete borçlu olan sendikaların sınıf mücadelesindeki tarihsel rolünü ve bugün işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önünde burjuvazinin payandası olarak ifade ettiği anlamı teşhir etmesini beklemek hata olurdu. Ama yine de doğası gereği ulusalcı olan “pek çok sendikayı milliyetçi hezeyandan koparmayı” nasıl başaracağını merak ediyoruz.
Uras’ın devlet tahlili ise değerlendirmeyi hak eden bir başka nokta. Uras için “ulus-devlet kağıt üzerinde bir vakadır.” “Küreselleşme ile birlikte devletin yapısı değişti ve neo-liberal dediğimiz güvenlik devleti ortaya çıktı. Türkiye de neo-liberal bir güvenlik devletidir. Yani bir garnizon devlettir.” Uras devamında ulus-devleti, ulusal baskının varolduğu devlet anlamında tarif ediyor. Terminolojiyi kendi kafasına göre yeniden şekillendirdiğini düşündüğümüz Uras’a göre büyük burjuva devriminin ardından Fransa bir ulus-devlet değildi! Öyle görülüyor ki Ufuk Uras, ulus devletin kapitalist pazar üzerine kurulu ekonomik temellerini bir çırpıda yok sayarak, etnik, dilsel ya da dinsel temelde bir ulus tanımı yapmakta; demokrasiyi de dil, kültür, din gibi sözde “evrensel” ya da “doğal” temeller üzerinde yeniden tanımlamaktadır. Üretimin, küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devlet sınırlarını aştığı doğrudur. Fakat kapitalizmin ürünü ve içsel bir çelişkisi olarak, kapitalist rekabetin bir unsuru olarak, ulus-devletlerin sınırları bugün de bağlayıcılığını sürdürmektedir. İşte bu çelişkidir ki emperyalist devletler arası çatışmaları ulus devletler arasındaki savaşlar haline getirmektedir.
Ayrıca Uras, devlet tahliline girdiği bir başka bölümde “Devlet, topluma tâbi olmalı diyoruz biz. Nitekim solun klasik metinlerine baktığınızda da devletin sönümlenmesi esastır.” diyor ve devletçi solun iflas ettiğini söylüyor. Yurttaş merkezli soldan bahseden Uras, acaba solun “devletin sönümlenmesi”nden bahsedilen klasik metinlerde, işçi konseylerinden, proleter devriminden, proletarya diktatörlüğünden ve sınıfsız bir dünya toplumdan da bahsedildiğini unuttu mu? Burjuva devlet aygıtı, solcuların mecliste çoğunluğu elde etmesinin ardından mı sönümlenecek? Burada Uras’ın yapmak istediği, kitlelerin bilincini bulandırmaktan başka bir şey değil. O, Yeni Sol’un reformizmini Marksist teoriyle harmanlamaya; oportünizme teorik zemin sağlamaya çalışıyor.
Yeni Sol’un bir diğer sözcüsü olan Ahmet İnsel’in yazdıklarına bakalım şimdi de. İnsel’in 14/02/2010 tarihli “Solun Rehberi Eşitliktir” başlıklı yazısı oldukça öğretici; “Bugün Türkiye’de solun eşitlik ilkesini ön plana çıkarmasına, birçok ilkeden çok daha fazla gerek var. Türkiye toplumunu boğan bir dizi büyük soruna demokrasi, barış, adalet ve dayanışma ilkeleri içinde çözüm bulabilmenin yolu, eşitlik ilkesinin yol göstericiliğini benimsemekten geçiyor.” Yeni Sol’cularda tipik özellik olan soyut kavram fetişizmi burada da kendini gösteriyor. İnsel, eşitlik güzellemeleri ile dolu yazısında, eşitsizliği doğuran nedenleri açıklamaktan kaçınıyor. Sınıflı toplumların sürekli olarak yeniden ürettiği ezme-ezilme ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını mümkün kılmak için sınıfların ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyen Marksizm’i işe yaramazlıkla suçlayanlar, onun karşısında boş sözlere sarılmaktan başka ne yapabilirler ki? Eşitlik ilkesi mutlaklaştırıldığında solun ve Marksizm’in karikatürize edilmesinden başka bir işe yaramamaktadır.
Yine İnsel’le devam edelim. “Ahmet İnsel Anlatıyor; Nedir Bu Yeni Sol?” başlıklı söyleşi, iki bölüm halinde Radikal gazetesinde yayınlandı. Söyleşinin başlangıcında İnsel’in askeri vesayet, Ergenekon süreci ve solun bu süreçteki tutumu üzerine tespitleri yer alıyor. Ardından can alıcı bir başka meseleye geçiliyor ve “Emek-Sermaye çatışması” üzerine görüşlerini açıklıyor İnsel: “Emek-sermaye çatışması toplumdaki çatışmalardan önemli bir tanesidir, ama tüm çatışmaların anası değildir. Solun geleneksel olarak kolaya kaçarak yaptığı şey toplumdaki tüm çatışmaları emek-sermaye çatışmasının bir türevi olarak ele almaktı. Ama öyle bir şey yok, o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz. Dolayısıyla başka motivasyonlar ve çatışmalar da var. Kimlikler çatışması emek-sermaye çatışmasına indirgenmeden de var olabilir.”
Geleneksel solun dışında olduğunu iddia edenler, burada görüldüğü üzere “emek-sermaye çatışması”nı, daha doğru bir ifadeyle burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıf çatışmasını çarpıtarak kolaya kaçma alışkanlığına sahipler. İlkinden daha az tehlikeli bir kaçış değil bu! İnsel’in “o durumda işçilerin büyük bir çoğunluğunun sermayenin yanında yer alan AKP’ye oy vermesini izah edemiyoruz” veciz sözü yalnızca gülümsenmeyi hak ediyor. Koca koca akademisyenlerin, öğretim görevlilerinin, Prof.ların Marksizm’in M’sinden haberdar olmamaları mümkün mü? Yoksa somut durum bilinçli olarak mı çarpıtılıyor? İnsel’in tespitine dönersek, onun işçilerin kendiliğinden bilinci ile sınıf bilincini birbirine karıştırdığı ortaya çıkıyor. Marksizm’i yüzeysel dahi olsa incelemeye tabii tutmuş herkes bilir ki, herhangi bir insan sırf işçi olduğu için kendinden menkul bir devrimci niteliğe sahip değildir. Sınıfsız bir dünyanın işçi sınıfının eseri olacağı temel görüşü ise, işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumundan; yani, tek tek bileşenlerinin düşüncelerinden ve siyasi tercihlerinden bağımsız olarak, bir sınıf olarak üretimden gelen gücünden, mülksüz bir sınıf oluşundan ve tarihsel çıkarlarının kapitalist sistemle uzlaşmazlığından kaynaklanmaktadır.
İnsel’e göre ise işçi ve emekçiler kapitalizmin azgın sömürü koşulları altında ve ideolojik saldırıları karşısında emek-sermaye çelişkisini çıplak gözle görebiliyor ve sınıf bilincine sahip olmasına karşın gidip burjuva partilerine oy veriyor. Marksistlerin, işçi sınıfının günlük mücadeleler içinde en fazlasından sendikal yani günlük ekonomik çatışmaların bilincine varabileceği, sınıf bilincinin ise kapitalizmin derin bir analiziyle ve sistemin ürettiği birbiri ile iç içe geçmiş çelişkileri kavramakla mümkün olacağı tespitinin üstü karalanmaya çalışılıyor.
İnsel’in belirttiği gibi başka motivasyonlar ve çatışmalar da vardır elbette. Kimlikler çatışması “emek sermaye çatışması”na indirgenmeden de var olabilir. Aslında durum tam da budur. Marksistler, İnsel’in iddia ettiği gibi “emek-sermaye çatışması”nı diğer çatışma ve çelişkilerin üzerini örten bir örtü olarak değil, bu çatışmaları ve çelişkileri sürekli olarak yeniden üreten sınıflı toplumun günümüzdeki biçimi olan kapitalizmin temel çelişkisi olarak görürler. Dolayısıyla ölümcül darbeler bu ana kaynağa indirilmeden, kaynak kurutulmadan diğer “motivasyon ve çatışmalar” için alınacak geçici önlemler sular altında kalmaya mahkumdur. Hiçbir Marksist, burjuva demokratik talepleri ortaya atmak için, sınıf çatışmasının dışında kalan çatışmaların teşhiri için devrimi beklemez. Ama o, bu talepler uğruna mücadelesini nihai hedeften sapmadan ve o hedefe ulaşmanın bir aracı olarak yürütür.
İnsel söyleşinin devamında Tekel direnişine ve sendikalara değiniyor. “Örneğin bugün Tekel İşçileri ile ilgi Yeni Sol’un tavrı açıktır. Tekel işçileri neyi talep ediyorlar?” diye soruyor ve Türk-İş Başkanı Kumlu’nun sözlerini hatırlatıyor; “Hükümet birçok taviz verdi… Ama 4/C’lilerin sendikalı olmasına izin verilmiyor.” İnsel’e göre bu nokta çok önemli ve işçilerin esas mücadelesinin ne olması gerektiğini, Kumlu’nun bu açıklamalarına dayanarak tarif ediyor. “Bize göre işçilerin esas mücadelesi emek piyasasında işverenin karşısında örgütlü bir biçimde yer alabilme mücadelesidir. ”Devamında da yeni bir şey söylemiyor; “Tekel işçileri önemli bir şey, eşit pazarlık gücü talep ediyorlar.” Tekel İşçilerine yönelik tespit ve talepleri Yeni Sol’un sınıf karakterinin en açık ifadesi. Tekel direnişine dair tutumu sendika bürokratlarının bir adım ilerisine gidemeyen bu anlayış, sınıf mücadelesini sendikal mücadele alanına hapsetme hedefini yansıtıyor. İnsel, liberal modelle aralarına bir çizgi çekerken, Marksizm’in yönteminin adını bile anmıyor.
Yeni Sol’un sendikalara bakışı da bu bölümden çıkarılabiliyor. Ankara’da Tekel direnişinin kolunu kanadını kıran, işçileri sermayeye karşı silahsızlandıran ve açık hedef haline getiren sendika bürokrasisinin, işçilerin burjuvazi ile “kısmi olarak” eşit koşullarda mücadele etmelerinin aracı olduğu masalı ile Yeni Sol, işçilerde yanılsama yaratmaya çalışıyor. “Kısmi eşitlik”, Yeni Sol için kabul edilebilir fakat İnsel burada sendikaların örgütlenme açısından yasal herhangi bir engelle karşılaşmadığı iş kollarında ne kadar işçiyi ve emekçiyi örgütleyebildiğini sormalıdır. Sendikalar bugün gelinen noktada, İnsel’in önünde eğildiği “eşit pazarlık gücü”nü bile sağlamaktan uzak, iflas etmiş kurumlardır. Tekel deneyimi bunun onlarca açık ifadesinden biri olmuştur.
Yeni Sol’un sosyalist devrimden ümidini kesmiş reformistlerin birliği olacağı İnsel’in tespitlerinden çıkarılabiliyor. Devrimi bir hayal, bir ütopya ilan eden İnsel bakın ne diyor; “Şiddet yöntemi ile bir gecede iktidarı almak hedefi bir ütopyayı gerektirmiyor aslında, sadece acil biçimde iktidar olma arzusunu ele veriyor. Ütopya hemen varamayacağımızı bildiğimiz ama davranışlarımızı ve hedeflerimizi ona doğru yönlendirdiğimiz bir ufuk çizgisidir. Siz iktidarı aldığınızda bütün ütopyanızı gerçekleştireceğinizi sanıyorsanız zaten o ütopya değildir.” Yeni Sol böylece “devrim” kavrayışını özetliyor. İnsel’e göre her “devrim” bir gecede iktidarı alma ile somutlanıyor. Asıl olarak bilinçli bir biçimde “darbe” ve “devrim” kavramları özdeşleştiriliyor. Devrim’in hangi sınıfın öncülüğünde, hangi sınıfa karşı yapıldığının İnsel için belirleyici bir önemi yok. Sosyalizm, bilimsel temellerinden koparıldığında işte böyle “ütopya nedir, ne değildir”i tartışmak durumunda kalıyor insan.
İnsel, geçmişteki deneyimleri oldukça özensiz biçimde harmanlıyor ve kendi haklılığını onları kullanarak ispat etmeye çalışıyor; “Ekim devrimi, Çin devrimi gibi devrimler bize radikal kopuş ile iktidara gelmenin, çoğunluğun rızası olmadan iktidara gelmenin, dar bir kadronun tahakküm arzusuna yol açtığını gösterdi. Sosyalizm ütopyasını insani felaketler içinde boğduğunu gösterdi. Bizim 20. yüzyıldan çıkardığımız ders devrimin bir gecede doğacak bir güneş olmadığıdır.” İnsel, birbirinden dağlar kadar farklı Ekim devrimi ve Çin devrimi’ni aynı kefeye koyup, iki deneyimin hiçbir somut tahlilini yapmadan ikisi içinde ortak hüküm veriyor. Radikal kopuş, çoğunluğun rızası, dar kadro tahakkümü ile iki deneyimin içerdiği devasa tarihsel sonuçları bir çırpıda özetliyor.
Aynı bölümde “Bugün küresel hegemonyasına karşı mücadele ettiğimiz ABD’nin devriminin anayasası iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri hala yürürlükte ama 1917’de yapılan Sovyet devriminden geriye neredeyse bir iz kalmadı, çünkü o kopuş tabanda kendini üretmeye yönelik bir kopuş değildi.” diyen İnsel, burjuva ideologlarının sosyalizme yönelik saldırılarını benimsemiş, onların sözcülüğünü üstlenmiş durumda. 1917 Ekim Devrimi’ni yaratan koşulları, Rusya’daki Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni, onun işçi sınıfı ve köylülük içerisinde yıllarca süren çalışmanın ürünü olarak geliştirdiği organik bağları, işçi-asker Sovyetlerini, SBKP içerisindeki mücadeleleri, Stalinist karşı devrimi mümkün kılan maddi temelleri, “Tek Ülkede Sosyalizm” teorisini bütünlüklü bir eleştiriye tabi tutmak ve bunlardan dersler çıkarmak başka birşeydir, Rus deneyimini ABD anayasası ile karşılaştırmak bambaşka bir şey. Yeni Sol’un ideolojik temellerinin burjuvazinin bakış açısında şekillendiği bu örnekte daha net izlenebilmektedir.
“Salt emekçilerin demokratik iktidarı diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü o emekçiler toplumda azınlığı oluşturuyor. 19. yüzyıl ortasında öngörülen gelişme 20. yüzyılda doğrulanmadı.” diyen İnsel, en kibar ifadeyle doğruyu söylemiyor. Ücretli işçilerin sayısı günden güne artarken, küçük burjuvazi mülksüzleşir ve ücretli işçi konumuna gelirken, bugün dünyada işçi sınıfı köylülüğü geride bırakıp nüfusun çoğunluğu olmuşken, İnsel Marksizm’in öngörülerinin yanlışlandığını kanıtlamak için gerçekleri traji-komik bir biçimde çarpıtıyor. Egemen sınıf olan burjuvazi bunlardan daha iyi sözcülere sahip olamaz herhalde. Yeni Sol’un kapitalizme soldan destek veren yaklaşımı, sistemin dişlileri arasında ezilen yığınları kontrol altında tutacak, oldukça kullanışlı bir araç olacak.
Sonuç
Yeni Sol’un önderlerinin günlük politik tahlilleri, tarihsel durum değerlendirmeleri neresinden tutarsanız elinizde kalıyor. CHP’nin solculuk iddiasının bir dizi gelişme ile kitleler üzerindeki inandırıcılığını kaybettiği son günlerde, küçük-burjuva solu ve Sarıgül’ün Türkiye Değişim Hareketi toplumun ezilen ve dışlanan kesimlerine yönelik propaganda faaliyetini arttırarak, gerçekleşmesi mümkün olmayan yeni umutlar ve yaşanabilir bir kapitalizm vaad ediyorlar. Söylemlerinin üstünü kazadığınızda Fukuyama’nın “sınıf mücadeleleri sona erdi” ve “dünyaya barış gelecek” masalı ortaya çıkıyor. Özünde kapitalist sömürü düzeni ile hiçbir sorunu bulunmayan bu çevrelerin ekonomik ve siyasi krizler eliyle yıpranan burjuva siyasetinde bir güç haline gelmesi ihtimal dahilinde. Bu gücü, ısrarla vurguladığımız gibi toplumsal muhalefeti burjuvazinin öngördüğü sınırlar dahilinde tutma misyonuna uygun olarak kullanma niyetindeki anılan çevreler, gerçek bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmekten bir hayli uzaklar.
Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, emekçilerin, tüm ezilen ve dışlanan kesimlerinin gerçek kurtuluşunun ancak işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek bir sosyalist devrimle mümkün olduğunu söyleyen Marksistlere karşı savaş açmalarının en önemli nedeni de bu. “Özgürlükçü” Yeni Sol’un ulusalcı “Türkiye’nin kurtuluşu” programının aksine yalnızca dünya çapında bir kurtuluşun mümkün olduğu gerçeği de onlarla aramızdaki en kalın çizgilerden birisi. “Yeni sol” gerçeklerden korkuyor ve gerçeklerin üzerini soyut kavramlarla örtmeye çalışıyor.
Bu burjuva sosyalistlerinin bu kadar rahat davranabilmelerinin nedeni, kuşkusuz, işçi sınıfı ile güçlü bağlar kurmuş, günümüzde kapitalist sınıflı toplumun yeniden üretim sürecinin yan ürünleri etnik-dinsel-cinsiyetçi baskıların ağırlığı altında ezilen kitleleri peşinde sürükleyebilen, onları kendi programına kazanmış bir Marksist devrimci partinin yokluğudur. Bu önderliğin yaratılmasının, burjuvazinin dümen suyunda bir Yeni Sol parti kurmaktan çok daha uzun erimli ve zorlu bir süreç olduğunu biliyoruz. Ama yalanlara karnımız tok ve gözlerimize çekilmeye çalışılan perdeyi, kimin elinde olursa olsun yırtmaya kararlıyız.