Geçtiğimiz hafta Meclisten geçerek yürürlüğe giren “yeni” Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Yasası işçilerin örgütlenme ve demokratik hakları açısından 12 Eylül artığı eski yasayı aratmayacak düzeyde. Yasada toplu sözleşme ve grev hakkı açısından özgürlükler bir yana çeşitli yeni kısıtlamalar söz konusu. Gerek tasarı halindeyken gerekse yasalaşma süresince yasanın getirdikleri ve götürdüklerine ilişkin birçok yazı yazıldı. Biz bu yazımızda bu konudaki ayrıntılara değinmeyecek; neden yeni bir yasaya ihtiyaç duyulduğu ve mevcut sendikal yapının acizliğine değineceğiz.
Küreselleşme ve uluslararası ekonomik rekabet, işgücü piyasasının yeniden düzenlenmesi açısından en önemli gerekçe olarak gözüküyor. Devletler uluslararası tekellere dikensiz gül bahçesi sunabilmek için tüm kozlarını oynuyor ve küresel ekonomik kriz içinde bu rekabet çalışma koşullarında kötüleşmeyi beraberinde getiriyor. Çin ve Hindistan’ın başını çektiği bütün bir Uzakdoğu Asya hem ucuz işgücü hem de çalışma ve örgütlenme koşullarındaki kısıtlamalar ile son otuz yılda dünyanın fabrikası haline gelmiş durumda. Bu durumun gelişmiş kapitalist ülkelere yansıması ise, yatırımların bu bölgelere kayması, reel ücretlerin düşmesi, işsizliğin artması, yaratılan işlerin çoğunluğunun ucuz işgücü istihdam eder olması şeklinde karşımıza çıkıyor.
Türkiye’de ise temelinin 24 Ocak kararları ile atıldığı ve 12 Eylül darbesi ile uygulamaya başlanan küresel ekonomi ile bütünleşme projesi AKP iktidarı döneminde önemli bir yol kat etti. Ancak hala Türkiye üretim alanında Uzakdoğu Asya ülkeleri ile yarışabilecek bir işgücü piyasasına sahip değil. AKP hükümetinin daha önce çıkardığı birçok yasa ve önümüzdeki dönem çıkarılması planlanan (kıdem tazminatı, bölgesel asgari ücret vb.) düzenlemeler bu yolda atılacak adımlar olarak görülmeli. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Yasası’ndaki değişiklikleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Sendikalara sus payı: kademeli geçiş
Yeni yasa burjuva yasallığı ve patronlarla işbirliği sayesinde ayakta duran günümüz sendikalarının devlet tarafından çok daha kolay denetim altına alınmasını sağlıyor. Yasa, demokratik haklar içermekten uzak olduğu gibi bürokratik sendikacılık ve iktidar işbirliğini itinayla koruyor ve devlet güdümlü sendikacılığı tek seçenek haline getiriyor. Sendikal bürokrasinin işçi sınıfının örgütlenmesi önündeki engellerin kaldırılmasına dönük muhalefetinin neredeyse sadece barajlar ile sınırlı olması; sendika içi demokrasi konusunda tek kelime laf edilmemesi mevcut sendikaların yasa karşısındaki muhalefetinin boyutunu sürecin daha başından gösteriyordu. Sendikal bürokrasi koltukları garantide olduğu sürece yasaya karşı sesini çıkarmayacaktı ve bu nedenle de baraj konusu son dakikaya kadar sendika bürokratlarının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırıldı.
Geçici 6. maddede yapılan değişiklikle, sendikalara, toplu sözleşme yapabilmesi için “Kurulu bulunduğu iş kolunda en az yüzde 3 üye şartı” getirildi. Ancak mevcut sendikaların büyük kısmının baraj altında kalacak olması nedeniyle sendika bürokratlarına sus payı olarak kademeli geçiş bahşedildi. Sadece Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara (yani Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’e) bağlı işçi sendikaları için baraj Ocak 2013 istatistiğinin yayımı tarihinden 1 Temmuz 2016 tarihine kadar yüzde 1; 1 Temmuz 2018 tarihine kadar ise yüzde 2 olarak uygulanacak. En son yayınlanan 2009 istatistiği sonrasında, 15 Eylül 2012’ye kadar kurulmuş ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara üye olmuş işçi sendikalarının, bu kanunun yürürlük tarihinden Ocak 2013 istatistiklerinin yayımlandığı tarihe kadar yapacakları yetki tespit talepleri “iş yerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının, işletmede ise yüzde 40’ının kendi üyesi bulunması” şartlarına göre (yani işkolu barajı dikkate alınmadan) bakanlıkça sonuçlandırılacak. Böylece bu üç konfederasyona üye olmayan sendikaların sözleşme yapma yetkisi baraj nedeniyle fiili olarak ellerinden alınmış oldu. Bu konfederasyonlara üye olmakla birlikte muhalif konumda bulunan daha küçük sendikaların da önümüzdeki süreçte sözleşme yapma yetkisinin düşeceği beklenmekte.
Yeni yasa öz olarak toplu sözleşmeyi her çalışanın sahip olabileceği bir hak olarak değil, devlet eliyle verilen bir ayrıcalık olarak düzenliyor. Diğer yandan da Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi kurumlar üzerinden sendikalar iktidarın denetim ve kontrolüne daha açık hale geliyor. Bugünkü yasa gerçekte birçok sendikacı ya da “solcunun” belirttiği üzere sendikaları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir yasa değil. Tersine, sendika bürokrasisinin, devletle ve patronlarla uzlaştığı sürece koltuklarını sağlama almalarını devam ettiren bir ruha sahip. Tek bir fark var: hükümet artık sendikalar dolayımıyla işçi sınıfı üzerindeki denetimini rastlantıya bırakmak istemiyor ve sendika bürokratlarının boynundaki ilmiği çok daha sıkı tutuyor.
Son dakika golü
Tasarı tartışmaları sırasında pek gündeme gelmeyen bir konu Meclis’te yasa geçerken son dakikada tasarıya eklendi. Patronların isteği üzerine yapılan bu değişiklik son derece öneliydi. Tasarının 25. maddesinde yapılan değişiklikle otuzdan az işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışan işçilerin ve 6 aydan az kıdemi olan işçilerin sendikalaşma hakkı fiilen ortadan kaldırıldı. Yapılan değişiklikle 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilerin sendikal nedenle işten atılması yaptırımsız kaldı ve bu işçiler sendikal tazminat hakkından yoksun bırakıldı. Artık işverenler 30’dan az işçi çalıştıran işyerinde çalışan işçileri sendikaya üye olduklarında rahatlıkla işten atabilecek.
İstatistiklere baktığımızda bu değişikliğin önemi daha kolay anlaşılıyor. Türkiye’de İş Yasasına tabi yaklaşık 1,4 milyon işyeri bulunuyor. Bunların yüzde 95’i 30’un altında işçi çalıştırıyor. Yani bu işyerlerinin sahibi olan patronlar “sendikal örgütlenme sorunuyla” karşılaşmayacak. İşçi sınıfı açısından baktığımızda ise 11 milyondan fazla işçinin 5,7 milyonu diğer bir ifadeyle yüzde 52’si sendikalaşma hakkından ve toplu sözleşmeden mahrum kalacak. Bu Türkiye burjuvazisine Uzakdoğu Asya ile rekabette önemli bir avantaj sağlayacağa benziyor.
İşçi sınıfı kendini sendikalara hapsetmemeli
Bugün özel olarak bu yasaya karşı mücadele ve genel olaraksa işçi sınıfının mücadelesi, sendika bürokratları ve reformist sol eliyle “sendikana sahip çık” veya “sendikaları savun” taleplerine sıkıştırılmış durumda. Mücadelenin bu eksende yürütülüyor olması işçi sınıfının elini kolunu bağlamak anlamına geliyor.
İşçi sendikaları ve sendika bürokrasisi, refah devletinin ve sosyal politikaların egemen olduğu on yıllar boyunca ulus devlet sınırları içerisinde işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadelede konumunu güçlendirmişti. Sendikalar bir yandan işçi sınıfı üzerinde denetimi sağlarken diğer yandan da büyüyen ulusal ekonomilerde işçi sınıfının kırıntılarla yetinmesini sağlıyorlardı. Ancak kapitalist küreselleşmenin getirdiği yeni-liberal ekonomik politikalarla birlikte kapitalist ekonominin kazandığı küresel boyut, sendikaların altından varlıklarını güçlendiren ulus devlet zeminini çekip aldı. Artık sendikal mücadeleyle neredeyse hiçbir sosyal/ekonomik hak kazanımı yaşanmadığı gibi işçi sınıfına dağıtılacak kırıntılar da yoktu. Son otuz yıllık süreçte sendikalar artık varlıklarını çok açık biçimde işçi sınıfı üzerindeki denetimi sağlama görevi ile burjuvaziye tabi kılmışlardır.
Bugün sendikaların içinde bulunduğu söylenen kriz aslında sendikaların işçi sınıfını boyunduruk altında tutma görevinin tüm çıplaklığı ile açığa çıkmasından kaynaklanmaktadır. Mevcut sendikal yapılar işçi sınıfının önüne inandırıcı hiçbir program sunamıyor; tam tersine işçi sınıfı kaybettiği her mücadelede sendikal yapıların sınırlılıklarına çarpıyor. Bugün neredeyse bütün sol kesim de işçi sınıfının örgütlenme meselesini sendikalaşma meselesi olarak görmekte ve “devrimci” söylemlerin arkasına gizlenen reformist sendikacılığı savunmaktadır. Onlar için sendikalar işçi sınıfının “tek örgütü”. Ve hala burjuvazinin ve onun devletinin sendikalara değil örgütlü işçi sınıfına düşman oldukları gerçeğini görmezden geliyor; “sarı sendikacılar”ın yerine kendi “solcu” bürokratları geçtiğinde sendikaların kapitalist düzen içindeki rolünün değişebileceği yanılsamasını yaratıyorlar.
Bu kesimler bizim tüm eleştirilerimize karşı da peki siz sendikalara alternatif ne öneriyorsunuz diye soruyorlar. Bizse bugünden yarına işçi sınıfına hazır bir örgütlenme şablonu sunmuyor; ancak işçi sınıfı mücadelesi içinde sendikal sınırlılıkların aşılabileceğini ve yeni tip öz-örgütlenmelerin yaratılabileceğini söylüyoruz. Bunu ifade ederken de geçmiş işyeri komiteleri, işçi konseyleri/meclisleri gibi deneyimlerin yol gösterici olması gerektiğini; ayrıca burjuvazinin küresel saldırısı karşısında işçi sınıfının mücadelesinin de enternasyonalist-sosyalist bir perspektif ve örgütlenme ile donanması gerektiğini ısrarla vurguluyoruz*.