Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi: Erdoğan’ın etrafında yaratılan tartışma yapaydır

TBMM 16 Mayıs’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı’nı seçecek. Aylar öncesinden “Erdoğan aday olacak mı?” sorusu etrafında başlayan tartışma ise hızını kısmen yitirmiş olmakla birlikte sürüyor.

Burjuva basının da aktif biçimde katıldığı ve geniş yer verdiği bu tartışmanın ana ekseni “Erdoğan aday olur ve cumhurbaşkanı seçilirse rejim tehlikeye girer mi girmez mi?” sorusu etrafında belirlenirken, bütün burjuva partileri kabaca “laikler” ve “dinciler” olarak iki kampa ayrılmış durumda. Elbette her iki kampın ardında da elbette sermayenin ve medyanın bir kesimi yer alıyor.

AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın olası cumhurbaşkanlığının rejim için ne büyük bir tehdit olduğunu kanıtlama çabası içindeki “”, önce onun eşinin başı kapalı olduğunu ağzına dolamıştı. Bu ilkel argüman yeterince etkili olmayınca, “laik kamp”ın baş sözcüleri, yaptıkları bir arşiv çalışmasının sonucunu da geçtiğimiz günlerde ilan etti: Erdoğan, Avusturalya’da 14 Ocak 2000 tarihinde yaptığı bir konuşmada İmralı Adası’nda tutuklu Abdullah Öcalan’a “sayın” diye hitap etmişti! Yani, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi yalnızca “laikliği” ortadan kaldırmayacak; aynı zamanda “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”nü de tehlikeye düşürecekti!

Sonuçta, bu önemli keşfin üzerine atlayan “laik ulusalcılar”ın, bir tek “Erdoğan aslında gizli PKK’lidir” demedikleri kaldı. Emin olun, AKP iktidar partisi Erdoğan da başbakan olmasaydı bunu yaparlardı (DTP yöneticilerine yaptıklarına bakın).

Kanser mi, kolera mı?

“Laik – ulusalcı” kampanyanın bu son ayağının amacı dinci AKP iktidarıyla birlikte haklı olarak artmış olan laikliğe ilişkin kaygıları toplumda onyıllardır kök salmış olan şöven Türk milliyetçiliğiyle birleştirmekten başka bir şey değildir. Ancak kendilerine “ilerici” ya da “solcu” payesi biçen bu yurtseverler, gerçekte, sözde dinci gericiliğe karşı mücadele adına onun kadar tehlikeli olan şövenizmi; yani insanların en gerici duygularından bir diğerini körüklemektedirler: Kanserden mi ölmek istersiniz, koleradan mı?

Dahası bu yurtseverler açıkça orduyu göreve çağırmayı da ihmal etmiyor. Ancak deneyimli işçiler askeri diktatörlüklerin öncelikle işçi sınıfının önceki onyıllar boyunca kazanmış olduğu ekonomik ve demokratik haklarını ortadan kaldırdığını çok iyi biliyorlar (bunun Türkiye’deki tipik örneği 12 Eylül darbesidir). “Dinci gericiliğe karşı” şöven milliyetçiliğe ve askeri diktatörlüğe sarılan yurtseverlerimiz, bu yolla, “demokrasi”nin savunusunu bile dinci rakiplerinin eline terketmektedirler (İslamcıların burjuva anlamda çoğulcu bir demokrasiye bile tahammülü olmadığını; ondan, yalnızca gerçekten iktidara gelene kadar yararlandığını elbette biliyoruz).

Gündem saptırılıyor

“Laik – ulusalcı” cephenin cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak hep bir ağızdan kopardığı yaygara, işçi sınıfının ve gençliğin gerçek sorunlarını örtmekte; bu anlamda, sermayenin ve onun politikalarını uygulayan AKP iktidarının işine yaramaktadır.

İşsizlik artmakta, yoksulluk derinleşmekte, ülkenin bütün kaynakları uluslararası ve onun uzantısı “yerli” sermayeye peşkeş çekilmektedir. Toplam borçlar, son dört yıl içinde, bütün cumhuriyet tarihi boyunca yapılan dış ve iç borçtan çok daha fazla artmış durumda. Toplumsal yaşamın “AB’ye uyarlanma adına demokratikleştirilmesi”ne ilişkin hoş vaatler uzunca süredir bir yana bırakılmış, onun yerini ekonomide dizginsiz bir tekelleşme ve rekabet almıştır (bizzat AB içinde ekonomik ve demokratik kazanımların ardı ardına gasp edildiği bir süreçte başka türlü de olamazdı).

“Laik – ulusalcı” burjuva politikacıları ile medya, bütün bunları yoksayıp baştan sona yapay bir cumhurbaşkanlığı tartışması körüklerken, aynı zamanda, geniş emekçi kitleleri ve gençliği bir kez daha kendilerine yedekleyip sermayenin ve siyasi temsilcilerinin kendi iç hesaplaşmalarında kullanmayı amaçlamaktadır.

CHP’den MHP’ye, oradan İP’ye kadar uzanan ve ANAP ile DYP gibi “yurtseverlik”le ilişkisi olmayan burjuva partilerini de kapsayan AKP karşıtı “laik” koalisyonun üzerinde anlaşmış olduğu tek şey şöven milliyetçiliğin körüklenmesidir. Onlar (kısmen Özal dönemindeki ANAP hariç) Kürt sorunu ve AB üyeliği konularında olduğu gibi, siyasi İslam karşısında da aynı gerici silaha sarılıyorlar: Milliyetçilik.

Dün “din ve millet adına” grevlere ve gösterilere saldıranların, sosyalist aydınları katledenlerin bugün “laik – dinci” olarak birbirleriyle kapışıyor olması kimseyi yanıltmasın. Onlar, yarın, yükselecek bir işçi hareketine, sosyalist bir dalgaya karşı yeniden kolkola gireceklerdir.

Unutmayalım ki, dün -onlarca başka aydının yanı sıra- Musa Anter’i, Uğur Mumcu’yu ve Hrant Dink’i katledenlere ilham kaynağı olan bu yurtsever – milliyetçiliğin “kahrolsun komünizm” sloganı atarak grevdeki ya da miting alanındaki emekçilere saldırmıyor olmasının tek nedeni, işçi hareketinin acınacak örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğüdür.

Emekçilerin çözümü

Sermayenin laiklik, demokrasi vb. bir saplantısının olmadığı, özellikle yükselen işçi hareketi karşısında dini kullandığı ve dinci partileri desteklediği hiç kimse için sır değil. Çünkü onun için önemli olan kapitalizm adlı bu insanlık dışı sistemin ve karlarının bekasıdır. Siyasi İslam da kapitalizmi tehdit etme bir yana; onun savunucusudur.

Bu, dinci gericiliğe karşı gerçek aydınlığı getirecek tek gücün, sosyalist bir parti çatısı altında örgütlü işçi sınıfı ile onun izinde yürüyen gençlik olduğu anlamına gelir. Bu bir niyet değil; gerçeğin kendisidir. Çünkü sermaye, iktidarını yalnızca emekçileri ve gençliği milliyet, din vb. temelde bölüp onları düşman haline getirerek sürdürebilir. İşçi sınıfı ise sermayeye karşı insanca bir yaşam için verdiği mücadelede başarılı olabilmek için, yalnızca işkolları arasında ve ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de birleşmek zorundadır.

Dolayısıyla, cumhurbaşkanı seçimleri etrafında kopartılan fırtınanın kafamızı karıştırmasına ve bizi sermayenin farklı temsilcilerinden birine yedeklemesine izin vermeyelim. Bizler sermayenin kendi kayıkçı kavgasında kullanılacak figüranlar değiliz, olmamalıyız da!

İşsizliğe, yoksulluğa, savaşlara, çevre kirliliğine ve her türden siyasi – toplumsal gericiliğe karşı kendi alternatifimizi geliştirmeli ve yaşama geçirmeliyiz. Eşit ve özgür emekçilerin toplumunu kurma yolundaki bu uzun yürüyüşün ilk ve en önemli adımlarını da bulunduğumuz işyerlerinden ve örgütlerimizden başlayarak; işverene ve sendikalarımızın tepesine çöreklenmiş bürokratlara karşı mücadele içinde atabiliriz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir