Aslında Tunus’taki halk ayaklanması bir sürpriz değildi. Neden mi? 1 Ekim 1987’de iktidara geçen Zeynel Abidin Bin Ali’nin 23 yıllık İktidarı boyunca, Tunus’ta birçok benzeri olay meydana geldi. Ancak son üç sene içinde, ülkenin özellikle iç kısımlarındaki kitlesel protestolarda artış gözleniyordu. Bu rahatsızlığın temel nedenleri, geçim sıkıntısı, işsizlik, yolsuzluk gibi sorunlarla, iktidarın medya üzerindeki baskısı, temel hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlamalardı.
Ülkenin iç ve güney kesimlerinde üç sene içinde üç büyük kriz meydana geldi. Bunların ortak noktaları, Tunus’un söz konusu bölgelerinin ulusal ekonomiden yeterince pay alamaması, halkın büyük ölçüde fakir olması ve işsizlik oranlarının yüksek olmasıydı. Özellikle yüksek öğrenim gören gençler içinde artan işsizlik oranı, daha önce Avrupa’ya işçi göçü ile bir nebze olsun giderilebiliyordu. Ancak AB’nin son birkaç senedir uyguladığı politikalardan dolayı, Tunusluların AB ülkelerine gidişi büyük ölçüde azaldı. Bu da Tunus’taki işsizlik oranlarına belirgin bir şekilde yansıdı.
Aslında ekonomik sorunlardan kaynaklanan bu protestolar, ilk başta planlı değildi ve herhangi bir siyasi amaç taşımıyordu. Fakat halk ayaklanması yolunda birer aşama gibi görünen tüm bu protestolar, her seferinde biraz daha arttı ve bugünkü son şeklini aldı. 17 Aralık 2010’da başlayan halk ayaklanması, muhalefet grupları ve sendikalar tarafından da desteklenerek siyasi bir boyut kazandı ve hükümet, bu dalga karşısında bir ay dahi dayanamadı.
Halk ayaklanmasının tarihsel arka planı
Tunus’ta ilk halk protestosu 2008 yılı başlarında meydana geldi. “Maden Ayaklanması” diye adlandırılan bu protestolar, Tunus’un güneybatısında bulunan Kafsa vilayetine bağlı Radif şehrinde başladı. Protestolar maden havzasında bulunan diğer şehirlere de hızla yayıldı. Bir maden işletmecisinin işçi alma sınavları sırasında kayırmacılık yaptığını düşünen işçiler yürüyüşe geçti. Fosfat madeninin zengin olduğu bölgede, yürüyüşler kısa sürede yolsuzluğu, artan işsizliği ve gelir adaletsizliğini hedef alan kitlesel bir harekete dönüştü. Birkaç ay devam eden protesto gösterileri, oturma eylemleri ve grevleri de beraberinde getirdi; birçok şehirde güvenlik güçleri ile göstericiler arasında çatışmalar meydana geldi. Çatışmalarda iki kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi yaralandı ve onlarca kişi gözaltına alındı. Merkezi hükümet, yerel yönetimler üzerinden krizin önüne geçmek istediyse de halkın öfkesini dindirmekte başarısız oldu. Protestolar belli bir süre inişe geçmiş olsa da, daha sonra yeniden canlandı.
“Tüccarlar Ayaklanması” olarak adlandırılan ikinci olay ise ülkenin güney doğusundaki Bin Kirden şehrinde 2010 Ağustos ayında meydana geldi. Ayaklanma Libya sınırında bulunan Bin Kirden’de, Libya ile ticarete getirilen kısıtlamalara karşı tepki olarak patlak verdi. İki ülke arasındaki ticaretin Libya’nın Trablus limanı ile Tunus’un Safakıs limanı arasında doğrudan yapılması yönünde bir değişiklik getiren anlaşma, Bin Kirden’de geçim kaynağı ticaret olan halkın durumuna büyük bir darbe indirdi. Bu anlaşma, şehre açılan sınır kapısında taşımacılık ve hamallık yapan halk kesimini de işinden etti. Libya’nın giriş ve çıkışlarda araçların vergisini artırması, Libya ürünlerinin ticaretinin sadece ithalat ve ihracat izni olan kişilerce yapılması amacıyla yasalar çıkarması, Tunus tarafındaki gerginliği iyice arttırdı. Ras Cudeyir sınır kapısının kapatılma kararı uygulamaya konulduğunda, halk gösterilere başladı ve güvenlik güçleri ile halk arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.
Bin Kirden olaylarından sadece üç ay sonra, ülkenin ortasında bulunan Sidi Buzid’de son büyük halk ayaklanması meydana geldi. Söz konusu ayaklanma, 17 Aralık 2010’da seyyar manavlık yapan bir gencin, tezgâhının elinden alınmasının ardından yerel yöneticilerle görüşme isteğinin reddedilmesi ve bunun üzerine kendini yakmasıyla tetiklendi. Kısa sürede gösteriler civar şehirlere sıçradı, protestolar kitlesel bir hal aldı. Halk yıllardır çektiği sıkıntıları protesto etmek için bu durumu fırsat bildi. Güvenlik güçlerinin şiddete başvurması göstericileri daha da öfkelendirdi ve olaylara katılanların sayısında büyük bir artış yaşandı. Çatışmalarda ülke genelinde yaklaşık 100 kişi hayatını kaybetti. Başkente sıçrayan gösteriler artık genel bir halk ayaklanmasına dönüştü.
Çatışmalar yüzünden okullar kapatıldı, pek çok yerde yağmalamalar meydana geldi, birçok insan gözaltına alındı. Hükümet, ekonomik reform vaatlerinde bulunsa da halkın öfkesi dinmedi. Öfke bütün ülkeyi sardı. Sendikaların ve muhalefet gruplarının desteği halk kitlelerini iyiye cesaretlendirdi. İşsizlik ile yaşam şartlarının ağırlığından yakınan halk Medinin, Kayravan, Safaks gibi birçok vilayette gösterilere başladı. Gösterilere binlerce üniversite öğrencisi ile sendika üyesi katıldı. Gösterilerde üniversite mezunlarına iş fırsatları oluşturulması talep edildi ve sık sık hükümetin ekonomi politikaları hedef alındı. Bu arada, muhalefet grupları ile sendikacılar ayaklanmayı ekonomik boyutundan çıkartarak “özgürlük ve adalet” talepleri eşliğinde hükümeti istifaya zorlayan demokratik bir niteliğe de büründürdü. Neticede hükümet böylesine büyük bir ayaklanmaya dayanamadı ve bir aydan kısa bir sürede çöktü. Zeynel Abidin Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Elbette bu son büyük halk ayaklanmasının ne zaman başlayacağı ve kimin bu hareketin fitilini ateşleyeceği asla bilinemezdi. Fakat 17 Aralık 2010 tarihinde Muhammed Bouazizi adlı gencin kendini yakması, Tunus’ta halk ayaklanmasının başladığı an olarak tarihe geçti. Ayrıca, halk ayaklanmasının gerçekleşmesinde en büyük pay, kendisini yakan Muhanmed Bouazizi’nin şahsında sembolleşen, toplumsal taleplerini öfkeleriyle ve onurlarıyla iç içe geçiren Sidi Buzid halkına aitti[1].
Halk ayaklanmasından çıkan dersler
Ayaklanmanın en başından beri Tunus’ta halk çeşitli ekonomik, sosyal ve siyasal talepler etrafında birleşti. Şimdiye kadar halkın dini içerikli tek bir talebi olmadı. Bu, Tunus halkının özlemlerinin bir ifadesiydi.
Tunus’taki ayaklanmanın başarısı, kuşkusuz, diktatörlük artıklarının zayıflatılmasına, hareketin güçlenmesine ve harekete zarar verebilecek olan bütün karşı devrimci güçlerin etkisiz hale getirilmesine bağlı. Tunus’ta burjuva gericiliği kısmen zayıflamış olsa bile hala etkin. Dahası, karşı devrimci güçler yeniden toparlanıyor, halk hareketine karşı saldırı yürütmek için hazırlık yapıyor. Özetle, durum istikrar kazanmış da değil; devrim saflarında perspektifsizlik ve öndersizlik, karşı devrim saflarında ise genel olarak bir istikrarsızlık hakim.
Hareketin başlıca özellikleri
Tunus hakkında çok şey yazılıyor, söyleniyor. Bazıları “hareketin başını İslamcılar çekiyor” diyor. Oysa İslamcılar, bu iddianın tersine, hareketin başlangıcında neredeyse hiç yoktular. Onlar ayaklanmada büyük bir rol oynamadılar çünkü bizzat kendileri böylesi bir şeyin yaşanabileceğine inanmıyorlardı. Bu yüzden de ayaklanma karşısındaki şaşkınlıklarını gizleyemediler. Halbuki bu halk hareketine katılan başlıca güçler işsizler, özellikle diplomalı işsizler, ortaöğretim öğretmenleri, ilkokul öğretmenleri, avukatlar, çalışanlar, sendika üyeleri, parti militanları, kadınlar ve gençlerdi. İslamcılar ise bu kitlenin ancak küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Ayrıca, Tunus Devleti’nin kurucusu Habib Burgiba’dan bu yana laik özelliklerin baskın olduğu Tunus toplumunda, İslamcı hareketin kitle tabanının çok derin ve yaygın olmadığı da bir diğer gerçek. Özetle, Tunus’ta diktatörü deviren bu halk ayaklanmasının İslamcılıkla bir ilgisi yok.
Tunus’taki halk ayaklanması, burjuva-demokratik bir karakter de taşıyor. Hareket farklı halk sınıflarını, burjuvazinin bir kısmını, yani küçük burjuvaziyi, Zeynel Abidin Bin Ali rejimi ve emperyalizm tarafından dışlanan, eğitim seviyesi yüksek orta burjuvazinin bazı kesimlerini de içeriyor. Çünkü emperyalizmin desteklediği Zeynel Abidin Bin Ali rejimi, gerçek manada bir yağma ve talan rejimiydi[2], iktidarı elinde bulunduran despotik klik, bazı burjuvaların bile tepkisini çekiyordu.
Tunus’taki halk hareketi, Arap dünyasındaki dengeleri sarsmakla kalmadı, uluslararası planda yol gösterici bir nitelik de kazandı. Bu ayaklanmanın en temel özelliklerinden biri onun Tunus halkının kendi özgücüne dayanılarak gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bazılarının iddia ettiğinin aksine Tunus ayaklanması, Ukrayna ya da Gürcistan’da olduğu gibi emperyalizmin tarafından desteklenmedi. Halk ayaklanması sadece Tunuslu emekçilerin eseridir!
Bazılarının, bu ayaklanmanın motorunun işçi sınıfı değil, emperyalizm olduğunu söylemesine rağmen, ayaklanma ülkenin iç ve güney bölgelerindeki yoksul işçi ve köylü aileleri içerisinde gelişti ve bir alev topu gibi başkentin emekçi mahallelerine sıçradı. Birçok kişinin bu ayaklanmayı, “işsizlerin isyanı” olarak adlandırmış olması da, ayaklanan kesimlerin ortak taleplerinin, ekmek, iş ve özgürlük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ekmek, iş ve özgürlük, ayaklanma sırasında Tunuslu emekçilerin en temel talebiydi.
Tunus halkı kendi özgücüne dayanarak, en güçlü gözüken dikta rejimlerinin bile devrilebileceğini bir kez daha kanıtladı. Bu durum, işçi sınıfı ve Marksist devrimciler açısından önemli dersler içermekte. Bugün Mısır’da, Yemen’de, Cezayir’de, Fas’ta halk yığınlarının ekonomik ve sosyal durumu, Tunus’tan çok daha kötü durumdadır. Fakat halk ayaklanması ilk olarak Tunus’ta gerçekleşti, Mısır’da veya diğer Arap ülkelerinde değil. Tunus’u farklı kılan, emekçi halkın Zeynel Abidin Bin Ali’nin gestapo rejimine karşı ortak talepler etrafında mücadele etmeyi başarmış olmasıdır.
Tunuslu Emekçileri Bekleyen Tehlikeler
En başta gerici Arap rejimleri, ABD’li ve AB’li emperyalistler, Tunus’taki halk hareketini etkisiz hale getirmeye, hareketin devrimcileşmesini önlemeye, onu burjuva, liberal ve emperyalizm yanlısı bir rejim sınırları içinde tutmaya çalışıyorlar. Onlar Tunus’un diğer ezilen halklara örnek olmasından korkuyorlar. Fakat buna rağmen Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de halklar ayaklandı; şimdilerde Suriye’de, Suudi Arabistan’da, Ürdün’de vb. bölge ülkelerinde her an ayaklanmalar patlayabilir. Pek çok Arap ülkesinde daha şimdiden genel grev ve genel eylem çağrıları yapılıyor.
Tunus’taki sınıf mücadelesinin seyri, toplumsal ve siyasi yaşamı kesintisiz bir biçimde baskı altında tutan bir dikta rejiminin egemenliği altında gelişti. Tunus, siyasi partileri, seçimleri, parlamentosu, sendikaları olan ve başkanlık sistemiyle yönetilen, görünüşte “demokratik” bir rejimdi. Fakat aynı Tunus, hemen hemen sınırsız yetkileri olan Zeynel Abidin Bin Ali’nin yönetiminde tam bir polis devletiydi. Bu ülkede, 150 bin kişilik polis teşkilatı ile her 27 Tunuslu başına bir polis düşüyordu. Tunus’ta bir diktatör gitti ama diktatörlük artıkları yerlerinde duruyor. Halk hareketi karşısında geri çekilmiş olsalar bile idare, siyasi polis ve kukla kurumlar hala büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu güçlerin toplumsal muhalefete yönelik fiziksel saldırı ve katliam ihtimali hala çok yüksektir. Bu yüzden, Tunuslu emekçiler, elde ettikleri kazanımları korumak için bile, burjuva diktatörlüğüne karşı militan mücadeleyi sürdürmek; Zeynel Abidin Bin Ali’nin polis devletinden geriye kalan bütün pislikleri tarihin çöp sepetine atmak zorundadır. Mücadelenin bu aşamasında, uluslararası işçi sınıfına ve Marksist harekete düşen görev, bu onurlu mücadeleyi sonuna kadar desteklemektir.
Fakat Tunus burjuvazisi Zeynel Abidin Bin Ali kliğinden kurtulduktan sonra, şimdi egemenliğini eski kadrolarla sürdürmenin yollarını arıyor. Bu yol ABD’li ve AB’li emperyalistler tarafından da desteklenmektedir. Ayaklanmanın kendiliğinden niteliği ve işçi sınıfının Marksist bir siyasi önderlikten yoksun olması, ne yazık ki kurulu düzenin bu doğrultuda önemli mesafeler almasını kolaylaştırmakta. Ayrıca egemen sınıflar, ılımlı sol ve sağ muhalefet odaklarını iki ay içinde kurulacağı açıklanan “birlik hükümeti”ne katarak, halk nezdinde “düzen değişti” görüntüsünü oluşturmaya da büyük özen gösteriyor.
Bu durum karşısında Tunuslu emekçilere düşen görev, yakın gelecekte kurulacak olan “birlik hükümeti”ne karşı mücadele etmek olmalıdır. Çünkü bu sözde “birlik hükümeti”, eski diktatörlüğün ve sermaye despotizminin başka bir kılıktaki devamı olacaktır. Kurulacak olan “birlik hükümeti”nin stratejik amacı, kapitalist sınıfın politik, askeri ve ekonomik gücünü muhafaza etmek olacaktır.
Başka bir deyişle, iki ay içinde kurulacak olan hükümet, yağma ve talana dayanan eski ekonomik yapının sürekliliğini, onun İtalya ve Fransa’yla bir hizmet ekonomisi olarak bütünleşmesini ve Tunus’un ABD, AB ve NATO’ya olan askeri ve politik bağlılığını güvence altına almayı hedefleyecektir. Buradaki esas tehlike, sonunda bu hükümetin, yalnızca zaman kazanmak için bir araç işlevi gören, istihbarat servisleri ile rejime sadık güçlerin ülkenin kontrolünü geri alma stratejisi uyarınca faaliyet göstermelerine izin veren bir hükümete dönüşmesidir. Fakat bu, Zeynel Abidin Bin Ali’den birazcık farklı yöneten, ama aynen onun gibi despotça ve emperyalizm yanlısı bir başka diktatörün yönetimine dayalı bir hükümet olacaktır. Bu durum, Tunuslu emekçiler için gerçek bir tehlikedir!
Tunuslu emekçiler, kurulacak olan “birlik hükümeti”ne ya da benzeri koalisyonlara asla güvenmemeli. Bu türden hükümetlere hangi burjuva kesim egemen olursa olsun, bu güçler derhal emperyalizm ile uzlaşmak için görüşmelere başlayacak ve durumu “normalleştirme” adı altında emekçilerin ücretlerin arttırılması, işsizliğe çözüm bulunması, nitelikli eğitim ve yoksullukla mücadele vb. ekonomik-demokratik taleplerini bir süre sonra apar topar rafa kaldırılacaktır.
Bugün Tunuslu emekçiler, küresel sermaye ve onun yerli ortakları tarafından şekillendirilecek hiç bir hükümete izin vermemelidir. Fabrika, işyeri, mahalle konseyleri, Tunuslu emekçilerin gelecekteki devrimci rolü için temel oluşturmalıdır. Bu konseyler kendilerini, Tunus burjuvazisine alternatif bir politik gücün örgütleyicisi olarak konumlandırmak zorundadır. Bu alternatif politik güç, Tunus’taki resmi seçim sistemiyle oluşturulamaz. Yalnızca emekçilerin devrimci enerjisiyle yaratılabilir. İktidar ancak bu şekilde, sermayenin boyunduruğundan ve onun örgütlerinden söküp alınarak gerçek sahiplerine, yani emekçilere devredilebilir.
Siyasi Önderlik Boşluğunun Doldurulması
Tunus’taki olayların gidişatı, daha şimdiden Lev Troçki ve IV. Enternasyonal tarafından geliştirilen sürekli devrim perspektifinin güçlü bir doğrulamasıdır. Uluslararası işçi sınıfı ve Marksist hareket açısından, burjuvazinin hiçbir kesiminin devrimci bir rol oynayamayacağı birçok kez kanıtlanmıştır. Sosyalizme giden yolu, yalnızca arkasına kırlardaki yoksul emekçileri alan, Marksist bir dünya partisinin önderliği altında birleşmiş olan işçi sınıfı gösterebilir.
Bugün Tunus İşçi sınıfının en yakıcı gereksinimlerinden biri, burjuvazinin bütün siyasi kanatlarından bağımsız olması gereken Marksist devrimci partinin ve kitle örgütlerinin inşasıdır. Bu, Tunuslu emekçileri burjuva gericiliğinin saldırılarından koruyacak ve onun devrimci gücünü kapitalizme karşı seferber edecek öz örgütlenmelerin yani fabrika, işyeri ve mahalle konseylerinin kurulması demektir.