PKK’nin 21 Ekim günü Hakkari Yüksekova’da konuşlanmış bir askeri birliğe düzenlediği saldırıda 12 askeri öldürüp 16’sını yaralamasıyla birlikte, kısa süre öncesine kadar Türkiye’nin siyasi gündemini belirleyen anayasa değişikliği ve rejim tartışmaları bir anda unutuldu; referandum adı verilen ucube “halk oylaması”, çoğu durumda şiddet eylemleri de içeren sokak gösterileri eşliğinde yapılan “Kuzey Irak’a nasıl girelim?” tartışmalarının gölgesinde gerçekleşti. PKK’nin bir kaç hafta içinde ardı ardına gerçekleştirdiği saldırılardan sonra, AKP Hükümeti’nin bu örgüte karşı, onun Kuzey Irak’taki varlığına yönelik askeri bir operasyonu da içeren mücadele kararının (ya da “kararlılık gösterisi”nin) artık bir mahkûmiyet haline geldiğini söyleyebiliriz.
Şimdi, neredeyse bütün burjuva siyasi partiler, medya, üniversiteler vb. seferber olmuş, savaş tamtamları çalıyor; PKK’nin öldürdüğü askerlerin kanı üzerinden seferber ettikleri kitleleri kullanarak, büyük sermayenin Ortadoğu’ya (Kuzey Irak‘a) yönelik yayılmacı planlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Anımsanacağı üzere, AKP Hükümetinin, Ekim ayı başında 15 askerin ve 12 köylünün ölümüyle sonuçlanan PKK saldırılarının ardından, “Irak’ın PKK teröristlerini yuvalandıkları kuzey bölgesi ile mücavir alanlara” asker göndermek üzere TBMM’ye sunduğu tezkere 17 Ekim Çarşamba günü TBMM’de oylanmıştı. Oylamada, 16 DTP’li milletvekilinin yanı sıra, CHP’den Eşref Erdem‘in, ÖDP’den Ufuk Uras‘ın ve Hakkari bağımsız milletvekili Hamit Geylani’nin “hayır“ dediği tezkere, 507 milletvekili tarafından kabul edildi.
Kuzey Irak’a yönelik askeri operasyona karşı çıkanları “bölücü terörün ortakları” ya da “PKK’nin Meclis‘teki uzantıları” olarak teşhir etmek amacıyla, açık yapılan TBMM’deki oturumda, Kemalist muhalefet (CHP ile MHP) tezkerenin Kuzey Irak’taki Kürt yönetimini de hedefleyecek biçimde genişletilmesi gerektiğini savundu. Onlara göre, Türk ordusu, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasını önlemek için gerekirse o toprakları işgal etmeliydi!
İnisiyatif yeniden Kemalist seçkinlerde
Kuzey Irak’taki fiili Kürt devletini de hedefleyen bir operasyon yapılmasını savunan Kemalist muhalefet partilerinin AKP hükümeti üzerindeki baskısı, tezkerenin kabulünden üç gün sonra gerçekleşen PKK saldırısıyla birlikte iyice arttı. Kemalist muhalefetin burjuva basın yayın organlarının da katkısıyla körüklediği milliyetçi dalga ve onun ürünü olan sokak gösterileri, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in ağzından tezkere’nin kullanılmasına gerek kalmaması “temenni”sinde bulunan AKP’nin görece “sivil” çizgisini terk etmesine yetti.
Bütün bu gelişmeler, Kemalist seçkinlerin geçtiğimiz bahar ve yaz aylarında AKP karşısındaki mevzi kayıplarını, ordunun rolünü iyice ön plana çıkartarak gidermeye çalıştığını gösteriyor. AKP son bir ay içinde yaşanan gelişmeler karşısında, ya tezkere de dahil Kemalist seçkinlerin elini güçlendiren adımlara cepheden karşı çıkacak ya da onların talep ettiği yönde inisiyatif geliştirerek önderliği eline alacaktı. Kemalist seçkinlerle açık hesaplaşmayı göze almayacağını önceki iktidar döneminde yeterince göstermiş olan AKP, beklendiği üzere, ikinci yolu seçti. Bu durum, Irak’ın işgalinden hemen önce “1 Mart Tezkeresi“nin TBMM’de ret edilmesi sonucunca (Kuzey) Irak pastasından pay kapma hesapları büyük ölçüde boşa çıkmış olan Türk egemenlerine yayılmacı / yağmacı emellerini gerçekleştirme yönünde yeni bir fırsat sunmaktadır.
TÜSİAD’ın ABD temsilcisi Abdullah Akyüz’ün 16 Haziran 2003 tarihli Radikal gazetesinde söylediklerini anımsayalım. Akyüz, “tezkere geçseydi, bir sürü Türk firması şimdi Irak’ta iş yapıyor olacaktı. Türk firmalarına doğrudan ihale verilecekti“ dedikten sonra, ABD’li yetkililerin, Türkiye’nin bir Ortadoğu vizyonuna sahip olmasını istediğini anlatıyordu. ABD’li yetkililer şöyle diyormuş: “Çünkü bizim gündemimiz şu anda Ortadoğu. İran ve Suriye yakında gündemimize gelecek. Siz de hazırlanın ve yarın size bir şeylerle geldiğimizde pozisyonunuzu net olarak ortaya koyun. Irak’taki gibi kararsız kalmayın. Ne yapacağınızı, nereye kadar gideceğinizi bize baştan söyleyin.“
AKP iktidarının, Kemalist seçkinlerin sahte emperyalizm karşıtlığıyla desteklenen Türk milliyetçiliği üzerine kurulu yayılmacı politikalarını yeni Osmanlıcı argümanlar eşliğinde uygulamaya soyunması, artık yalnızca zaman sorunudur. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in tezkereye ilişkin açıklamasında yeralan şu cümleler yabana atılmamalı: “Irak’ta yaşayan her insan bizim kardeşimizdir. Tarihin cilvesi olarak sınırın o tarafında yaşayanlara Irak halkı, bu tarafında yaşayanlara Türk halkı deniyor. Biraz geriye gittiğimizde bunların hepsi Osmanlı vatandaşıdır. Zaman içerisinde aradan geçen sınır iki ayrı halkın iki ayrı devlet tarzında ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.“
Öte yandan, bölgedeki gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında Kemalist muhalefetin Kuzey Irak’a yönelik bir askeri operasyonu neredeyse ABD’ye açılmış bir savaş gibi yutturma çabasının, yalnızca işgale kamuoyu desteği sağlamaya yönelik bir girişim olduğu görülmektedir. İran’a saldırıyı da içeren uzun süreli bir Ortadoğu planına sahip olan Amerikan emperyalizmi, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik askeri operasyonuna karşı değildir. “ABD ile savaş“ senaryoları ile örgütlü biçimde sokağa taş(ırıl)an ABD karşıtı milliyetçi gürültü, Türkiye‘nin -1 Mart 2003 tezkeresinde olduğu gibi kimi sorunlar yaratmış da olsa- ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki başlıca müttefiklerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Unutmayalım ki Kosova’da, Afganistan’da ve Lübnan’da aktif biçimde ABD emperyalizminin yanında yer alan Türk ordusu, Irak’taki işgalin de başlıca destekleyicisidir.
Bölgesel bir savaşa hazırlık
İran’a yönelik saldırgan söylemi sıradan bir tehdit olarak algılanmaması gereken ABD emperyalizminin, Ortadoğu’da kapsamlı savaşlara yolaçacak hesaplar içinde olduğu hiç kimse için sır değil. Buna karşılık, kendi çıkarlarının tehdit altında olduğunu fark eden Rusya olası bir ABD saldırısı karşısında İran’ın yanında yer alacağını ve “kendi çıkarlarını hem ulusal toprakları içinde hem de dünyanın herhangi bir yerinde koruyacak güce sahip olduğu“nu ilan etti. Bütün bu gelişmeler, ABD ekonomisinin yaşadığı derin ekonomik krizle birlikte düşünüldüğünde, ABD Başkanı Bush’un bir üçüncü dünya savaşından söz etmesinin bir dil sürçmesi olmadığını gösteriyor. ABD emperyalizmi, rakipleri karşısında büyük ölçüde yitirdiği ekonomik üstünlüğünü (hammadde ve pazar alanlarını) sahip olduğu askeri güçle dengeleme peşindedir.
Burjuva siyasetçilerinin ve köşe yazarlarının, son saldırıların ardından, “ABD ile AB‘nin PKK’yi destekleyip desteklemediği“, “Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesine karşı çıkıp çıkmadığı“, “PKK’nin AKP iktidarı altında yaşanan demokratik gelişmeden ve DTP’nin TBMM’deki varlığından rahatsız olup olmadığı“ gibi sayısız olasılık üzerinde yoğun bir tartışma başlattığını görüyoruz. Bütün bu tartışmalar, kimi doğru çözümlemeler içerseler de, asıl tartışılması gereken şu gerçeği gözardı etmekten başka bir işe yaramıyor: Ortadoğu’da gerici bir bölgesel savaş hazırlıkları hız kazanmıştır; Türk egemen sınıfları da bu paylaşım savaşına hazırlanmaktadır.
Böylesi bir süreçte Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesi, oraya saplanıp kalmasına ve hızla yaklaşan bölgesel savaşın başlıca unsuru olmasına yol açacaktır. Dolayısıyla sorun, PKK’ye karşı mücadele ya da Türk ordusunun Kuzey Irak’a girip girmemesiyle sınırlı değildir. Uzunca süredir gözlerini “Ortadoğu pastası“na dikmiş durumda bekleyen Türk egemenleri, şimdi bu pastadan pay alma işine soyunuyorlar.
ABD emperyalizmine bağımlılığı yalnızca ekonomik – mali alanla sınırlı kalmayan; askeri olarak da bu emperyalist güce tabi olan Türkiye’nin böylesi bir operasyona ABD’ye karşın ya da onun onayı olmadan girmesi düşünülemez. ABD’nin, önce Irak’ta ardından da geleceğin Ortadoğu savaşında Türkiye ile ortak hareket etmesinin yolunu açacak olan “sınır ötesi operasyon“a yeşil ışık yakacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Şimdi Ankara ile Washington arasında tartışılan konu, “PKK’ye karşı operasyon“ değil; bunun kapsamı -ona bağlı olarak da- operasyon sonrasında Irak’ta ve Ortadoğu’da birlikte atılacak olan adımlardır.
Milliyetçi Kürt önderliklerin yazgısı
PKK’nin son saldırıları Türk ordusunun Kuzey Irak’a gireceğini bile bile taşeron olarak gerçekleştirip gerçekleştirmediği; Barzani’nin “kedi bile teslim etmeyiz“ türü kışkırtıcı açıklamaları ABD’nin planları çerçevesinde Türkiye’yi Irak’a sokmak için yapıp yapmadığı; kimi DTP yöneticilerinin partiyi kapanma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak açıklamaları neden yaptığı vb. üzerine günlerce tartışmak mümkün. Ancak bütün bu tartışmalar, anılan konularda kanıtlara sahip olunamayacağı için, ister istemez spekülatif bir özellik taşımaya mahkumdur.
Öte yandan, tarih, burjuva ve küçük burjuva milliyetçi önderliklerin her durumda büyük devletlerle işbirliği içinde olduğunun örnekleriyle dolu. Bu durum, Ortadoğu gibi dünya kapitalizminin istikrarı için yaşamsal öneme sahip olan bir bölgede yaşayan Kürtler için, belki de bütün diğer halklardan daha fazla geçerlidir. Burjuva ve küçük burjuva Kürt önderlikleri, kısa vadede ne tür başarılar elde ederlerse etsinler, bizzat sınıfsal konumlarından dolayı, orta ve uzun vadede uluslararası burjuvazinin şu ya da bu kesimine yedeklenmek ve onların çıkarlarına hizmet etmek zorundadırlar. Bu durum, kendi ekonomik ve siyasi çıkarları için Kürt halkının kaderini ABD emperyalizminin Irak’ı işgaldeki başarısına bağlamış olan Barzani ve Talabani önderlikleri söz konusu olduğunda son derece açık biçimde görülüyor.
Stalinist bir örgüt olarak kurulan ve kitlelerin eyleminin yerine gerilla mücadelesini geçiren PKK’nin durumu da farklı değildir. On yıl kadar önce Barzani’ye savaş açmış olan PKK, bugün onların koruması altında, emperyalistlerin Ortadoğu planlarında daha aktif rol alma adına onların taşeronluğuna soyunmaktadır. Örneğin, onun İran’daki kolu olan PJAK, ABD ve İsrail’in İran rejimine karşı mücadeledeki başlıca silahlarından biri haline gelmiş durumdadır.
PKK‘nin izlediği işçiler ve Kürtler açısından yıkıcı politikaların bedelini ilk elde bizzat bu örgütün kendisinin, TBMM’deki Kürt partisinin ve Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi’nde yaşayanlar da dahil bir bütün olarak Kürt halkının ödeyeceği ortada. Bir kez daha onlarca PKK gerillası öldürülecek, DTP büyük olasılıkla kapatılacak (Baykal, İspanya’daki Batasuna örneğini boşuna vermedi), Türkiye’de yükselen milliyetçilik kaçınılmaz biçimde Kürt düşmanlığına dönüşecek (polis “Kürt görünümlü“ herkese kimlik sorarken, sokaklarda Kürtlere yönelik sözlü ve fizikler saldırılar artıyor. Muğla’da Kürtlerin gittiği bir cafe yakıldı), Kuzey Irak’a karşı gündeme gelen ekonomik ambargo ve askeri operasyon öncelikle bu topraklarda yaşayan Kürt emekçilerini ve yoksul köylülerini vuracaktır.
Operasyon yine işçi sınıfını vuracak
Ancak küçük burjuva Kürt milliyetçilerinin son provokatif saldırılarının ardından yükselen Türk şövenizminin ve Kuzey Irak’a yönelik bir “sınır ötesi operasyon“un yıkıcı etkilerinin Türk işçilerini ve emekçilerini vurmayacağı hayalini kuranlar fena halde yanılmaktadır. Burjuva medyası ve faşist ya da Kemalist partiler eliyle körüklenen Türk şövenizmi, öncelikle işçi sınıfını vurmaktadır. Milyonlarca işçi daha şimdiden, sermayenin ve hükümetlerinin onu içinde yaşamaya mahkum ettiği aşağılık koşulları unutarak milliyetçi bir paranoyaya kapılmış durumda.
Küçük burjuva milliyetçi bir örgüt olan PKK‘nin saldırıları sonucunda ölen askerlerin sözde “hesabını sorma“ adına faşist, İslamcı ya da Kemalist burjuva politikacıların kuyruğuna takılmanın; özellikle esnaflar, işsiz emekçiler ve gençlik içinde kabarmakta olan şövenizme karşı durmamanın en ağır bedelini ödeyecek olanlar yine işçilerdir.
Faşist politikacılar, daha şimdiden, kimi illerde olağanüstü hal hatta sıkıyönetim ilan edilmesini istiyorlar. Bunun, işçi sınıfı ile gençliğin zaten kısıtlı olan örgütlenme ve yasal mücadele olanaklarını ortadan kaldıracağı; her türlü grev ve direnişin yasaklanmasına yol açacağı ortada. Bütün bunları çok iyi bilen sendika bürokrasilerinin hükümetin ve ordunun arkasında esas duruşa geçmiş olması, onların işçi – emekçi düşmanı yüzünü bir kez daha açığa vurmaktadır.
Özetle, Ortadoğu’da yaklaşmakta olan savaşı ve emekçilerin bu kan banyosu içinde boğulmasını durdurabilecek güç ne Türkiye’deki yönetici elit, ne Kürt milliyetçisi küçük burjuva radikalleri ne de sendika bürokrasileri içinde bulunuyor. Faşistler Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimine karşı savaş çığlıkları atarken Türkiye’de sıkıyönetim talep ediyor; Kemalist seçkinler, bütün iç ve dış politikasını küresel sermayenin telepleri doğrultusunda belirleyen İslamcı AKP karşısında yitirdikleri mevzilerini yeniden elde etme çabası içinde, faşist partilerle “parlamenter demokratik değerler“ arasında bocalıyor ve çoğu durumda faşistlere yedekleniyorlar.
Kürt halkının en basit demokratik taleplerini bile gerçekleştiremeyecek durumda olan burjuva ve küçük burjuva Kürt milliyetçisi önderlikler, emperyalistlerle ve bölgedeki egemen güçlerle işbirliği adına, bu halkın elde etmiş olduğu kazanımları da tehlikeye atıyorlar. İpliği çoktan pazara çıkmış olan sendikal önderlikler “vatan ve devlet için“ sermayenin ardında hizaya geçerken, onyıllardır sendika bürokrasilerinin ya da ayrılıkçı Kürt küçük burjuvazisinin kuyruğunda “devrimcilik“ yapmaya çalışan küçük burjuva “radikal sol“ ise tam bir şaşkınlık içinde.
Bütün bu koşullar altında, Ortadoğu’da patlayacak ve milyonlarca insanın yaşamına mal olacak kapsamlı ve yıkıcı savaş tehlikesini önlemenin tek yolu, işçi sınıfının kitlesel seferberliği olabilir. Böylesi bir seferberliğin ilk koşulu, işçi sınıfının her türlü milliyetçi ideolojinin ve burjuva partilerinin yıkıcı etkisinden kurtulmasıdır. Yalnızca devrimci enternasyonalist temelde örgütlenmiş bir işçi sınıfı savaşların da nedeni olan kapitalizmi ortadan kaldırılabilir; üretimin dünya çapında ve insanların gereksinimleri doğrultusunda planlandığı sosyalizmi kurabilir.