Suriye’de sürdürülen rejim değişikliği savaşının başlıca kışkırtıcılarından biri olan Türkiye egemen sınıfı ve siyasi iktidar, bu ülkeyi istila etme planlarını uygulama aşamasına gelmiş durumda. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), geçtiğimiz hafta sonu, Suriye’deki Kürt bölgelerine ve Halep’in büyük bölümünü ele geçirdikten sonra Türkiye sınırına yaklaşmış olan hükümet güçlerine havan topu saldırıları düzenledi. Bu, hiçbir gerekçeyle haklı gösterilemeyecek, açıkça savaş kışkırtıcı, saldırgan bir eylemdir.
Ankara, “terör örgütü” ilan ettiği PYD/YPG’ye ve Suriye’deki rejim güçlerine ait mevzilere yönelik topçu saldırılarını, “angajman kuralları” gereği gerçekleştirdiğini ve Suriye’yi istila gibi bir planı olmadığını ilan ediyor. Bu açık bir yalandır.
Topçu saldırısının başlamasından hemen önce, Suudi Arabistan’ın önderliğinde 150.000 kişilik bir “İslam Ordusu”nun kurulacağı ve bu ordunun, sözde “IŞİD ile savaşmak üzere” Türkiye üzerinden Suriye’ye gireceği açıklanmıştı. Yine, topçu saldırılarının düzenlendiği günlerde, Suudi Arabistan’a ait savaş uçaklarının İncirlik Üssü’ne konuşlandırılacağı ilan edildi. ABD emperyalizminin vekil gücü olarak savaşacak olan bu orduda, Türkiye’nin yanı sıra, Mısır, Ürdün, Sudan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden askerlerin bulunması planlanıyor.
Dünyanın dört bir yanından toplanmış İslamcı militanlardan oluşan vekil güçlerin büyük ölçüde IŞİD’e ve El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi’ne katılmasının ve bu güçlerin Suriye hükümet güçleri ve YPG karşısında son dönemde ağır yenilgiler almasının ardından atılan bu adım, Washington tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı. Daha önceki bir yazımızda ifade ettiğimiz gibi,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Latin Amerika seyahatinden dönüşte gazetecilere yaptığı açıklamalar, AKP iktidarının Suudi monarşisi ile birlikte Suriye’yi istilaya hazırlandığını ve ABD’nin, buna, büyük olasılıkla onay vermiş olduğunu gösteriyor. “Bu tür şeyler konuşulmaz, gerektiğinde gereken neyse yapılır. Şu anda biz bütün güvenlik güçlerimizle, her şeyimizle tüm ihtimallere karşı hazır durumdayız.” diyen Erdoğan, Suriye içerisinde oluşturulmak istenen, şimdiki adıyla “terörden arındırılmış bölge” konusunda ABD ile “Kilometresine varıncaya kadar mutabık” olduklarını belirtti.
Erdoğan’ın bu sözleri, Ankara’nın emperyalist müttefikleri tarafından yalanlanmadı.
İşledikleri suçları savaş gerekçesi haline getiriyorlar
AKP iktidarı, Suriye’nin istilası planlarına, iki gerekçe ile haklılık kazandırmaya çalışıyor. Bunlardan birincisi, başta ABD olmak üzere bütün emperyalist devletlerin ve onların Ortadoğu’daki vekillerinin kullandığı “insani” gerekçelerdir.
Emperyalist devletlerin ve onların Türkiye gibi bölgesel işbirlikçilerinin, sanki Suriye’yi harabeye çevirenler, milyonlarca Suriyelinin ülke içinde ve dışında göçmen konumuna düşürülmesine ve yüz binlercesinin öldürülmesine yol açanlar; insanlığın başına IŞİD gibi bir barbarlık örneğini bela edenler kendileri değilmiş gibi “insani” gerekçelere başvurmaları, insanların akıllarıyla alay etmektir. (Gerçekte, Ankara’nın bölgedeki en yakın müttefiki olan Suudi Arabistan barbarlıkta IŞİD ile yarışmaktadır. Onların arasındaki tek fark, bu İslamcı monarşinin, sahip olduğu petrol rezervleri ve emperyalizme sadakati karşılığında “uluslararası toplumun saygın bir üyesi” olmasıdır.)
Emperyalist devletler, aylardır sürdürülen yoğun propaganda faaliyetine rağmen, bu “insani” gerekçeleri kendi halklarına yutturamıyor, Suriye’ye asker gönderme planlarını kabul ettiremiyorlar. Çünkü o ülkelerdeki işçi sınıfı ve gençlik içindeki savaş karşıtı duyarlılık, en az Suriyeli sığınmacılara duyulan yakınlık kadar güçlü.
Bununla birlikte, emperyalistler, Ortadoğu’da, birkaç milyar dolar ve yağmadan kırıntı elde etme uğruna “kendi” gençlerini onlar adına ölüme göndermeye hazır işbirlikçilere sahipler. Emperyalizmin bölgedeki başlıca işbirlikçilerinden biri, bütün “ey Amerika, Avrupa” diye başlayan atıp tutmalara karşın, Türkiye egemen sınıfı ve onun siyasi temsilcileridir. Ankara’daki yöneticiler, birkaç milyar dolar (ve açıklanmayan başka şeyler)karşılığında, Suriyeli sığınmacılara karşı Avrupa Birliği’nin (AB) sınır bekçiliğini yapmaya hazır olduklarını gösterdiler. Onlar, başlarına gelen felaketten sorumlu oldukları Suriyeli göçmenleri, AB ile kirli pazarlıkların malzemesi ve Suriye’de “tampon bölge” hedefinin bir aracı olarak kullanıyorlar.
Ankara’nın Suriye’yi istila hazırlıklarına gerekçe olarak sunduğu ikinci konu, bu ülkedeki Kürt kantonlarının ve PYD/YPG’nin Türkiye için “doğrudan tehdit” oluşturduğu iddiasıdır. Suriye’deki Kürt kantonları ile karşılaştırılamayacak büyüklükte bir güce ve NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip olan bir ülkenin PYD/YPG’yi “doğrudan tehdit” olarak görmesi, hiçbir inandırıcılık içermemekle birlikte, tarihsel bir gerçekliğin dışavurumudur.
Suriyeli Kürt burjuva önderliklerin özerk ya da bağımsız bir egemenlik alanına sahip olma olasılığı, gerçekten de, Türk egemen sınıfının ve siyaset seçkinlerinin tarihsel “bölünme” korkusunu körüklemektedir. Çünkü onlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüz yıl önce paylaşılması sırasında Ortadoğu’da emperyalist devletler eliyle çizilmiş yapay sınırların yeniden gündeme geldiği bir dönemde, Kürt burjuvazisinin kendine ait bir egemenlik alanı istediğinin, dolayısıyla, kendi sınırlarının da sorgulanacağının farkındalar. Türkiye’nin, güney sınırında özerk bir Kürt bölgesinin ortaya çıkmasını önlemek için bölgede her şeyi göze almasının ve ülke içinde yedi ayı bulan kanlı bir iç savaş başlatmasının arkasında bu yatmaktadır.
Türkiye egemen sınıfının önemli bir kesimi ve AKP iktidarı, bunu önlemenin yolunun, yeni Osmanlıcı söylemlerle desteklenmiş yayılmacı politikalardan geçtiğine inanıyor. Bu yönelim, Türkiye’nin mevcut sınırlarının Irak ve Suriye’deki Kürt ve Türkmen nüfusun yaşadığı bölgeleri kapsayacak şekilde genişletilmesi anlamına gelmektedir. Bir zamanlar Turgut Özal’ın savunduğu ve Ankara’nın on yılı aşkın süredir izlediği bu yönelimin hiçbir ilerici yanı bulunmamaktadır. Dahası bu yayılmacı yönelim, aynı yaklaşık 100 yıl önceki Balkanlar’da olduğu gibi, kaçınılmaz olarak, bir dünya savaşının başlangıcına işaret etmektedir.
Türk egemen sınıfının ve yönetici seçkinlerinin bu yönelimi, kuşkusuz özgün farklılıklarla, Kürt burjuvazisi ve aralarında Abdullah Öcalan’ın da bulunduğu milliyetçi önderlikler tarafından da paylaşılmaktadır.
Kürt mülk sahibi sınıfları ve siyasi önderlikleri, Ankara’ya, Şam’a ya da Bağdat’a yönelik tutumları ne olursa olsun, kendi egemenlik hedeflerine ulaşmanın yolunun, asıl olarak emperyalist başkentler ile işbirliğinden geçtiğinin farkındalar. Bu yüzden onlar, Kürt işçilerinin ve yoksul köylülerinin özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi en meşru özlemlerini kötüye kullanmakta, “kendi” halklarının geleceğini ABD’nin ve Avrupalı emperyalist güçlerin savaş yönelimine tabi kılmakta ve Kürt gençlerini burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarları adına cepheye sürmekte tereddüt etmemektedirler.
Irak’ta kendi egemenliği altında fiili bir devlet kurmuş olan Barzani önderliği, İran’a ve Bağdat yönetimine karşı Ankara ile sıkı ilişki içinde, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ABD emperyalizminin üssüne dönüştürmüş durumda ve bağımsızlık ilanı için emperyalist başkentlerden ve Ankara’dan onay bekliyor. Öte yandan, PKK’nin Suriye’deki kardeş örgütü PYD/YPG, Washington tarafından, IŞİD’e karşı “birlikte çalışılan yetenekli yerel güçler” olarak görülüyor ve hem ABD’nin hem de Rusya’nın desteğiyle IŞİD’e ve diğer İslamcı örgütlere karşı savaşıyor. Ayrıca, Ankara’nın “terörist örgüt” olarak tanımladığı PYD/YPG, Moskova’da da temsilcilik açmış durumda.
PYD/YPG’nin Rojava bölgesinde ABD’ye iki üs tahsis etmesi ve Obama yönetimi temsilcisinin Kobani’ye yaptığı resmi ziyaret ABD ile ilerleyen yakın ilişkileri gösterirken, bu örgütün Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın başlıca vekil güçleri olan cihatçı örgütlere karşı Rus hava saldırıları destekli sağladığı ilerleme, Ankara’nın ABD’ye “ya PYD, ya Türkiye” baskısı yapmasına ve nihayetinde YPG’yi açıktan hedef almasına varmış durumda. PYD’nin Rusya ile işbirliğini ABD’nin onunla ilişkisini kesmesi için bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışan AKP hükümeti, PYD, Esad ve Rusya karşıtı saldırgan politikasıyla, yeni bir dünya savaşına yol açabilecek bir askeri çatışmanın da yolunu döşüyor.
Bölgenin emperyalist paylaşımında kendi egemenlik bölgelerine sahip olmak isteyen PYD/YPG gibi güçler, emperyalizmin veya Rusya gibi bölgesel güçlerin vekil gücü işlevini görmektedir. Bölge halklarının yaşadığı felaketlerin baş sorumlusu olan emperyalist güçler ile işbirliği içinde burjuva “kazanımlar” peşinde koşan bu örgütlerin, ezilen halkların meşru özlemlerini karşılamaları ve kalıcı bir barışı sağlamaları mümkün değildir.
Sürekli devrim teorisinin doğrulanması
Türkiyeli egemen sınıfın, Türkiye’nin Kürtler ile Türkler arasında bölünmesi korkusu, bizzat onun tarihsel yapısal yetersizliklerinin ürünüdür. Dönemin Türk egemen sınıfı ve yönetici seçkinleri, sömürgeci işgale karşı verilen bir ulusal kurtuluş savaşının ardından, 1923 yılında cumhuriyeti kurarak burjuva devrimini taçlandırmış ama işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün toplumsal demokratik taleplerini hiçbir şekilde karşılayamamış ve Kürt halkını yok saymıştır. Türk egemen sınıfı ve siyaset seçkinleri, bugün bile, Kürt emekçilerini ucuz işgücü kaynağı olarak görmekte, Kürt köylülerini kitleler halinde mülksüzleştiren ekonomi politikaları uygulamakta ve milyonlarca insanın konuştuğu Kürtçeyi ikinci resmi dil olarak kabul etmemektedir.
Bir bütün olarak Türkiye işçi sınıfının ve yoksul köylülerinin, özelinde ise Kürtlerin en temel demokratik haklarını yok sayan 90 küsur yıllık bu politikalar, emperyalizm çağında, burjuvazinin -ulusal kurtuluşçu, milliyetçi olanlar dahil- hiçbir kesiminin emperyalizmden bağımsız bir rol oynayamayacağı gerçeğinin çarpıcı bir doğrulanmasıdır.
Troçki’nin 100 yılı aşkın bir süre önce, sürekli devrim teorisini formüle ederken belirtmiş olduğu gibi, emperyalizm çağında mülk sahibi sınıfların hiçbir kesimi, geniş işçi ve köylü kitlelerinin ya da ezilen halkların temel toplumsal ve demokratik taleplerini karşılayamaz. Çünkü onların en ilerici kesimleri bile, uluslararası kapitalist sistemin dışına çıkmayı değil, onun bir bileşeni olmayı amaçlamaktadır ve emperyalist merkezlerle organik bağlara sahiptir. Bu “demokratik” görevler, yalnızca ezilenlerin önderliğini alan işçi sınıfının sosyalist devrimiyle kurulacak bir işçi devleti tarafından yerine getirilebilir. Dahası, devrimin tek bir ülke ile sınırlı kalması durumunda, bu görevlerin tamamlanması ve sosyalist bir toplumun inşası mümkün değildir; yani işçi devrimi, en ileri kapitalist ülkeleri kapsayacak şekilde, uluslararası alanda sürdürülmek zorundadır.
İşçi sınıfı ve gençlik savaş istemiyor
IŞİD’in ele geçirdiği bölgelerde uyguladığı barbarca yöntemler, ilk günden itibaren, uluslararası işçi sınıfının ve gençliğin nefretini kazanmıştır ama bu nefret, onların, “kendi” hükümetlerinin sözde “IŞİD’e karşı mücadele” adına bölgeyi istila planlarına yedeklenmesine yol açmamıştır. Çünkü başta ABD olmak üzere, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının ve gençliğin önemli bir kesimi, IŞİD’in ve benzeri terör örgütlerinin, aynı El Kaide gibi, on yıllardır sürmekte olan emperyalist müdahalelerin ürünü olduğunun ve egemen sınıfın yağmacı amaçları için kullanıldığının farkındadır.
Benzeri bir durum, Türkiye işçi sınıfı ve gençliği için de geçerlidir. Türkiyeli emekçiler ve gençlik, Ortadoğu’da 25 yıldır yaşanan savaşların, iç savaşların ve askeri müdahalelerin ardında, küresel şirketlerin hizmetindeki emperyalist devletlerin yağmacı hesaplarının yattığının farkında. Bu yüzden, Türkiyeli egemenler ve siyasi iktidarlar, ABD emperyalizminin Ocak 1991’de Irak’a yönelik saldırısına ve 2003’teki istilasına katılamamıştı.
Bugün, Cumhurbaşkanı Erdoğan “bir daha aynı hatayı yapmama” adına savaş çığlıkları atmaya devam etmekte ve burjuva partilerinin hiçbiri, bu yönelime ilkesel bir şekilde karşı çıkamamaktadır. Dahası, hem CHP hem de MHP, her fırsatta, herhangi bir savaş durumunda bunu “milli dava” olarak göreceklerinin ve iktidarın arkasında duracaklarının işaretlerini veriyor. HDP’ye gelince, emperyalist devletlerin Suriye’deki BAAS yönetimine karşı müdahalesini ve PYD/YPG’nin “uluslararası toplum” ile birlikte savaşmasını destekleyen bu partinin Suriye’ye yönelik bir istila girişimine itirazı, bütünüyle, Ankara’nın Kürtlere yönelik tavrına tabi kılınmıştır.
Savaş her zamankinden daha yakın
Suriye’deki emperyalist rejim değişikliği operasyonu, hükümet güçlerinin Rusya’nın aktif desteğiyle Türkiye destekli İslamcı savaşçılar karşısında sergilediği hızlı ilerlemenin ardından bambaşka bir boyut kazanmış durumda. Almanya Dışişleri Bakanı, Münih’teki Suriye görüşmelerinin ardından “Bir yol ayrımındayız” derken ya da Rusya, bir “üçüncü dünya savaşı tehlikesi” uyarısında bulunurken ifade edilen gerçeklik budur. Bu ifadelere, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, kendisini Suriye’deki BAAS rejimine “yumuşak” davranmakla eleştirenlere yönelik, “Ne yapmamı istiyorsunuz, Rusya ile savaşa mı gireyim?” yanıtını da eklersek, karşı karşıya olduğumuz tablo tamamlanmış olur.
Bütün bunlar yaşanırken, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, basına yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın gerçekleştireceği bir kara harekatının bazı Avrupa ülkeleri tarafından desteklendiğini ama bunun gerçekçi olmadığını söyledi. Reuters haber ajansına konuşan ve adı açıklanmayan bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi de, “Suriye’ye kara operasyonu ihtimalini koalisyon ile görüşüyoruz. Tek taraflı operasyon istemiyoruz” dedi.
Suriye’de izlenecek yol konusunda, gerek emperyalist başkentler gerekse Türkiye ile onlar arasında kimi önemli anlaşmazlıkların yaşandığı bu süreç, tam da barındırdığı belirsizlikler ve gerilimler nedeniyle, her an Batılı emperyalist güçler ile Rusya arasında doğrudan çatışmayı tetikleyecek dinamikler taşımaktadır.
Bunun, herhangi bir önderin savaşı isteyip istememesi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Küresel ekonomik kriz ve ona eşlik eden toplumsal gerilimler, başta emperyalistler olmak üzere bütün ülkeleri militarizm sarmalına sokmuştur ve Suriye’de, bu patlayıcı ortamı ateşe verecek bütün koşullar oluşmuş durumda.
Türkiye egemen sınıfı ve ardı ardında gelen siyasi iktidarlar, SSCB’nin Stalinist bürokrasi eliyle yıkılmasından bu yana, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da kendi egemenliği önünde engel olarak gördüğü ulus devletlerin (Irak, Suriye ve İran) ve Rusya Federasyonu’nun parçalanıp sömürgeleştirilmesi planlarında koçbaşı olma rolüne soyunmuştur. Türkiyeli egemen sınıfın kısa vadede Ortadoğu’nun, uzun vadede ise Rusya’nın emperyalist yağmasından kırıntı kapma umuduyla rol aldığı bu planların başlıca ideolojik-siyasi ifadesi, etnik ve dinsel-mezhepsel kimlik politikalarıdır.
İşçi sınıfı ve sosyalizm eksenli savaş karşıtı bir hareket için
Egemen sınıfların dünyayı hızla yeni bir dünya savaşına doğru sürüklediği bu koşullar altında, burjuva partileri, sendikalar ve sahte sol örgütler bu felakete gidişi durdurmak için hiçbir çözüme sahip değiller. Aksine, onlar bu felaket treninin daha hızlı gitmesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Onların “çözüm” olarak sundukları her şey, gerçekte ya yeni bir felaket ya da işçi sınıfının siyasi olarak elini kolunu bağlamak anlamına gelmektedir.
Yaklaşan savaşı durdurabilecek tek güç uluslararası işçi sınıfıdır. Yalnızca savaştan ve onun kaynağı olan kapitalizmden hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfı temelinde oluşturulacak sosyalist bir savaş karşıtı hareket felakete gidişi durdurabilir.
Bütün burjuva partilerinden ve onların yedeğindeki örgütlerden bağımsız ve onlara karşı işçi sınıfının dünya sosyalist devrimi uğruna kararlı bir mücadele yürüten Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), 2014 Temmuz’unda yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Yeni bir emperyalist kan banyosu, yalnızca mümkün değil; uluslararası işçi sınıfının Marksist bir program temelinde müdahale etmemesi durumunda, kaçınılmazdır.”
Dünyanın dört bir yanındaki sosyalistler, bu “kaçınılmazlık”ı durdurma göreviyle karşı karşıyadır. Türkiyeli işçi sınıfı devrimcilerine büyük sorumluluk yükleyen bu durum, Türkiye egemen sınıfının savaş politikasına karşı sosyalist bir işçi sınıfı seferberliği inşa etme göreviyle, DEUK’un Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’ni inşa etme görevini açık bir şekilde birleştirmektedir.
Bu mücadelede yol gösterici ilke şu olmalıdır:
Savaşa karşı mücadele olmaksızın sosyalizm uğruna; sosyalizm uğruna mücadele olmaksızın da savaşa karşı mücadele edilemez. İşçi sınıfı, savaşa, gençliğe ve ezilen kitlelere, sosyalist bir program temelinde yol göstererek karşı çıkmalıdır. Bu, siyasi iktidarı alma, bankaları ve büyük şirketleri mülksüzleştirme ve bir dünya sosyalist işçi devletleri federasyonunu inşa görevine girişme programıdır.