Sosyalizm ve Rus Devrimi’nin yüzüncü yıldönümü: 1917-2017

  1. Dünya kapitalizminin üstünde bir hayalet dolaşıyor: Rus Devrimi’nin hayaleti.

Bu yıl, 1917’nin, Rusya’daki Şubat Devrimi ile başlayıp “dünyayı sarsan on gün” –kapitalist geçici hükümetin devrilmesi ve siyasi iktidarın Vladimir Lenin ile Lev Troçki önderliğindeki Bolşevik Parti’nin eline geçmesi– ile birlikte Ekim ayında doruk noktasına ulaşmış olan dünya tarihsel olaylarının yüzüncü yıldönümüne işaret ediyor. Kapitalizmin 150 milyon insanın yaşadığı bir ülkede devrilmesi ve tarihteki ilk sosyalist işçi devletinin kurulması, 20. yüzyılın en önemli olayıydı. O, yalnızca 70 yıl önce, 1847’de Karl Marx ve Friederich Engels tarafından Komünist Manifesto’da ilan edilmiş olan tarihsel perspektifin doğruluğunu pratikte kanıtladı.

Arkasında on milyonlarca köylünün toplandığı Rus işçi sınıfının ayaklanması, bir yıl içinde, yalnızca yüzlerce yıldır egemen olan yarı feodal otokratik bir hanedana son vermemişti. Rusya’daki  “Çardan Lenin’e” olağanüstü sıçrama (işçi meclisleri / sovyetler üzerinde yükselen bir hükümetin kurulması), dünyanın dört bir yanında işçi sınıfının ve kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilen kitlelerin bilincini yükselten bir dünya sosyalist devriminin başlangıcına işaret ediyordu.

Dehşet verici I. Dünya Savaşı katliamının ortasında patlak vermiş olan Rus Devrimi, kapitalizmin ötesinde, sömürüsüz ve savaşsız bir dünyanın olabilirliğini kanıtlamıştı. 1917’deki ve sonrasındaki gelişmeler, uluslararası işçi sınıfının bilincine derinlemesine işlemiş ve 20. yüzyılın dünyanın dört bir yanına yayılan devrimci mücadeleleri için gerekli siyasi esini sağlamıştır.

  1. Bolşevik Parti, 1917’deki iktidar mücadelesini uluslararası bir perspektif üzerine kurmuştu. O, Rusya’daki sosyalist devrimin nesnel temelinin, son tahlilde, dünya emperyalist sisteminin uluslararası çelişkilerine –öncelikle, zamanını doldurmuş ulus devlet sistemi ile modern dünya ekonomisinin son derece bütünleşmiş karakteri arasındaki çelişkiye– dayandığının farkındaydı. Bu yüzden, Rus Devrimi’nin yazgısı, işçi iktidarının Sovyet Rusya’nın sınırlarının ötesine yayılmasına bağlıydı. Troçki’nin son derece anlaşılır bir şekilde açıkladığı gibi:

Sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanması düşünülemez. Burjuva toplumundaki krizin temel nedenlerinden biri, onun tarafından yaratılmış üretici güçlerin, artık ulus devlet çerçevesiyle uzlaşamıyor olması gerçeğidir. Buradan, bir yandan emperyalist savaşlar, diğer yandan da burjuva bir Avrupa Birleşik Devletleri ütopyası çıkar. Sosyalist devrim ulusal alanda başlar, uluslararası arenada gelişir ve dünya sahnesinde tamamlanır. Böylece, sosyalist devrim, kelimenin yeni ve daha geniş bir anlamında, bir sürekli devrim haline gelir; o, yalnızca, yeni toplumun gezegenimizin tamamında nihai zafere ulaşmasıyla tamamlanacaktır. [The Permanent Revolution (Sürekli Devrim); London: New Park Publications, 1971, syf. 155]

  1. Bolşevik Parti’nin, Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist devrimin 20. yüzyıldaki yazgısı, iki uzlaşmaz perspektif arasındaki; 1917’de ve Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında Lenin ve Troçki tarafından savunulan devrimci enternasyonalizm ile siyasi iktidarı işçi sınıfından gasp etmiş olan Stalinist bürokrasinin gerici ulusalcı programı arasındaki çatışmanın sonucuna bağlıydı. Sovyetler Birliği içindeki felaket getiren ekonomi politikalarının ve işçi sınıfının, onlarca yıllık bürokratik diktatörlüğün ve kötü yönetimin ardından 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıtılması ve kapitalizmin yeniden kurulması ile sonuçlanan yıkıcı uluslararası yenilgilerinin altında, Stalin’in Marksizm karşıtı “tek ülkede sosyalizm” perspektifi yatmaktadır.

Ancak Sovyetler Birliği’nin sonu, Rus Devrimi’ni ya da Marksist teoriyi geçersizleştirmedi. Gerçekten de, Lev Troçki, Stalin’in devrime ihanetine karşı mücadelesi sırasında, “tek ülkede sosyalizm” ulusal programının sonuçlarını öngörmüştü. Troçki’nin önderliğinde 1938’de kurulmuş olan Dördüncü Enternasyonal, SSCB’nin yıkımının yalnızca Stalinist bürokrasinin devrilmesi, Sovyet demokrasisinin yeniden kurulması ve dünya kapitalizminin devrimci biçimde yıkılması mücadelesinin yeniden canlandırılması yoluyla önlenebileceği uyarısında bulunmuştu.

  1. Emperyalist önderler ve onların ideolojik suç ortakları, SSCB’nin Aralık 1991’de dağıtılmasını büyük sevinçle kutlamışlardı. Onların hiçbirinin bu olayı öngörmemiş olması, onun “kaçınılmazlığı”nı ilan etmelerini engellemedi. Kendi burunlarının ucundan ötesini göremeyenler, 20. yüzyılı kendi ortak sınıf kibirlerine uygun biçimde yorumlayan teoriler uydurdular. Egemen seçkinlerin ve onların yanaşma akademisyenlerinin kendi kendini kandıran tüm saçmalıkları ve budalalıkları, en mükemmel ifadesini, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde buldu. O, Ekim Devrimi’nin normalden; dolayısıyla da tarihin sonsuz burjuva kapitalist gidişatından rastlantısal bir sapmadan başka bir şey olmadığını iddia ediyordu. İnsanlık, kapitalist ekonomi ve burjuva demokrasisi biçiminde, gelişmesinin en yüksek ve nihai aşamasına ulaşmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, işçi iktidarı ve dünya ekonomisinin sosyalist yeniden örgütlenmesi şöyle dursun, kapitalizme bir alternatif [olabileceği] düşüncesi bile söz konusu olamazdı.

Fukuyama’nın keşfini onaylayan, yaşam boyu bir Stalinist olan tarihçi Eric Hobsbawm, Ekim Devrimi’ni ve böylelikle, 20. yüzyılın devrimci ve karşı-devrimci altüst oluşlarını talihsiz kazalar olarak reddetti. I. Dünya Savaşı’nın patladığı 1914 ile Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 yılları arası, “Kısa 20. Yüzyıl”ı oluşturan yanlış yola sapmış bir “aşırılıklar çağı” idi. Hobsbawm, geleceğin ne getireceğini ya da 21. yüzyılın kısa mı yoksa uzun mu olacağını bildiğini iddia etmedi. O, tek bir şeyden emindi: herhangi bir şekilde 1917’deki olaylar ile karşılaştırılabilecek bir sosyalist devrim bir daha asla olmayacaktı.

  1. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”nu ilan etmesinden bu yana 25 yıl geçti. Sosyalist devrim tehdidinden sözde kurtulmuş olan egemen sınıf, kapitalizmin, dünyayı dilediğince yağmalamasına izin verilmesi durumunda neler yapabileceğini gösterme fırsatı elde etti. Peki, onun sefahat döneminin sonucu ne? Onun başarılarının kısa bir listesini yapalım: dünya nüfusunun son derece küçük bir kesiminin aşırı zenginleşmesi; yaygın toplumsal eşitsizlik ve kitlesel yoksulluk; milyonlarca cana mal olmuş bitmek bilmez saldırı savaşları; devletin baskı aygıtlarının durmaksızın güçlendirilmesi ve demokratik yönetim biçimlerinin yıkılması; cinayetin ve işkencenin emperyalist dış politikanın temel araçları olarak kurumsallaşması ve kültürün her yönden genel yozlaşması.
  2. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden çeyrek yüzyıl sonra, tüm dünyanın köklü bir ekonomik, siyasi ve toplumsal kriz dönemine girmiş olduğunu inkar etmek mümkün değildir. Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmemiş bütün çelişkileri, patlayıcı bir güçle dünya politikasının yüzeyinde yeniden ortaya çıkıyor. 1917 olayları, yeni ve yoğun bir çağdaş geçerlilik ediniyor. Burjuva yorumcular, çok sayıda yayında, gergin bir biçimde, 2017’nin dünyası ile 1917’ninki arasındaki benzerliklere dikkat çekiyorlar.

Economist’ten Adrian Wooldridge, derginin yılbaşı değerlendirmesinde, “Bolşeviklik geri geldi” [“Bolshiness” – Bolşeviklikten türetilmiş, siyasi aşırılık anlamında bir sözcük] uyarısında bulunuyor. “Rus devrimini üretmiş olan dünyaya benzerlikler rahatsız edici biçimde yakın” diyen Wooldridge, yazısını şöyle sürdürüyor: “Bu, içler acısı bir yüzüncü yıldönümleri dönemi. İlk olarak, 2014’te, liberal düzeni ortadan kaldıran birinci dünya savaşının patlamasının; ardından, 2016’da, askeri tarihteki en kanlı çatışmalardan biri olan Somme Çarpışması’nın yüzüncü yıldönümü geldi. 2017, Lenin’in Rusya’da iktidarı ele geçirmesinin 100. yıldönümü olacak.”

Bir zamanlar burjuva demokrasisinin ideali olarak yüceltmiş olduğu ABD’yi şimdi bir “başarısız devlet” ilan eden kişi, Fukuyama’dan başkası değil. “Amerikan siyasi sistemi kullanılamaz hale gelmiş” ve “iyi örgütlenmiş seçkinler kendi çıkarlarını korumak için vetokrasiden [işlevsiz bir yönetim sisteminde veto gücüne dayanarak yönetme anlamında bir sözcük] yararlanırken, son on yıllar boyunca çürümüştür.” diye yazan Fukuyama, şu uyarıda bulunuyor: “Bir kuşak önce komünizmin çökmesiyle karşılaştırılabilecek siyasi bir parçalanma yaşıyor olduğumuz ihtimalini dışlayamayız.”

  1. 2016, dünya kapitalizmi için çok kötü bir yıldı. Dünya politikasının II. Dünya Savaşı’nın son yıllarında ve sonrasında kurulmuş bütün yapıları ileri bir çözülme durumunda. Dünya politikasını, ekonomik küreselleşmenin önlenemez süreçleri ile ulusal devlet sınırları arasındaki çelişki yönlendiriyor. 2016, Avrupa Birliği’nin, Brexit oylamasında ve aşırı sağcı ulusalcı/milliyetçi partilerin büyümesinde örneklenen, hızlanan parçalanmasının yılıydı.

Geçtiğimiz yıl, aynı zamanda, askeri gerilimlerin, bir Üçüncü Dünya Savaşı olasılığının -hatta olabilirliğinin- çok sayıda kitapta, dergide ve gazetede açıkça tartışılmasına yol açacak kadar sürekli yoğunlaştığına tanık olundu. Tüm dünyada, çok sayıda bölgesel gerilim, büyük, nükleer silahlı güçlerin giderek doğrudan ve açık çatışmasına doğru gelişiyor. Kimin kiminle savaşacağını kesin olarak hiç kimse söyleyemiyor. ABD önce Çin’e mi saldıracak; yoksa o çatışmanın, Rusya ile kozların paylaşılmasından sonraya mı ertelenmesi gerekiyor? Bu soru, şu anda, Amerikan devletinin üst düzey yetkilileri arasında sert bir stratejik tartışma ve anlaşmazlık konusu. Jeopolitik ve ekonomik rekabetten kaynaklanan sürtüşme, II. Dünya Savaşı sonrasının en sıkı müttefikleri arasındaki ittifakı bile aşındırıyor. Almanya ekonomik gücünü askeri güce çevirmeye ve Nazi egemenliği sonrası “barışçıl politika”sının son kalıntılarından kurtulmaya çabalıyor.

  1. Küresel kapitalist sistemin krizi, en gelişmiş ifadesini, tam merkezinde, ABD’de bulmaktadır. ABD, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından en fazla kendisinin yararlanacağını, bütün diğer ülkelerden daha çok hayal etmişti. Birinci Bush, hemen, ABD’nin tartışmasız egemen olacağı “yeni dünya düzeni”nin doğuşunu ilan etti. ABD, rakipsiz askeri gücüyle, “tek kutuplu uğrak”tan dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmak için yararlanacaktı. Onun stratejistleri, yalnızca yeni bir Amerikan Yüzyılı’nın değil; Amerikan yüzyıllarının hayalini besliyorlardı! Önde gelen dış politika stratejistlerinden Robert Kaplan’ın sözleriyle:

Dış politikamız ne kadar başarılı olursa, Amerika dünyada o denli fazla avantaj elde edecektir. Dolayısıyla, gelecekteki tarihçiler, 21. yüzyıl ABD’sine, büyük olasılıkla, her ne kadar Roma’dan ve tarihteki diğer imparatorluklardan farklı da olsa, bir imparatorluk ve bir cumhuriyet olarak bakacaklardır. On yıllar ve yüzyıllar geçtiğinde ve ABD 45 yerine 100 hatta 150 başkana sahip olduğunda ve onlar geçmişteki imparatorlukların (Roma, Bizans, Osmanlı) hükümdarları gibi uzun bir liste oluşturduklarında, antik dönem ile benzerlik azalmak yerine artabilir. Özellikle Roma, düzensiz bir dünyada, düzeni biraz olsun korumanın çeşitli araçlarını kullanan egemen gücün bir modelidir… [Warrior Politics: Why Leadership Demands a Pagan Ethos; New York, Random House, 2002, syf. 153.]

  1. Kaplan’ın 2002’de yazılmış olan imparatorluğa övgüsü, Amerikan egemen sınıfının “terörle mücadele”yi başlattığı ve 2003’te Irak’ı ikinci kez istila ettiği sırada onun içinde hakim olan yarı deli ruh halini ifade etmektedir. Amerikan egemen sınıfı, cehenneme yaklaşmayı gökkuşağı ile karıştırıyordu. Gerçekten de, “tek kutuplu uğrak”ın en kısa tarihsel aradan fazla bir şey olmadığı kanıtlandı ve yeni “Amerikan Yüzyılı” on yıldan kısa sürdü.

Amerikan egemen sınıfının Sovyetler Birliği’nin dağılmasına yönelik coşkulu tepkisi, tarihsel durumun feci şekilde yanlış okunmasını ifade ediyordu. Egemen seçkinler, ABD’nin ekonomik üstünlüğünün onlarca yıllık aşınmasını tersine çevirmek için –Sovyet misillemesi tehlikesiyle engellenmemiş– askeri güce başvurabileceklerine inanmışlardı. Bu yanlış hesap, birbiri ardına felaketlere yol açan Amerikan askeri operasyonlarının tüm dünyada tırmanmasına zemin oluşturdu. 11 Eylül 2001’den 15 yıl sonra, ABD’nin Suriye’deki rejim değişikliği operasyonunun bozguna uğramasıyla sonuçlanan düzmece “terörle mücadele”si, Ortadoğu’yu kaosa sürüklemiş durumda.

  1. Geçtiğimiz çeyrek yüzyılın askeri felaketleri, ABD’nin küresel ekonomik konumunun, her zamankinden daha doğrudan ifadesini nüfusun geniş kesiminin yaşam standartlarındaki gerilemede bulan kötüleşmesiyle yoğunlaştırılmıştır. Ekonomistler Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman tarafından hazırlanmış son bir rapora göre, ulusal gelirin vergi öncesi payından ABD nüfusunun alttaki yarısının aldığı pay, 1980’deki yüzde 20’den bugün yüzde 12’ye gerilemiş durumda. En zengin yüzde 1’in payı ise, aynı dönemde, tam tersine, yüzde 12’den yüzde 20’ye çıkmış. 40 yıldır, nüfusun alttaki yarısının gerçek gelirleri sabit kalırken, en tepedeki yüzde 1’in gerçek gelirleri yüzde 205, binde birinkiler ise sarsıcı biçimde yüzde 636 artmış.

Genç Amerikalılar kuşağı borç içinde, bir aile kuramıyor ya da anne-babalarının evinden ayrılamıyor. 1970 yılında 30 yaşında olanların yüzde 92’si anne-babalarının aynı yaşta iken kazandıklarından daha fazlasını kazanırken, bu oran 2014’te yüzde 51’di. Milyonlarca Amerikalı yetersiz sağlık hizmetlerinden mağdur durumda. Genel yaşam süresi, 20 yıldan uzun süredir ilk kez, intihardan, madde bağımlılığından ve başka toplumsal kriz belirtilerinden kaynaklanan ölümlerdeki şok edici artıştan dolayı 2015 yılında geriledi.

  1. Amerikan toplumu daha eşitsiz hale gelirken, onun ideologlarının demokrasinin hala hüküm sürdüğünü savunmaları giderek daha zorlaşmış durumda. Irk, etnik köken, cinsiyet ve cinsellik üzerine odaklanmış kimlik politikalarının temel işlevlerinden biri, dikkatleri ABD içindeki derin sınıfsal bölünmelerden uzaklaştırmak olmuştur. Donald Trump’ın seçilmesi, ABD’deki oligarşik egemenlik gerçeğini bütün tiksindirici çıplaklığıyla açığa vurdu. Bununla birlikte, Trump’ın, 2016 Seçim Günü’ne kadar kusurlu ama özünde temiz olan bir topluma dışarıdan burnunu sokmuş bir tür canavar olmadığını vurgulamak gerekiyor. Gayrimenkul, finans, kumar ve eğlence sektörlerinin suçlu ve hastalıklı bağlantılarının ürünü olan Trump, Amerikan egemen sınıfının gerçek yüzüdür.
  2. Gelen Trump yönetimi, amacı ve kadrosuyla, oligarşinin bir başkaldırısı karakterine sahiptir. Sonuna yaklaşan ölüme mahkum bir toplumsal sınıf olarak oligarşinin tarihin gelgitlerine direnme çabası, sıkça, gücünün ve ayrıcalığının uzun süredir devam eden aşınması olarak algıladığı şeyi tersine çevirmeye yönelik bir girişim biçimini alır. O, acımasız toplumsal ve ekonomik değişim güçleri onun egemenliğinin temellerini kemirmeden önce, koşulları bir zamanlar oldukları (ya da onun öyle sandığı) hale geri getirmeye çalışır. I. Charles, 1640’ta devrimin patlak vermesinden önceki 11 yıl boyunca, İngiltere’de parlamentonun toplanmasını engellemişti. Genel Meclis 1789 devriminin öngününde Paris’te toplandığında, Fransız soyluları, 1613’ten beri yavaş yavaş azalmakta olan ayrıcalıkları yeniden getirmeye niyetlenmişti. ABD’deki İç Savaş’ın öncesinde, Güneyli seçkinler, köleliği tüm ülkeye yayma çabası içindeydi. Nisan 1861’de Fort Sumter’da ateş açılması, gerçekte köle sahiplerinin başkaldırısı olan şeyin başlangıcına işaret ediyordu.

Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma” vaadi, pratikte, onlarca yıllık kitlesel mücadeleler üzerinden elde edilmiş, işçi sınıfının koşullarını iyileştirmiş olan ilerici toplumsal reformlardan geride kalan her şeyin yok edilmesi anlamına gelmektedir. “Amerika’yı büyük yapma”, bizzat Trump’ın kafasında, ülkeyi, Yüksek Mahkeme’nin gelir vergisinin komünistçe ve anayasaya aykırı olduğu kararını verdiği 1890’ların koşullarına geri götürmeyi gerektirmektedir. Trump’a kalırsa, gelir vergisinin 1913’te uygulamaya konması, işçilerin, halkın geniş kesimlerinin ve çevrenin sömürüsüne sınırlamalar getiren yasaların ve düzenlemelerin tamamı, zenginlerin diledikleri gibi para kazanma hakkına yönelik bir saldırıdır. Kamu eğitiminin finanse edilmesi ve asgari ücretin tespit edilmesi, Sosyal Güvenlik, Medicare (yaşlılar için devlet sağlık sigortası), Medicaid (yoksullar için sağlık yardımı) ve diğer sosyal yardım programları, mali kaynakların zenginlerden başka yerlere akıtılmasına izin veriyordu. Milyarderlerden ve milyonerlerden bir bakanlar kurulu oluşturan Trump, zenginlerin zenginler tarafından ve zenginler için hükümetine başkanlık etmek niyetindedir.

Trump, bu ahbap çavuşların yanı sıra, eski generallerden ve açık faşistlerden oluşan küçük bir grubu kabinesine soktu ve başlıca danışmanları olarak seçti. Onların görevi, ABD emperyalizminin küresel çıkarlarının dizginsiz biçimde dayatılması üzerine kurulu bir dış politika geliştirmek olacak. “Önce Amerika” sloganının yeniden canlandırılmasının gerçek önemi budur. ABD’nin emperyalist gündemine giderek artan biçimde vahşi bir karakter kazandıran şey, onun ekonomik egemenliğinin gerilemesidir. Wall Street bankerlerinin ve devlet istihbarat örgütlerinin yozlaşmış müttefiki olan Demokratik Parti, Trump’a yönelik eleştirisini onun Rusya’ya karşı sözde “yumuşak” olması üzerine yoğunlaştırmış durumda. Demokratların endişelenmesine gerek yok. Trump yönetimi, jeopolitik ve/veya ekonomik çıkarları Amerikan emperyalizmininkiler ile çatışan tüm ülkelerle çatışmayı sürdürecek ve tırmandıracaktır.

  1. Trump’ın politikası, hem uluslararası hem de ulusal düzeydeki dışavurumunda, kapitalist egemen seçkinlerin sağa doğru sarsıcı bir hareketini yansıtmaktadır. Trump’ın yükselişine, Fransa’daki Ulusal Cephe’nin, Almanya’daki Pegida’nın, İtalya’daki Beş Yıldız Hareketi’nin ve Britanya’daki Brexit kampanyasının başını çekmiş olan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) siyasi etkisinin artması eşlik ediyor. Almanya’da, egemen sınıf, Berlin’deki Noel Pazarı’na yönelik saldırıyı, Almanya İçin Alternatif’in önderlik ettiği sığınmacı karşıtı kampanyayı tırmandırmak için kullanıyor. Bu sürecin siyasi ve ekonomik özü, Lenin tarafından açıklanmış olduğu gibi, kapitalizmin doğasında yatmaktadır:

Emperyalizmin asalak ya da çürüyen kapitalizm olduğu gerçeği, her şeyden önce, üretim araçlarının özel mülkiyeti sistemi altında her tekelin karakteristik özelliği olan çürüme eğiliminde dışa vurulmaktadır. Demokratik-cumhuriyetçi ve gerici-monarşist emperyalist burjuvaziler arasındaki fark, her ikisi de çürüyen canlılar olduğu için, tamamen silinmiştir… [“Imperialism and the Split in Socialism,” (“Emperyalizm ve Sosyalizmde Bölünme”) Lenin, Collected Works, Cilt 23; Moscow: Progress Publishers, 1977, syf. 106]

Dev şirketleri ve bankaları temsil eden devletler, kaynakların, ticaret yollarının ve pazarların kontrolü uğruna mücadele ederken, bütün büyük emperyalist güçler savaşa hazırlanıyor. Aynı zamanda, ulusalcılığa başvurmak, her bir ülkedeki sınıf çatışmalarının şiddet yoluyla bastırılmasının çerçevesini oluşturmayı amaçlıyor.

  1. Emperyalist savaşı üreten kapitalist kriz, aynı zamanda, işçi sınıfının siyasi radikalleşmesine ve sosyalist devrimin gelişmesine de neden oluyor. Trump, derin ve zorlu sınıf çatışmasıyla yarılmış bir ülkeye başkanlık edecek. Benzeri koşullar tüm dünyada hüküm sürmektedir. Kısa süre önce yapılan bir araştırma, Avrupa’daki insanların dörtte birinin ya da 118 milyon insanın yoksulluk ya da toplumsal dışlanma koşullarında yaşadığını ortaya koydu. Yoksulluk oranı, İspanya’da yüzde 28,6, Yunanistan’da ise yüzde 35,7’dir. Bunlar, Avrupa Birliği ve bankalar tarafından dayatılmış sert kemer sıkma önlemlerinin hedefi olmuş ülkelerdir. Dünya çapındaki işsiz gençlerin sayısı, 2013’ten bu yana ilk kez artarak, 71 milyona çıktı. Venezuela’da, kitlesel yoksulluk ve aşırı enflasyon yiyecek isyanlarına yol açtı. Çin’de, işçi sınıfının artan militanlığı, grevlerdeki ve diğer protesto biçimlerindeki keskin artışta ifadesini buluyor. Rusya’da, kapitalist restorasyon şokunun ve işçi sınıfının bunun ardından gelen moral bozukluğunun yerini yenilenmiş toplumsal militanlık alıyor. Aşırı toplumsal eşitsizlik ve Putin yönetimindeki kapitalist rejimin kleptokrat [siyasi olarak yozlaşmış hırsızlar yönetimi] karakteri, giderek büyüyen muhalefetle karşı karşıya.
  2. Şovenizmin demagojik sloganlarını kullanan siyasi sağ, şimdiye kadar, işçi sınıfı ve orta sınıfın geniş kesimleri içindeki toplumsal hoşnutsuzluğu kendi yararına kullanmıştır. Ama gerici şovenist sağ partilerin başlangıçtaki başarıları, “sol” gözüyle bakılan örgütlerin (Sosyal Demokratlar, Stalinistler, sendika bürokratları ve Almanya’daki Yeşiller ile Sol Parti, Yunanistan’daki Syriza ve İspanya’daki Podemos gibi Marksizm karşıtı küçük-burjuva partiler yelpazesi) sinikliğine, sahtekarlığına ve iflasına bağlıydı. Bunlara, ABD’deki Uluslararası Sosyalist Örgüt (ISO) ve Fransa’daki Yeni Anti-Kapitalist Parti (NPA) gibi, SSCB’de devlet kapitalizmi olduğunu savunan çok sayıda örgütü ve Pablocuları da eklemek gerek. Bu gerici orta sınıf örgütler, tüm siyasi enerjilerini işçi sınıfının kafasını karıştırmak ve onun kapitalizme karşı mücadelesinin gelişmesini engellemek için Marksizmi çarpıtmaya harcıyorlar.
  3. Ancak olayların basıncı, işçi sınıfını sola yönlendirmektedir. Dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca işçi ve genç arasında artan bir öfke ve militanlık söz konusu. Hem sınıf mücadelesinin yeniden canlandığının hem de sosyalizme ve Marksizme ilginin arttığının işaretleri var. ABD’de, Demokratik Parti’nin başkan adayı seçimlerinde, 13 milyon insan, oportünist politikalarından dolayı değil ama “milyonerler sınıfı”na yönelik suçlamalarından ve “siyasi devrim” çağrısı yaptığı için, sosyalist olduğu varsayılan Bernie Sanders’a oy verdi. Bu, bizzat küresel kapitalizmin doğası eliyle dayatılmış uluslararası bir süreçtir. Sınıf mücadelesi, güçlendikçe ve siyasi özfarkındalık edindikçe, giderek daha fazla ulus devlet sınırlarını ezip geçme eğilimi sergileyecektir. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) önceli olan İşçiler Birliği’nin daha 1988’de belirtmiş olduğu gibi, “Sınıf mücadelesinin yalnızca biçimsel olarak ulusal ama özünde uluslararası bir mücadele olduğu, uzun süredir Marksizmin temel savı olmuştur. Bununla birlikte, kapitalist gelişmenin yeni özellikleri göz önünde bulundurulduğunda, sınıf mücadelesinin biçimi bile uluslararası bir karakter edinmek zorundadır.”
  4. Yine de, işçi sınıfının devrimci potansiyeline duyulan inanç, siyasi kayıtsızlığın bir gerekçesi değildir. Kapitalizmin uluslararası krizinin ileri aşaması ile işçi sınıfının siyasi bilinci arasında büyük bir uyumsuzluk olduğu gerçeğini görmezden gelmek sorumsuzluk olur. Burada büyük bir tehlikenin yattığını kabul etmek gerekiyor. Sosyalist devrimin olmaması durumunda, insan uygarlığının varlığını sürdürmesi kuşkuludur. Çağımızın temel siyasi görevi, nesnel sosyo-ekonomik gerçeklik ile öznel siyasi bilinç arasındaki uçurumun üstesinden gelmektir. Bu, başarılabilir mi?
  5. Bu soru, yalnızca tarihsel deneyimden hareketle yanıtlanabilir. 20. yüzyılın büyük altüst oluşlarının ortasında, işçi sınıfının tarih eliyle konmuş görevlerin düzeyine ulaştığı bir örnek var: Ekim Devrimi. Bu çağın büyük sorunlarıyla yüzleşirken, o tarihsel deneyimi incelemek ve onun derslerini özümsemek gerekiyor.

Rus Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünde, çağdaş politika ile tarihsel deneyim arasında önemli bir kesişme ve etkileşim söz konusudur. 1917 Devrimi, I. Dünya Savaşı emperyalist felaketinden çıkmıştı. Çarlık rejiminin devrilmesinin ardından gelen siyasi kargaşa içinde, Bolşevik Parti işçi sınıfı içinde baskın güç olarak ortaya çıktı. Ama Bolşeviklerin 1917’de oynamış oldukları rol, işçi sınıfı içinde sosyalist bilincin geliştirilmesi ve doğru bir devrimci perspektifin oluşturulması uğruna verilmiş uzun ve zorlu bir mücadelenin ürünüydü.

  1. Bu mücadelenin en önemli unsurları şunlardı: 1) işçi sınıfının eğitiminin ve devrimci pratiğinin teorik temeli olarak, felsefi idealizme ve Marksizm karşıtı revizyonizme karşı diyalektik ve tarihsel maddeciliğin savunusu ve olgunlaştırılması; 2) işçi sınıfının siyasi bağımsızlığını sağlama mücadelesini engelleyen ya da ona zarar veren oportünizmin ve merkezciliğin çeşitli biçimlerine karşı amansız mücadele; 3) Bolşevik Parti’yi 1917’de iktidarı almaya yönlendiren stratejik perspektifin yıllar boyunca geliştirilmesi. Lenin’in bu son süreçte Troçki tarafından önceki on yıl içinde geliştirilmiş olan sürekli devrim teorisini benimsemesi, Bolşeviklerin geçici hükümetin devrilmesine giden aylardaki stratejisine yol gösteren en önemli ilerlemeydi.
  2. Sosyalist devrimin Ekim 1917’deki zaferi, siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinin, son tahlilde, işçi sınıfı içinde Marksist bir partinin inşasına bağlı olduğunu kanıtladı. Kitlesel işçi sınıfı hareketinin büyüklüğü ve gücü ne olursa olsun, onun kapitalizm üzerindeki zaferi, Marksist-Troçkist bir partinin bilinçli siyasi önderliğini gerektirir. Sosyalist devrimin başarıya ulaşmasının başka bir yolu yoktur.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Rus Devrimi’nin yüzüncü yıldönümündeki faaliyetine, bu siyasi zorunluluğun kabulü yol gösterecektir. Uluslararası sınıf mücadelesinin gelişmesi Marksist teoriye ve politikaya geniş bir izleyici kitlesi yaratırken, Uluslararası Komite, Rus Devrimi’nin bilgi dağarcığını yaymak ve işçi sınıfı ile gençliğin kriz eliyle siyasi olarak uyandırılmış ve radikalleştirilmiş yeni tabakalarını “Ekim Dersleri” ile eğitmek için elinden geleni yapacaktır.

2017 yılı başlarken, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin binlerce okurunu, devrimci mücadelede aktif yer almaya; Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak Dördüncü Enternasyonal’e katılmaya ve onu inşa etmeye çağırıyoruz. Rus Devrimi’nin ve Ekim 1917 zaferinin 100. yıldönümünü kutlamanın en uygun ve etkili yolu budur.

DEUK ile bağlantıya geçmek için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir