Devletin aylardır hazırlıklarını yoğunlaştırdığı ve eli kulağında olan kara harekatı, PKK’nin 19 Ekim’de Çukurca’da gerçekleştirdiği saldırılar sonrasında 24 askerin ölmesinin ardından başlatıldı. Bugün, neredeyse tüm basın yayın organlarında 25. kara harekatı sırasında izlediğimiz filmin tekrarını görüyoruz. Sanki daha önce hiçbir şey yaşanmamış ve 25 defa kara harekatı yapılmamış gibi hem hükümet sözcüleri, hem burjuva medya kanalları hem de yazılı basın aylardır yükseltmekte oldukları miltarist ortamı ve şovenizmi “270 terörist öldürüldü” haberiyle besliyorlar.
Sorunun, burjuva devlet katında hiç de ölen askerler olmadığı gerçeğini görmek için balık hafızalı olmamak yeterli. Öyle ki, süreci çözümsüzlüğe hapseden devlet ve bugünkü AKP hükümetiyle beraber tüm burjuva düzeni sürdürülen kirli savaşın başlıca sorumlusu konumundadır. Onlar, yalnızca çatışmaya gönderilen askerler için değil, ordu içinde işkence görerek öldürüldüğü açığa çıkan askerler için de yeri geldiğinde timsah gözyaşları dökmekten geri durmuyorlar.
Daha önceki yazımızda da vurguladığımız gibi, Türkiye’nin egemenlerini bu süreçte tamamen masum olarak gösteren başta burjuva medya olmak üzere tüm araç ve aracılar gerçekte şoven milliyetçiliğin, militarizmin ve Kürt düşmanlığının yaygınlaşmasında aynı derecede pay sahibi konumundalar. Bugün, Konya, Gaziantep, Ankara, İzmir, İstanbul, Adapazarı, Bursa ve Adana başta olmak üzere birçok ilde BDP binalarına polis gözetiminde saldırıların yaşanıyor olması, Elazığ’da Kürtlerin yaşadığı mahallelere polis destekli faşist saldırıların gerçekleşiyor olması ya da üniversitelerde Kürt ve devrimci öğrencilerin hedef tahtasına oturtulması hiç şüphesiz tesadüf değildir. Artık her gün liseli gençler ellerinde Türk bayraklarıyla okuldan çıkıyorlar, devlet ve medyanın onlardan istediği gibi milliyetçi sloganlar eşliğinde yürüyüş düzenliyor ve “çözüm” adına savaş istiyorlar.
Bugün yine her yerde Kürtlerin tehdit altında olduğu ve saldırıya uğramalarının sistem katında meşru görüldüğü bir süreçten geçiyoruz. Hükümet sözcüleri ve sözde uzmanlar bu sonucun tek sebebinin PKK olduğunu dillendirseler de, gerçekte savaştan yana ağırlığını daha seçim öncesi süreçte koyan taraf Türkiye Cumhuriyeti devletiydi. Deniz Feneri davasından yargılananlar serbest bırakılırlarken, Kürtlerin kendi temsilcileri olarak gördükleri binlerce BDP’li cezaevlerinde bulunuyor. Öcalan’ın avukat görüşmeleri Temmuz ayının sonundan beri kesilmiş durumda ve son olarak aylardır bölgede geniş kapsamlı operasyonlar yürütülüyor. Ve yine burjuva medyanın militarist histeriyi yayma amacı dışında fazla yer vermediği gibi onlarca PKK’li öldürülüyor.
Son Çukurca saldırısı da, önceki haftalarda gerçekleştirilen geniş kapsamlı Botan operasyonlarının ve PKK’nin büyük kayıplar verdiği iddialarının basında “psikolojik savaş” adına sıkça kullanılmasının ardından geldi. BDP’nin PKK’ye ve hükümete savaşı durdurma çağrısı yapması hiç şüphesiz başbakan Erdoğan’ın BDP’yi hedef tahtasına koymaması adına yeterli olmamıştır. Elbette burada, BDP’nin barış talebinin burjuva anayasası ve parlamentarizmine sıkışmış olması ile sorunun nedenini ortadan kaldırmak yerine onu yaratan burjuva düzeni “iyileştirme” çabası da gözardı edilmemelidir, çünkü sermaye sınıfının “barış”ının bugüne kadar hiçbir sorunu kalıcı olarak çözmediği gerçeği atlanmaktadır. Öyle ki, sermaye sınıfının hangi kanadının olursa olsun, burjuva çözümde ısrar etmek, kapitalizmin doğası gereği, varolan sorunların “çözüm” adına üzerlerinin örtülmesi ve yeni çatışma tohumlarının ekilmesi anlamına gelmektedir.
Egemenlerin savaş isteği, ABD’nin tam desteği alındıktan, Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi Türkiye’nin politikasına yedeklendikten sonra daha da yükselmiş, İran’ın PJAK’la ateşkes ilan etmesi ise PKK tarafından “çemberin yarılması” ve gerçekleşecek olan saldırının gücünün kırılması olarak değerlendirilmişti. Bunda, küresel sermayenin Türkiye üzerinden (ve onunla birlikte) bölgede hayata geçirmeye çalıştığı projelerin İran ve Suriye rejimleriyle özellikle son dönemde daha artarak çelişki yaratmasının payı da atlanmamalı. Bu yüzden, PKK yöneticilerinin açıklamalarına ve çeşitli yayın organlarındaki makalelere de yansıyan bu durumun (Türkiye ile İran-Suriye çelişkisi) yarattığı ortamda, Türkiye ordusunun operasyonlara hız vermesini, PKK’nin bu çelişkilerden yararlanarak kendisine bir manevra alanı yaratması izliyor. Bu sonucun bir kez daha gösterdiği şey ise, hem sorunun uluslararası karakteri hem de Türkiyeli egemenlerin bekledikleri kadar kolay bir şekilde PKK’yi tasfiye edemeyeceklerinin açığa çıkması oldu.
Bunun yanında “üçlü koordinasyon” olarak ifade edilen ABD-Türkiye-Irak (ve Kürt Yönetimi) üçgeninde önümüzdeki dönem yaşanacak bir gelişmenin de Türkiye’nin Irak politikasında belirleyici önem taşıdığını atlamamak gerekiyor. Öyle ki, ABD başkanı Barack Obama Irak’taki ABD işgal gücünün bu yılın sonunda tamamen ülkeyi terk edeceğini açıklamış bulunuyor. Irak’ın başta ABD olmak üzere emperyalistler tarafından paylaşım süreci onlar açısından başarıyla sürdürülmüş, buna ek olarak da yalnızca Irak devleti değil, Kürdistan Bölgesel Yönetimi adlı bir hükümet de oluşturularak ABD’nin uzun erimli çıkarları güvence altına alınmaya çalışılmıştı. Her ne kadar başta Kürt yönetimi olmak üzere Irak devleti ABD’ye elinden gelen her yardımı ve işbirliğini yapmışsa da, bu süreçten sonra ülkedeki güvenliğin nasıl sağlanacağı (bu yardım ve işbirliğinin sonucu olarak oluşan düşmanlığın nasıl sindirileceği) sorusu başlıca gündem maddesi olabilir. Bu durumda, Türkiye’nin Irak’ın hamiliğine soyunmasının ve nasıl ki “Suriye iç mesele” yaklaşımı benimsenmişse, Irak’a da -önceki süreçten- daha aktif bir şekilde müdahale etmesinin taşları döşenmektedir. Özetle “PKK’yle savaş” konsepti, uzun zamandır üzerinde durduğumuz gibi, gerçekte, Türkiye’nin ve onun emperyalist müttefiklerinin bölgesel plan ve çıkarlarından bağımsız düşünülemez.
Türkiye devletinin “terörü fiilen bitireceğiz” ve “büyük darbeler vuruyoruz” açıklamalarıyla beraber giden kapsamlı operasyonlarına PKK’nin yanıt vermesiyle birlikte kara harekatının da işareti verilmişti. Bu durumda akla, basına da yansıyan MİT-PKK görüşmelerinde ifşa olan devletin tutumu geliyor. Öyle ki, devlet temsilcileri “çözüm”ün, yani PKK’ye kimi talepleri yaşama geçirerek silah bıraktırmanın önündeki başlıca engelin hükümet olduğunu konuşmalarında açıkça ortaya koymuşlardı, aynı zamanda seçim dönemleri öncesinde yapılan anlaşmalarla PKK’nin ateşkes ilan ettiği ve bunu da hükümetin kullandığı ortaya çıkmıştı. Bu gerçekler bile bugünkü ölümlerin başlıca sorumlusunun, siyasi çıkarları ve sermaye sınıfının uzun erimli planları adına savaş ortamını yükselten hükümet olduğunu, gerçekte toplumu bölenin ve Kürt halkını ötekileştirenin sermaye devleti olduğunu yeterince açıkça ortaya koymuyor mu? Bu gerçeği ifade ederken atlanmaması gereken bir diğer nokta da, yine MİT-PKK görüşmelerinin bize bir kez daha gösterdiği gibi Türk burjuva devleti ile PKK önderliği arasında sorunun burjuva çözümü konusunda keskin ayrımların olmadığıdır.
Medyayı tamamen arkasına alan sermaye devleti, savaşın çözümsüzlük olduğunu ama bugünkü çıkarlarına da hizmet ettiğinin bilinciyle hareket etmekte, Türkiye halklarının yaşadığı acıların sürmesinden yana (ve gerçekte bu acılarla yakından uzaktan alakasının olmadığını da gösterir biçimde) politika üretmektedir. Egemenler, daha önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, içinden geçmekte olduğumuz çatışma sürecini ve militarist ortamı Türkiye devletinin bölgesel çıkarları adına kullanmaktalar. Uzun zamandır ifade edilmekte olan profesyonel sınır birliklerinin eğitimine hız verilmesi, beş bin kişiyle başlayacak olan bu birliğin sayısının 50 bine kadar çıkarılacağının İçişleri Bakanı tarafından vurgulanması tesadüf değildir. Ve bu birlikler asıl olarak PKK’ye karşı olarak değil, bölgedeki diğer devletlere ve içerideki düşmana (işçi sınıfına) karşı oluşturulmaktadır.
Keza üç buçuk yıl önceki sınır ötesi kara operasyonu öncesinde olduğu gibi, işçi sınıfına yönelik saldırı yasalarına bu süreçte hız verilmesi, çalışma saatleri tartışmasının ortaya atılması, zamların gerçekleştirilmesi ve ekonomik krizin gündem dışı bırakılması da hükümetin savaş ve kandan beslenerek sermaye sınıfının temsilciliğini başarıyla sürdürdüğünün göstergeleridir.
Tam da bu ortamda “Birliğe Çağrı Platformu” adıyla başta büyük sermaye örgütleri (TÜSİAD, TOBB, TİSK) ve sendika bürokrasileri (Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen) olmak üzere 24 “sivil toplum kuruluşu” tarafından “tüm Türkiye’yi temsil ettiği” iddiasıyla 30 Ekim’de İstanbul’da “teröre karşı” bir eylem örgütlenmiş bulunuyor. Bugüne kadar süren kirli savaşa sesini çıkarmayan aksine her fırsatta destek olan, Kürt halkının yanı başında ezilmesine ve meşru demokratik taleplerine gözlerini yummuş olan bu örgütlerin “tüm Türkiye’yi temsil etme” iddiası baştan sona bir ikiyüzlülüğün ifadesidir. Aksine onlar, sermaye sınıfını ve savaş cephesini temsilen görevlerini bugüne kadar başarıyla yürütmüş, sermaye örgütleri özellikle medya kanallarıyla şoven milliyetçiliğin yükseltilmesinde ve tek taraflı yayın yapılmasında rol alırken, sendika bürokrasileri işçi ve emekçileri sınıf birliği ve gündeminden uzaklaştırmak ve milliyetçilik zehriyle sermayeye yedeklemek rolünü üstlenmişlerdir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, savaşta ve çözümsüzlükte ciddi payı bulunanların samimiyetine güvenmek işçi ve emekçilere kardeşlik ve barışı değil, yıllardır olduğu gibi yine kan ve gözyaşı vaat etmemektedir.
Ulus ve din ayrımının içinde yaşadığımız kapitalist toplumda egemen sınıfların çıkarları adına kullanılıyor oluşana karşı koymanın tek yolu, bu ayrımları tanımayan işçi sınıfının uluslararası bayrağı altında birleşmektir. Sermaye sınıfının işçi sınıfını ve gençliği millyetçilik zehriyle kendisine yedeklemesinden en büyük zararı yine her ulustan işçiler ve gençler görecektir. Bugün sürdürülen kara operasyonunun çözümsüzlükten başka bir şey getirmeyeceği gerçeği, bu kirli savaşa nasıl son verileceği ve Kürt sorununun devrimci çözümünün ne olduğu sorularından bağımsız düşünülemez. Enternasyonalist ve anti-militarist çözümün anahtarı başta Türk ve Kürt işçileri olmak üzere, halkların kan ve savaştan beslenmeyen gerçek kardeşliğini kurmak için işçi sınıfının devrimci birliğini sağlamaktan geçiyor. Yürütülen kirli savaşa karşı durabilmek ve asıl mücadeleyi; işçi sınıfının ulusal baskı da dahil olmak üzere tüm ezme-ezilme ilişkilerini yeniden üreten kapitalizmi ve onun devletlerini ortadan kaldırma mücadelesini yükseltmek kaçınılmaz bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Bu gerçek, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük özlemine son vermenin, yani Kürt sorunun tek devrimci çözümünün nerede olduğunu göstermektedir.