Hatırlanacağı üzere 2010 yılı sonlarında birçok yasanın bir arada ele alındığı torba yasa uzunca bir süre gündemde kalmıştı. Sonrasında ise söz konusu kanun maddeleri sırası ile yasalaşarak meclisten geçmişti. Özellikle işçi sınıfı açısından kıyım olarak ifade edilebilecek bu düzenlemelerden kıdem tazminatının kaldırılması (bir fon oluşturulması) yönündeki çalışmalar ise bugünlerde gündem de kalacak gibi. Peki, işçi sınıfının haklarının gaspına yönelik bu yasalar birbiri ardına meclisten geçerken acaba işçi sınıfının temsilcileri olduğunu iddia eden sendikaların tabi olduğu Sendikalar Kanunu’nda ve toplu iş sözleşmesini düzenleyen kanunda bir değişiklik olmayacak mı?
Torba Yasa’nın tartışıldığı dönemde sendikalar kanunu ve toplu iş sözleşmeleri kanunlarında da değişiklikler gündeme gelmişti. Fakat bu değişiklikler bir süre ertelenmişti. Buna karşın 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu yasalarında değişikliğe gidilmesi gerektiği üzerine “eleştiriler” gerek yurt içinde gerekse yurtdışından ILO standartlarına uygun olmadıkları gerekçesi ile gelmeye devam ediyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, 2821 ve 2822 sayılı kanunları, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve AB normlarını dikkate alarak, yeniden düzenlemeyi hedeflediklerini belirterek, “Bütün çabamız sendikaların, örgütlenmenin önünü açmak, daha da gelişimini sağlamak üzere kurulu” olduğunu söylüyor. Doğrusu örgütlü bir grup işçiden sermayenin nasıl korktuğunu, bu örgütlenmeyi ezmek için elinden geleni ardına koymayacağını bilmiyor olsak herhalde yine de inanmazdık bakanın sözlerine. Bu yüzden şu soruyu sormak gerekiyor: sermaye hükümeti işçi sınıfının çalışma hayatını -ve tabii ki yaşamının her alanını- “özgürleştirmek” mi istiyor, yoksa gittikçe kontrolü altına aldığı çürümüş sendikacılığı yeniden yapılandırıp işçi sınıfının başına dikerek daha da güçlendirmek mi?
Bu açıklamalardan bir süre sonra, Çelik’in başkanlığında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında Üçlü Danışma Kurulu toplantısı yapıldı. Toplantıya Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu, Hak-İş Başkanı Mahmut Aslan, TİSK Genel Başkanı Tuğrul Kutatgobilik, DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, bakanlık ve sendika bürokratları katıldı. Çelik burada, 2821 ve 2822 nolu yasaların yaklaşık 30 yıldır tartışıldığını kaydederek “Demokrasiyi özümseyen, sendikaların önünü açan, çalışma hayatının tüm dinamiklerini kucaklayan yeni bir sendikal mevzuata ihtiyaç olduğu bütün kesimler tarafından kabul edilmektedir” dedi.
Görüşmelerin sonunda ise taraflar arasında %100 mutabakat beklenmesinin mümkün olmadığını ifade eden Çelik, yine de görüşmelerde büyük oranda uzlaştıklarını dile getirdi (uzlaşmalarının önünde sınıfsal bir engel olmadığı düşünüldüğünde bu açıklama oldukça doğal bir sonuçtur). TİSK Başkanı Tuğrul Kutadgobilig ise Türkiye’nin gelecek 20–30 yılını idare edecek 2821 ve 2822 sayılı kanunları ele aldıklarını belirtiyor; yani işçi sınıfı üstündeki hâkimiyetin devam etmesi için söz konusu yasalardaki değişiklik yirmi-otuz yıl kadar bir süre yetecekmiş. Tabii ki süreç istedikleri gibi giderse…
Otuz yıldır tartışılan yasalarda değişiklik olmaması, asıl olarak ne AKP hükümetinin ne de öncesi iktidarların güçsüzlüğünden değil; bunun sermayenin önüne acil bir ihtiyaç olarak çıkmamasındandı. Özellikle küreselleşmenin hız kazandığı 1970’lerden sonra ulusalcı ekonomiler üzerinde yükselen sendikalar ve sendikacılık da giderek miatlarını doldurmaya başladılar. Yeni sürece ya “yenilenerek” katılmak (geçmişte sürdürebildikleri sendikal mücadeleyi de bir kenara bırakarak tamamıyla işçi sınıfının gardiyanlığı rolünü üstlenmek) ki sermayenin istediği tam da budur, ya da kendi kendilerini tasfiye etmek ikilemiyle karşı karşıya kalmışlardır.
Sendikaların durumu
SGK’nin Nisan 2011 verilerine göre Türkiye’de toplam kayıtlı işçi sayısı 10 milyon 314 bin. Bu işçilerin ise 922 bini sendika üyesi konumunda. Küçük bir hatırlatma yapmak gerekirse; 12 Eylül 1980 öncesinde 42 milyonluk Türkiye’de sendikalı işçi sayısı 2 milyon 500 bin idi. Şu an toplamda Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 8,94 (ki bu oran da kayıt dışı çalışan 10 milyon kişi hesaba katılmadığında ortaya çıkıyor, gerçek oran yüzde 5-6 civarında). En son 2009 yılında yayınlanan bakanlık verilerine göre ise Türk-İş’in 2,24 milyon, Hak-İş’in 431 bin, DİSK’in 426 bin ve herhangi bir konfederasyona bağlı olmayan sendikaların da 135 bin olmak üzere toplam 3,2 milyon civarında üyesi var. Aşağıda da belirteceğimiz üzere SGK’nın açıkladığı sendikalı işçi sayısı ile işçi sendikalarının verileri arasındaki uçurum sendikaların AKP karşısındaki acizliğini gözlerden kaçırmıyor.
2821 Sendikalar Kanunu’nun 12.maddesine göre; sendikanın, kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunun (tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık işkolu hariç- bunlarda zaten TİS söz konusu değil) sendikaya üyesi bulunması gerekiyor. Buna ek olarak toplu iş sözleşmesinin kapsamına girecek işyeri veya işyerlerinin her birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının o sendikaya üye olması şartı var. Türkiye’de bulunan toplam 104 işçi sendikasından bakanlık verilerine göre 51 tanesinin toplu sözleşme yetkisi var. Ancak yetki tespitinin SGK verilerine dayanarak yapılması durumunda bu sendikaların 35’i %10 işkolu barajının altında kalıyor. Geriye kalan sadece 16 sendika. Tarım işkolunda işkolu barajı uygulanmadığı hesaba katılırsa, baraj şartının uygulandığı ve bu şartı karşılayabilen sendika sayısı 10 ile sınırlı. Kısacası bakanlık verileri sendikaların toplu sözleşme yapma yetkisinin düşmemesi için kat be kat şişirilmiş rakamlar olarak karşımıza çıkıyor.
İşkolu barajı konusunda hükümet ‘sendikalar kendi aralarında uzlaşamıyor’ derken, Türk-İş ve DİSK ortak nokta olarak ILO standartlarının getirilmesini istiyor; ancak yüzde 10’luk işkolu barajı konusunda bu iki konfederasyon arasında görüş ayrılığı bulunuyor. Türk-İş yüzde 10 barajının zamanla indirilmesini savunuyor; çünkü diğer konfederasyonlar karşısında ayrıcalıklarını bir anda kaybetmemek/önünü görmek istiyor.
Bununla birlikte, gazetecilerin şu sorusuna bakan Çelik’in verdiği cevap bir kez daha sendikaların içinde bulundukları koşullar nedeniyle sermayenin sözünden bir adım dahi çıkamayacaklarını net bir şekilde gösteriyor. “2821 ve 2822 sayılı mevzuatta sendikaların işkolu istatistiklerinin ertelenmesi noktasında bir çalışma olacak mı? Meclis açılınca bununla ilgili bir şey yapılır mı?” sorusuna cevap olarak Çelik, “Olayın, özünden saptırılmaması son derece önemli. Biz sorulan bir soru çerçevesinde, istatistiklerin yayımlanması halinde Türkiye’de sendikal hareketin ciddi bir darbe alacağı ve bunun kabul edilir olmadığını ifade etmiştik. Hatta 51 sendikadan 35’in üzerinde sendikanın kapanma durumuyla karşı karşıya olduğunu ifade etmiştik. Bu soru çerçevesinde söylediğimizi, hükümetin de geçici bir önlem olarak bu istatistiklerin yayımlanmasını Aralık ayına öteleyerek, öncelikli konuların başına alması sendikal hayata bakışımızı, çalışma hayatına bakışımızı göstermesi açısından son derece önemlidir. Bundan dolayı, cümlenin yarısını alıp yarısını almamak, sendikalar kapanıyormuş gibi bir ifadede bulunmak, sanki hükümetin böyle bir iradesi varmış gibi değerlendirme yapmak son derece yanlıştır” değerlendirmesinde bulundu.
Sendikaların “talepleri” ve uzlaşılan konular
Öncelikle, yapılan görüşmeler neticesinde öne çıkan “taleplerin” büyük ölçüde kabul edildiğini belirtelim. Türk-İş, Hak-İş, Disk genel olarak yasalarda yapılacak düzeltmelerde mutabık görünüyorlar. Bunlar iş kolları sayısının azaltılması, grev yasaklarının “kaldırılması-daraltılması”, herkese sendika kurma hakkı, işyeri barajının düşürülmesi, noter onaylı üyeliğin ve istifanın kaldırılması, işkolu barajının düşürülmesi gibi. Büyük oranda anlaşılmaya varılan konuların başında ise şunlar geliyor. Mevcut durumda, bir sendika toplu iş sözleşmesi yapabilmek için işyerindeki çalışanların yüzde 50+1’ini üye yapmak zorunda. Üçlü Danışma Kurulu’nda yapılan görüşmelerde, bu maddede işyeri ve işletme ayırımına gidilmesi kararlaştırıldı. Buna göre, aynı şahıs ya da tüzel kişiye ait aynı iş kolunda birden fazla işyeri bulunması durumunda bu yerler “işletme” olarak nitelendirilecek ve bu işletmelerde %40+1 olan “işletme barajı” aranacak. Böylece, farklı şehirlerde, birden fazla şubesi bulunan işletmelerde sendikalılaşma kolaylaşacak. Tek bir kişiye ait olan ve başka şubesi bulunmayan işyerlerinde ise % 50+1 barajı korunacak. Sayısı 28 olan resmi işkollarının sayısı 19’a düşürülecek. % 10 olan iş kolu barajının ise binde 5 olarak değiştirilmesi ile mevcut baraj nedeniyle zorda olan sendikaların hayatta kalması sağlanmış olacak.
Bunların yanında dikkat çekici birkaç detay daha var. Tasarıyla halen 16 olan üyelik yaş sınırı 15’e iniyor. Geçici olarak işsiz kalan işçinin sendikaya üyeliği 1 yıl devam edecek. Sendika kurucusu olmak için TC vatandaşı olma koşulu kalkacak. İşyeri sendika temsilcilerine ve tüm yöneticilere, konumu devam ettiği sürece iş güvencesinden yararlanma imkanı gelecek. İşkolunun belirlenmesinde patronun beyanı esas alınacak, işçi sendikası buna itiraz edebilecek. Taraflar, resmi liste dışından da arabulucu belirleyebilecek. Grev gözcüleri için kulübe, çadır, baraka kurma yasağı kaldırılacak. Askeri işletmelerde çalışan askeri personelin ve bankalarda çalışan emekçilerin de grev yasağının kaldırılması gündemde. Sendikalar gelirlerinin yüzde 15’ini “üyelerinin eğitimi”ne harcayacak (bugün bu oran % 10) vb … Sonuç olarak bu güncellemelerle 12 Eylül askeri diktatörlük döneminin ürünleri olan bu iki yasa da sermayenin birçok koldan yürüttüğü yeniden düzenleme sürecinden nasiplerini almış olacaklar.
Bitirirken
Yasaları doğru okuyamayanlar, bu değişikliklerin işçilere ve emekçilere sendikal alanda daha geniş özgürlükler getirdiğini düşünebilirler (Bunu geçtiğimiz yıl yapılan anayasa değişikliğinde de savunan sol gruplar referandumda “evet” çağrısı yapmışlardı). Hatta bu yasaları 1980 öncesi işçi sınıfı hareketinin yükselişte olduğu dönemle bir tutanlar da var. Gerçek şu ki, sadece sendikal alanda değil, hayatın her alanında yapılan her yasa burjuva düzeni korumaya ve sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet etmektedir. Sendikalı olmanın adeta suç olduğu, özetle işten çıkarılma sebebi olduğu bir dönemden, sermeye hükümeti tarafından, sendikalı olmanın ve bu yönde mücadelenin önünün açıldığı bir döneme girildiğine inanmamız bekleniyor.
Yaşanılan küresel ekonomik krizin, ülkelerin bu kapsamda alacakları kemer sıkma politikaları ile işçi sınıfının sırtına bindirecekleri yükün ağırlığını bildikleri için can simitleri olan sendikaları en iyi şekilde sağlamlaştırmaları gerekli ki en ufak bir direnişte sermaye adına işçileri emekçileri susturabilsin, hizaya getirebilsin. Sürekli yinelediğimiz gibi, sermayenin can simidi gözüyle baktığı sendikaların bugünkü konumlarıyla kapitalist sistemin saldırılarına karşı mücadelede işçi sınıfına verebileceği bir şeyi kalmamıştır. Fakat ulusal sınırlar içinde sermayeye karşı görevleri bitmemiştir. Sermaye sınıfının, sendika bürokrasileriyle birlikte sendikalar eliyle işçi sınıfı hareketinin önünü kesmek ve düzen sınırları içerisinde tutmak hedefinin bir ürünü olan bu güncelleme, devrimci işçileri sendikalarda sürdürdükleri mücadeleden koparmamalıdır. Sermaye sınıfı ve sendikal bürokrasiye karşı devrimci mücadeleyi yükseltmenin yolu, işçi sınıfının taban örgütlenmelerini sabır ve kararlılıkla inşa etmekten geçiyor.