29 Mart yerel seçimleri, her zamankinden farklı olmayan sahtekarlıkların her zamankinden fazla ön plana çıkartılmasıyla birlikte sonuçlandı ve AKP 19 milyondan fazla (yüzde 40,12) oy alarak 492 il ve ilçe belediyesini kazandı. AKP’nin en yakın rakibi CHP 13 milyon 470 bin kadar oyla (yüzde 28,1) 183 belediye ile yetinirken, MHP 7 milyonu aşkın oyla toplam 139 belediye başkanlığı kazandı. 15 Anakent belediyesinin partilere dağılımı ise, AKP 9, CHP 3, MHP 1, DSP 1 ve DTP 1 biçiminde oldu.
AKP’nin 2004’teki yerel seçimlere göre yüzde 2, 2007’deki genel seçime göre ise yüzde 7 puan oy kaybettiğini biliyoruz. AKP, daha önce elinde olan illerden Antalya, Adana, Van, Siirt, Balıkesir, Şanlıurfa, Manisa, Aydın ve Zonguldak’ta seçimleri kaybetti; Istanbul ve Ankara’da oy kaybına uğradı; başbakan Erdoğan’ın “istiyorum” dediği İzmir ile Diyarbakır’ı ise alamadı. Şimdi, AKP’nin her renkten burjuva muhalifi, AKP’nin bu seçimlerde halktan büyük bir uyarı aldığını, hatta önemli bir darbe yediğini iddia ediyor.
Ama yukarıda özetlediğimiz rakamlar, seçim sonuçlarının, küresel krizin ortasında ikinci iktidar dönemini yaşayan bir parti için “ciddi bir uyarı” ya da “AKP’ye indirilmiş bir darbe” olmadığını ortaya koyuyor. 29 Mart yerel seçimlerinin ardından basın yayın organlarında yeralan değerlendirmeleri okuyup izledikten sonra, bütün bunları tek bir başlık altında toplamak mümkün: Nalıncı keseri!
Hedefine ulaşamadı, ancak…
29 Mart yerel seçimlerinin açığa çıkardığı ilk gerçek, AKP’nin, önüne koyduğu hedefe ulaşamamış olmasıdır. Kürt illerinde önceki seçimlerde elde ettiği başarıyı pekiştirmek isteyen AKP, TRT Şeş açılımına ve iktidarda olmanın diğer avantajlarına rağmen, Diyarbakır’da belediye başkanlığını kazanamadı; bölgedeki birçok il ve ilçede oy kaybetti. Bunun başlıca nedeni, AKP hükümetinin ve başbakan Erdoğan’ın, son aylarda, devletin Kürtlere ilişkin geleneksel inkarcı politikasına dönüş sinyalleri vermesiydi (Cemil Çiçek’in seçim sonrasında yaptığı ve DTP’nin “Ermenistan sınırına dayandığı”na gönderme yapan ilginç açıklaması, bu eğilimin parti içindeki gücünü ifade ediyordu).
Öte yandan AKP’nin, başta büyük kentler olmak üzere, birçok yerde uğradığı oy kaybının ardında yatan asıl etmen, yoksulluğun ve işsizliğin artması ile burjuva muhalefet partilerinin ortaya attığı –ve bize göre belediyelerin tamamına damgasını vuran- yolsuzluk iddialarıydı. Başbakan Erdoğan’ın bütün bu konularda girdiği polemiklerde kullandığı –malum- dil ve sivri çıkışları, AKP’nin oy kaybında etkili oldu. AKP’nin uğradığı oy kaybının bir diğer nedeninin de Saadet Partisi’nin yeniden toparlanma eğilimi olduğunu belirtmek gerek (bu partinin aldığı 2 milyon (yüzde 5) oy, doğrudan AKP’den eksildi).
AKP’nin, böylesi bir ekonomik kriz ortamında “başarı” bile sayılabilecek düzeyde oy kaybetmesi, burjuva muhalefetin başlıca partileri olan CHP ile MHP’nin koltuklarını kabartmaya yetti. Her iki parti de neredeyse iktidar alternatifi havasına girmeye başladı. Oysa seçim sonuçlarına göre, ana muhalefet partisi olarak CHP’nin oylarında ciddi bir artış söz konusu değil. Burjuva muhalefet partileri arasında seçimlerden kazançlı çıkan, yalnızca MHP’dir.
Seçimlerden çıkan en önemli sonuç ise, AKP’den başka hiçbir burjuva partisinin bir “Türkiye partisi” olmamasıdır. Burjuva muhalefet partileri -Türk partileri kıyı bölgelerindeki 25 kentte, DTP de 8 Kürt ilinde olmak üzere- başarı elde edebilmiştir. AKP ise, her şeye karşın, birkaç Kürt ili hariç, muhalefetin kazandığı kentlerin hepsinde önemli bir tabana sahip olmayı sürdürmektedir. Bütün bu göstergeler, AKP hükümetinin burjuva alternatifinin olmadığının ifadesidir. Yani AKP, ciddi bir muhalefetin yokluğunda oy yitirmiştir.
AKP’nin 29 Mart seçimlerinde ciddi bir darbe yemediği, Batılı devletler tarafından da görülmüştür. Unutmamak gerekir ki, Başbakan Erdoğan’ın Londra’daki G-20 Zirvesi’nde, Cumhurbaşkanı Gül’ün ise Strasbourg’da elini güçlendiren etmenlerden biri buydu.
Ancak tüm bunlar, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte AKP hükümetini oldukça zor günlerin beklediği gerçeğini değiştirmez. Bizzat bu kriz ve onun yaratacağı sonuçlar AKP hükümetini “devirecek” potansiyeli içinde taşımaktadır.
“Emanet oylar”
29 Mart yerel seçimlerinde Kürt illerinde AKP’nin tek rakibi olarak ortaya çıkan ve belediye başkanlığı sayısını 56’dan 90’a çıkartan DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk, seçim sonrasında yaptığı açıklamada, “29 Mart Yerel seçimlerinde halkın iradesi açıkça ortaya çıktı” ve halk “Kürt sorunundaki imha ve inkar politikasını boşa çıkarmıştır” dedikten sonra, “Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için yeni bir fırsatın açığa çıktığını” vurguladı. Kürtlerin AKP’ye “gereken dersi verdiğini” savunan Türk, “Kürt sorununun çözümü konusunda beklentisi olan halkımız bir hayal kırıklığı yaşamış ve emanet oyları geri almıştır” dedi.
Ahmet Türk’ün bu açıklaması, aynı zamanda, DTP’nin Kürt sorununa “barışçıl demokratik bir çözüm” için AKP ile bir kez daha işbirliğine hazır olduğunun itirafı olarak algılanmalı. DTP’nin kazandığı il sayısını artırması ve seçimin ardından oluşan görece “başarı” ortamında, önümüzdeki dönemde AKP’nin DTP’ye ilişkin tavrını değiştirmesi ve bu partiyi, onun da istediği gibi Kürt sorununun küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusundaki “çözüm”üne katması da olası. Ay sonunda yapılması planlanan ‘Kürt Konferansı’ ve konuyla ilgili diğer gelişmeler bu durumu daha da netleştirecek.
Tüm bunlarla birlikte, AKP’nin işçi-emekçi düşmanı yeni liberal politikalarına hiçbir şekilde karşı çıkmamış; tersine, her defasında hükümeti desteklemiş olan DTP’de bilmem kaçıncı kez “ilericilik” ve “solculuk” keşfeden “sosyalist sol”un, bu partinin hükümet ile yeniden açık işbirliğine girmesi durumunda ne yapacağını merak ediyoruz.
“Sosyalist sol”un kepazeliği
29 Mart seçimlerinde, AKP iktidarına ve burjuva partilere muhalif sosyalist bir alternatifin olmadığını biliyoruz. Bu seçimlerde, kendisini bir şekilde “sol” ya da “sosyalist / komünist” olarak tanımlayan parti ve grupların hemen hepsi Türk ya da Kürt milliyetçiliğinin kuyruğuna takılmış; tek başına ya da “platform” halinde, “AKP’ye karşı olma” adına burjuvazinin bir kanadına yedeklenmiştir. Şimdi onlar -TKP’nin durumunda olduğu gibi- Türk ulusalcılığına yaslanarak ya da -ÖDP’nin ve EMEP’in durumunda olduğu gibi- Kürt milliyetçiliğine bel bağlayarak girdikleri seçimlerde uğradıkları hezimeti sindirmeye çalışıyorlar. Ama sindirmek ile ders çıkarmak arasında önemli bir fark var. “Sosyalist sol”, daha çok -herkesi ve kendisini kandırma anlamında- birincisini yapmayı tercih ediyor.
Bakın, ÖDP, “Umudu Büyüteceğiz” başlıklı basın açıklamasında neler diyor: “Bu seçimlerin ortaya çıkardığı en çıplak gerçek AKP’nin seçmen tarafından geriletilmesidir. Yerel seçimi özellikle Kürt sorununda bir referanduma dönüştüren AKP bu referandumu kaybetmiştir. Kürt yurttaşlar AKP’nin ‘Kürt Açılımını’ samimi bulmamış, DTP’yi, Kürt halkının siyasal iradesini dışlayan ve tasfiye etmeyi amaçlayan güçlere Newroz’da fiili olarak verdiği yanıtı seçim sandığında resmileştirmiştir… Halk AKP’ye sarı kart göstermiş, muhalefet partilerinin oylarını yükseltmişse de onlara da yeşil ışık yakmamıştır… Türkiye seçmen profili bakımından, siyasal-sosyal-kültürel özellikler bakımından üç ana parçaya ayrılmıştır…” vb. vb…
ÖDP’nin açklaması, “sosyalist” bir partiden çok liberal demokrat bir akademisyenin seçim değerlendirmesi olmakla kalmıyor. ÖDP, seçimlerin, sosyalistlerin önüne, “eşit, özgür, demokratik bir Türkiye hedefi ile yeniden kuracak olan sol-sosyalist-devrimci hareketi yaratma tartışması” gibi bir gündem koyduğunu ilan ediyor. Sahi, bu “tartışma” ÖDP’nin kurulmasıyla, yıllar önce kapanmamış mıydı?!
“29 Mart yerel seçimlerine yeterli bir hazırlık yapamadığı” ve “parti içi sorunlarla ve gerilimlerle zamanını geçirdiği” özeleştirisini veren ÖDP, ‘Biz Varız’ metni etrafında bir araya gelen sol-devrimci-sosyalist güçlerin … eşitlikçi, özgürlükçü, halktan yana bir seçeneği ortaya çıkarmak görevinde başarılı olamadığını” da itiraf ediyor. Bizim de itiraf etmemiz gerekir ki, açıklamasında, “istisnai bazı yerler dışında birleşik bir güç yaratılamamıştır” diyen ÖDP, DTP’nin “radikal solcu” kuyrukçularından çok daha samimidir. ÖDP, bir “çatı” partisinin gereğini ifade etmektedir.
“Biz de varız” platformunun dişe dokunur bileşenlerinden EMEP’e gelince… Bu partinin, 29 Mart yerel seçimlerinden ciddi hiçbir ders çıkarmadığını söyleyebiliriz (bu, sözkonusu partinin geleneğinde gerçeği görme ve ders çıkarma diye bir şeyin yer almadığını bilenler için hiç de şaşırtıcı değil).
EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, seçimler sonrasında yaptığı basın açıklamasında, AKP’nin “halktan büyük bir tokat yediğini” iddia ediyor; hemen ardından da ekliyor: “Başbakanın kendimizle yarış halindeyiz değerlendirmesi bu açıdan geçerliğini korumuştur. Yıpranan bir iktidar karşısında bu muhalefetin başarısız ve aciz yanları bir kez daha görülmeye muhtaçtır.” Seçim sonuçlarını, platformun diğer bileşenleri gibi, asıl olarak, başlıca burjuva partileri açısından değerlendiren Tüzel, neredeyse, onların başarısızlıklarını ve kuyruğuna takıldığı DTP’nin kısmi başarısını EMEP’in başarı hanesine yazacak! Peki, EMEP’in hiç “başarı”sı yok mu? Olmaz olur mu?
Tüzel bu “başarı”yı, “Hedef alınan ve Kürtlerin tarihinde önemli yer tutan iki il, Diyarbakır ve Tunceli’de halk mevzilerinin korunmuş olması iktidara karşı alınmış bir başarıdır. Özellikle Tunceli’de partimizin aday çıkarmayarak DTP yönetiminin sürmesini sağlaması yönündeki çabası sorumlu ve doğru tutumu göstermiştir… Partimizin bu seçimler için öngörüleri ve buradan yola çıkarak saptadığı görevler ve politikalar doğrulanmıştır.” diyerek ilan ediyor. Bir partinin kuyrukçuluğu ve ilkesizliği bundan daha utanmazca aklamaya -hatta yüceltmeye- çalışması için, kendi programına ve örgütüne zerre kadar güven duymaması gerek! EMEP’e göre, 29 Mart seçimleri, “sömürü düzeninin ve krizin daha da yoksullaştıracağı emekçiler” ile “emperyalist çözümsüz politikalara bağlanmak istenen Kürtlerin … düzen partileri karşısında birleşeceği bir halk hareketi için emek ve demokrasi güçlerini işaret etmektedir. EMEP, utangaç biçimde de olsa, bir “çatı” partisine işaret ediyor.
29 Mart seçimleri sonrasındaki en “samimi itiraf” ÖDP ile EMEP’in toplamından çok daha fazla oy alan TKP’den geldi. TKP Siyasi Büro’su, seçimler sonrasında yaptığı basın açıklamasında, “TKP bu seçimlerde … genel olarak aldığı oylar itibariyle başarısız olmuştur… Türkiye Komünist Partisi, şimdiye dek katıldığı seçimlerde almış olduğu oylarla somutlanan toplumsal ölçek ile bu ülkede sosyalizm mücadelesinin daha ileri mevzilere taşınamayacağını görmektedir. Bu bağlamda yakın dönemde bu ölçekteki marjinal değişimlerin değil emekçi kitleler tarafından ciddiye alınacak çapta bir büyümenin anlamlı olduğu görülmektedir… Türkiye Komünist Partisi bu görevin altından kalkmak için, bizzat kendi bünyesinde ve çalışma tarzında köklü düzeltme ve düzenlemeler yapması gerektiğini görmektedir.” Baştan sona sahte bir emperyalizm karşıtlığı üzerinden ve ulusalcı temelde politika yapan TKP’nin kendi bünyesinde ve çalışma tarzında” ne tür “düzeltme”ler yapacağını göreceğiz. Ama net olan şu ki, TKP, işçi sınıfı ve enternasyonalizm eksenli sosyalist bir çizgiye kaymayacaktır.
Geçerken bir “ayrıntı”ya değinmekte yarar var. Seçimler öncesinde “Birlikte başarabiliriz” diyen “sol” partilerin üye ve taraftarlarının, seçimlere katıldıkları birçok yerde kendi adaylarına dahi oy atmadıklarını bir kez daha gördük. Bu “ayrıntı”, sözkonusu partilerin gerçekte kendi söylediklerine kendilerinin bile inanmadığını; bırakalım sosyalizm mücadelesini, kendilerine bile faydaları olmadığını bir kez daha göstermiştir. Onlar, seçimden seçime bir araya gelip, zaman zaman kendilerinin de inandığı hayaller yaymaya ve seçim günleri burjuva partilerine yedeklenmeye her zaman hazırdırlar. Çünkü reformizm ile Marksizm arasında aşılmaz bir uçurum vardır.
Halk cephesinden halkın “sosyalist” partisine
ÖDP’nin “eşitlikçi, özgürlükçü, halktan yana bir seçeneği”, EMEP’in ise “emek ve demokrasi güçlerinin birliği” dediği şeyin, “radikal sol” içinde, onyıllardır, “emek-özgürlük cephesi”, “Kürt-emekçi ittifakı” vb. adlar altında savunulduğunu biliyoruz. Şimdi sıra, 29 Mart yerel seçimlerinde “biz de varız” platformunda sağlanan bu birliğin bir “çatı partisi” ile taçlandırılmasında. Akıl vermek gibi olmasın ama, “Platform”un bileşenleri, yerel seçim programlarını biraz genişletmeleri durumunda tam da kendilerine göre bir parti programı oluşturabilir, beki de “iktidar alternatifi” olabilirler.
Şaka yapmıyoruz! Seçim platformu, sözkonusu partinin olası bileşenlerini bir araya getirecek “ilkesel” ve programatik temelleri yalın biçimde ifade etmiş; her renkten “radikal” oportünisti Kürt liberal burjuvalarıyla ve Türk ulusalcı reformistleriyle bir araya getirmişti. Farklılıklar, “sosyalist”, “devrimci” hatta “Troçkist” adayların liberal burjuva bir partiden (bağımsız bile değil!) aday olmasını engellemeyecek denli belirsizleştiğine göre, “sosyalist solun birliği”ni gerçekleştirmenin önünde, “koltuk” paylaşımı dışında bir engel kalmamış olmalı (bu sorun, organların genişletilmesi, eş başkanlık vb. yollarla, kolayca çözülebilir). Özetle, 29 Mart yerel seçimleri, “özgürlükçü” ve de “sosyalist” solun, “ülke polikasında ciddi bir aktör olarak ortaya çıkması için” Almanya, Fransa vb. ülkelerdeki yol arkadaşlarının izinden giderek, yeni bir burjuva “sol” parti kurması gerektiğini gösteriyor.
ÖDP’yi, EMEP’i, SDP’yi ve benzerlerini ya da onlardan kopacak olanları bir araya getirecek olan böyle bir parti, seçimlerde “platform”da yer alan ya da onu dışarıdan destekleyen çok sayıda “radikal” grubu da kucaklayarak, “sosyalist sol”daki siyasi tablonun netleşmesine hizmet edecektir. Yıllardır, bir “Türkiye partisi” olmak isteyen DTP’nin böylesi bir oluşumda yer alması -daha doğrusu, onun başını çekmesi- de hiç kimseyi şaşırtmamalı. Burjuva ve küçük burjuva “sol” cenahta sağlanacak böylesi bir birlik, her renkten halkçılık, ulusalcılık ve reformizm ile işçi sınıfı ve enternasyonalizm merkezli sosyalizm mücadelesi arasındaki sınırların netleşmesine hizmet edecektir.