Seçim yanılsamalarına karşı sosyalist bir işçi partisini inşa mücadelesine katılın!

Türkiye, beş ay içinde ikinci kez seçimlere gidiyor. 1 Kasım Pazar günü yapılacak seçimlere katılacak olan partilerin ya da onların yörüngesinde dolaşan küçük burjuva çevrelerin siyasi konumunda dikkate alınacak herhangi bir değişiklik söz konusu değil. Üç burjuva muhalefet partisinin 7 Haziran’daki taleplerle katıldığı seçimlerdeki başlıca “farklılık”, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) asgari ücretten taşeron işçilerinin konumuna kadar birçok alanda, önceden karşı çıktığı iyileştirmeleri seçim programına dahil etmesi; hatta bunlara, “çöpçatanlığı” da eklemesi oldu.

Burjuva politikacıların, günü kurtarmaya yönelik bu tür sahte vaatlerle geniş emekçi kitleleri kendilerine yedeklemeye çalışması, onların gerçek ve yakıcı toplumsal sorunlara verebilecekleri hiçbir yanıtları olmadığının yalın göstergesidir. Onlar, bir yandan çözme kapasitesine sahip olmadıkları yapısal sorunları gözlerden kaçırmaya ve toplumsal öfkeyi yatıştırmaya çalışırken, aynı zamanda, uluslararası pazarlarını yitiren Türkiyeli kapitalistlere iç piyasayı canlandırarak kâr alanı açmayı vaat ediyorlar.

Ama bütün bu çabalar, kapitalizm adlı bu kâr ve özel mülkiyet sisteminin küresel ölçekte alttan alta işleyen maddi dinamiklerini ortadan kaldırmıyor. Türkiye, üretken sermaye yatırımlarından büyük ölçüde kopmuş, servetini spekülasyonlara borçlu bir mali oligarşinin egemen olduğu küresel bir sistemin ayrılmaz parçasıdır. Aynı zamanda, ABD emperyalizmi tarafından kışkırtılmış olan, Türkiye burjuvazisinin aktif biçimde yer aldığı Suriye’deki iç savaşa boğazına kadar batmış durumda.

Uzun süredir alttan alta yaşanmakta olan ekonomik kriz, hızla kırılma noktasına yaklaşıyor. Geniş emekçi kitleler kalıcı bir işsizliğe, yoksulluğa ve toplumsal eşitsizliğe mahkum edilirken, toplumsal servet, son birkaç on yıl içinde iyice palazlanmış küçük bir azınlık yararına yağmalanıyor. Servetin geniş emekçi kitlelerden küçük bir azınlığa aktarılmasına, artık patlama noktasına gelmiş olan toplumsal öfkeyi bastırmaya yönelik polis devleti önlemleri ve savaş yönelimi eşlik ediyor. Büyük sermayenin sözcülerinin ve ana muhalefet partisinin önderi Kemal Kılıçdaroğlu’nun itiraf ettiği gibi, “Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşıyor.”

Bütün bu yapısal sorunlar karşısında çaresizlik içinde olan egemen sınıf, egemenliğini nasıl sürdüreceğine ilişkin taktiksel konularda kendi içinde parçalanmış durumda ve bu parçalanmışlık, onun egemenlik aracı olan devlet kurumlarına da yansımıştır. Erdoğan önderliğindeki AKP ile diğer burjuva partileri arasındaki çatışma, bu parçalanmışlığın ifadesidir. Özetle, Türkiye’deki burjuva egemenlik sistemi, küresel ekonomik krizin ve onun Ortadoğu’da tetiklediği emperyalist müdahalelerin darbeleri altında çatırdıyor!

Anımsanacağı üzere, 7 Haziran Pazar günü yapılan seçimlerde, AKP’nin 13 yıllık tek parti iktidarı son bulmuş; ancak TBMM’ye giren dört burjuva partisi arasında bir koalisyon hükümeti kurulamamıştı. Burjuva muhalefet partilerinin tamamı, yeni bir hükümetin kurulamamasını, basitçe, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “olumsuz” tavrı ile açıklamış; küçük burjuva solu da neredeyse bir bütün olarak bu yaklaşıma katılmıştı. Bu siyasi güçler, bütün felaketlerin kaynağının tek başına Erdoğan ve AKP iktidarı olduğunu iddia ederek, Türkiye’nin, onlardan kurtulduğunda neredeyse bir cennet bahçesine dönüşeceği hayalini yaymaktadırlar.

Oysa burjuva muhalefetin ne kadar demokrat olduğunu görmek için, onların savundukları ve içinde yer aldıkları parlamento karşısındaki tutumlarına bakmak yeter. Türkiye, aylardır, önemli bir kısmı sivil yüzlerce insanın öldürüldüğü bir savaşa ve hükümetin göz yumduğu IŞİD terörüne saplanmış durumda ve buna, Kürtlere yönelik pogrom girişimleri ile medyaya yönelik keyfi saldırılar eşlik ediyor ama TBMM, Nisan ayından bu yana, göstermelik birkaç oturum dışında, fiilen kapalı. Yani, Erdoğan önderliğindeki AKP, her fırsatta demokrasi savunucusu kesilen muhalefet partilerinin göstermelik itirazlar eşliğinde verdikleri onay sayesinde, Türkiye’yi, 7 Haziran seçimleri için tatile girdiği 4 Nisan 2015’ten bu yana, parlamentosuz yönetmektedir.

Burjuva muhalefetin 13 yıllık AKP iktidarları döneminde Erdoğan önderliğinde palazlanıp devleti büyük ölçüde ele geçirmiş olan yeni siyaset seçkinleri karşısındaki pespaye tavrının altında, emperyalist sermayenin ve onların Türkiyeli taşeronlarının kâr ve egemenlik çıkarları yatmaktadır ki sürekli olarak savunduklarını vurguladıkları “siyasi istikrar” bunun üstü kapalı bir ifadesidir. Bu çıkarlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında toplanmış olan iktidar seçkinlerinin, kaçınılmaz biçimde düzen dışı kanallara akma potansiyeli taşıyan bir kitlesel muhalefet eliyle değil ama mümkünse uzlaşma yoluyla, zaman içinde “tasfiyesini” gerektirmektedir. Yani mevcut yönetici klik, egemen sınıf açısından “ne pahasına olursa olsun” kurtulunması gereken bir güç değildir. Tersine, o, savaş ve diktatörlük karşıtı kitlesel bir işçi-emekçi hareketini engellediği sürece, müttefik olarak kabul edilmektedir. Başını CHP ile HDP’nin çektiği burjuva muhalefetin bu politikalara ilkeli ve tutarlı bir şekilde karşı çıkmamasının nedeni budur.

7 Haziran seçimlerinin ardından yaptığımız bir değerlendirmede, emperyalist merkezlerin ve Türkiyeli kapitalistlerin TÜSİAD’da temsil edilen ana gövdesinin bir AKP-CHP koalisyonunun kurulmasını istediğini belirtmiştik:

Emperyalist merkezler ve tekelci sermaye, önemli bir seçmen desteğine sahip böylesi bir koalisyonun, Ankara’yı bir süredir uzaklaşmış olduğu “Batı ittifakı” eksenine yeniden oturtabileceğini; kimi ekonomik ve yasal reformlar yoluyla, hem sermayenin ihtiyaç duyduğu anayasal ve yasal güvencelerin yeniden sağlanabileceğini hem de son yıllarda birikmiş olan toplumsal öfkenin azaltılabileceğini hesaplıyorlar. Bununla birlikte, bir AKP-CHP koalisyonunun oluşması, cumhurbaşkanının anayasal sınırlar içine çekilmesini, yolsuzluk soruşturmalarının yeniden ele alınmasını, yargı üzerindeki iktidar denetiminin ortadan kaldırılmasını; özetle, devlet içindeki AKP egemenliğinin kırılmasını gerektiriyor. Başında Erdoğan’ın olduğu hizbin ciddi ölçüde geriletilmesi anlamına gelen bu senaryonun gerçekleşmesi yönünde yoğun bir çaba harcanacağını öngörebiliriz.1

7 Haziran seçimlerinden bu yana yaşananlar, egemen sınıfın asıl olarak 13 yıllık AKP iktidarları altında palazlanmış kesiminin bu çabalara karşı, terör dahil her türlü yöntemi kullanarak, kararlı bir direniş sergilediğini göstermiştir. Buna karşılık, Türkiye tekelci burjuvazisi, Erdoğan’a ve AKP’ye yönelik eleştirilerini sızlanma düzeyinde tutmaya ve “istikrar” ve “uzlaşma” çağrısı yapmaya devam ediyor. Burjuva muhalefet partilerinin de “çözüm parlamentoda” yalanıyla sarıldığı bu söylem, bir bütün olarak egemen sınıfın asıl korkusunun kitlesel bir işçi-emekçi hareketi olduğunun göstergesidir.

Başta meclistekiler olmak üzere burjuva siyaset kurumunun bu korkusu öylesine güçlü ki, örneğin, HDP, AKP iktidarının doğrudan sorumlu olduğu Suruç katliamına, Kürt illerinde estirilen devlet terörüne ve Kürtlere yönelik pogrom girişimlerine rağmen “geçici seçim hükümeti”ne katılabilmiş; Ankara’daki katliamın ardından kitleleri harekete geçirmek yerine yatıştırmayı tercih etmiştir. “Sosyal demokrat” CHP ile HDP, şimdi, 1 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile koalisyon kurabileceklerini söylüyorlar. Emekçilere ve gençliğe, katliamların sorumlularıyla, “barış ve demokrasi”nin can düşmanlarıyla birlikte “güzel günler” vaat ediliyor!

Yukarıda alıntı yaptığımız 7 Haziran seçimleri değerlendirmesinde, kurulması olası koalisyon hükümetinin görevinin, “Ankara’yı, yeniden Batılı emperyalist müttefiklerinin hizasına sokmak ve küresel sermaye yatırımları için gerekli hukuksal çerçeveyi sağlamak” olacağını belirtmiştik. O yazıda, buna, “AKP iktidarının devlet aygıtı içinde yol açtığı ve sermayeyi rahatsız eden tahribatın giderilmesine, patlama noktasına gelmiş toplumsal gerilimleri ve işçi sınıfı öfkesini azaltmaya yönelik kimi kalıcı olmayan ekonomik ve sosyal reformlar eşlik edebilir,” diyor ve ekliyorduk:

Ancak olası iyileştirmeler, onları gerçekleştirecek olan hükümetin işçi sınıfını ve gençliği düşündüğünün ifadesi olmayacak; devam edecek toplumsal saldırılar öncesi onları dizginleme amacıyla bütünüyle sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yaşanacak ve kitleleri Ortadoğu’daki ABD-NATO eksenli savaş yönelimine yedeklemenin aracı olarak kullanılacaktır.

Cizre’de yaşananların ardından yaptığımız bir başka değerlendirmede de, “Egemen sınıfın, Kürtlerin yaşadığı illerde iki haftadır estirilen devlet terörü karşısındaki ‘sessizliği’”nin, basitçe, “AKP iktidarının ‘ağır baskısı’ ile” açıklanamayacağını vurgulamış ve şunları yazmıştık:

Tersine, iktidarın savaş ve diktatörlük yöneliminin bu denli pervasızlaşmasının altında, bizzat büyük sermayenin kâr ve bölgesel egemenlik çıkarları uğruna sergilediği ikiyüzlü “sessizlik” yatmaktadır. Banka ve holding patronları, kârlarını arttırmaya devam ettikleri ve sistem tehlikeye düşmediği sürece, iktidarı karşısına almayacaktır. Bu yüzden, başta Türkiye kapitalizminin “ağır topu” TÜSİAD olmak üzere sermaye örgütleri, bir zamanlar övünerek pazarladıkları “çözüm” raporlarını ve planlarını rafa kaldırmış; “barış ve demokrasi” sloganlarını unutmuş durumdalar.

Onların karşı çıktıkları şey, savaş ve diktatörlük yönelimi değil; Erdoğan önderliğindeki iktidarın, uluslararası sermayenin bu programını, zaman zaman ABD ve AB emperyalistlerinin çıkarlarıyla çelişecek şekilde ve onlara rağmen uygulamasıdır. Bu durumda, 13 yıllık AKP iktidarının, yaratmış olduğu yeni ekonomik ve siyasi seçkinler tabakasının çıkarlarını koruma uğruna bir devlet partisi haline gelme yönündeki çabaları, kuşkusuz, önemli bir rol oynamaktadır. Ama büyük burjuvazinin, gırtlağına kadar rüşvete ve yolsuzluğa batmış olan AKP’li yeni seçkinlerin sergilediği pervasızlık karşısındaki hoşnutsuzluğu, hiçbir ilkesel “demokratik” ya da “barışçıl” kaygıya dayanmamaktadır.2

7 Haziran’dan bu yana yaşananlar, bütün bu tespitleri doğrulamıştır.

Küresel ekonomik krizin iyileşmesi yönündeki beklentilerin yerini derin bir karamsarlık alır ve Rusya’nın müdahalesiyle Suriye’deki dengeler hızla değişirken, içerideki toplumsal çözülme, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesinin eşlik ettiği sınıfsal çelişkilerle birlikte tırmanıyor. Bu, Türkiyeli egemen sınıfın manevra alanını büyük ölçüde daraltmıştır. Bu koşullar altında, mülk sahibi sınıfın egemenliğini sürdürebilmesinin yolu, barışı ve demokrasiyi egemen kılmaktan değil; son dönemde giderek artan ölçüde yapıldığı gibi, savaş ve diktatörlük yönelimini güçlendirmekten geçmektedir.

Egemen sınıf, Erdoğan önderliğindeki AKP’nin politikalarına, tam da bu gereklilik nedeniyle karşı çıkıyor. Zira AKP, iktidarının son yıllarında, kitleleri savaş-diktatörlük yönelimine bir şekilde yedekleme becerisini büyük ölçüde yitirmiştir. Dolayısıyla, onun yerini, aynı stratejik yönelimi kitlesel destekle güçlendirecek bir başka iktidarın alması gerekiyor. Bu, tam da, CHP’nin yıllardır hazırlandığı görevdir. O, bu görevde, muhtemelen AKP içindeki bir hizip tarafından ve kendisiyle koalisyon kurma isteğini ilan etmiş olan HDP tarafından desteklenebilir.

Ancak seçimler öncesinde “barış”, “demokrasi”, “kardeşlik” vb. üzerine söylenen bütün sözler ve yapılan vaatler, derinleşen ekonomik krizin ve Suriye’deki iç savaşın darbeleri altında unutulacak; kaçınılmaz olarak derinleşecek olan toplumsal sınıfsal çelişkiler, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimini hızlandıracaktır.

7 Haziran seçimleri öncesindeki değerlendirmemizde de vurguladığımız gibi:

7 Haziran seçimlerinden hangi parti zaferle çıkarsa çıksın, egemen sınıfın toplumsal karşıdevrim ve savaş yönelimi değişmeyecek; tersine, hız kazanacaktır. İşçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinden umudunu keserek reformizmin ve parlamentarizmin batağına saplanan, başta sahte Troçkistler olmak üzere, bu “sol”un muhalif burjuva partilere verdiği destek, işçi sınıfını toplumsal karşıdevrim ve savaş tehlikesi karşısında silahsızlandırmaktan, onu burjuvaziye yedeklemekten başka bir şeye hizmet etmemektedir.3

Yıllardır etnik ve mezhepsel kimlik politikaları ekseninde bölünmüş ve anayasası bizzat yönetici seçkinler tarafından “rafa kaldırılmış”; hem ekonomisi hem de siyaset kurumu çökmekte olan Türkiye’nin, kendilerini iktidara getirecek bir seçimin ardından düzlüğe çıkacağını iddia edenler, emekçi kitlelere ve gençlere yalan söylemektedir. Başta önceki dönemde TBMM’de yer alan dört burjuva partisi olmak üzere, burjuva siyaset kurumunda yer alan bütün partiler, kapitalist sistemi yaşatmaya adanmış durumdalar. Onlar, kapitalist sistemin uluslararası maddi dinamiklerinin dayattığı savaş ve diktatörlük yönelimine, isteseler bile karşı duramazlar. Onların, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ABD önderliğindeki emperyalist müdahalelere yönelik tavırları, bunun en açık ifadesini sunmaktadır.

Türkiye’nin hammadde, enerji kaynakları ve pazar alanları uğruna Ortadoğu’da yaşanan emperyalist müdahaleye dahil olmasını ya da kanlı bir etnik-mezhepsel boğazlaşma biçimini alacak çatışmalara ve diktatörlüğe sürüklenmesini önleyebilecek, tüm kimliklerden ezilenlerin gerçek birliğini sağlayabilecek tek toplumsal güç işçi sınıfıdır. Ancak işçi sınıfının bunu başarabilmesi için, mülk sahibi sınıflardan ve devletten bağımsız siyasi bir güç olarak ortaya çıkması gerekiyor.

Bu, acil ve can alıcı görevin, uluslararası tarihsel deneyimleri ve insanlığın devasa teorik ve kültürel birikimini güncel gelişmelerin bilimsel çözümlemesi ile bütünleştirmiş bir siyasi program etrafında oluşmuş, enternasyonalist-sosyalist devrimci bir işçi partisinin inşası olduğu anlamına gelmektedir.

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır,” şiarını benimseyen bu partinin hedefi, bütün ülkelerdeki işçilerin ortak düşmana, insanlığı yüz yıl içinde üçüncü kez bir dünya savaşına sürükleyen kapitalist sisteme karşı ortak siyasi eylemini örgütlemek; üretimin yalnızca insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere küresel ölçekte demokratik planlama temelinde yapılacağı, gerçek eşitliğin ve barışın hayat bulacağı bir dünya toplumu olarak sosyalizmi kurmaktır.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubeleri olan Sosyalist Eşitlik Partilerinde temsil edilen ve Toplumsal Eşitlik’in uğruna mücadele ettiği bu hedefe ulaşmaya çalışan böyle bir işçi sınıfı partisi Türkiye’de bulunmamaktadır.

Böylesi bir partinin inşası, bu devasa gericilik koşullarında, burjuva kimlik politikaları eşliğinde sürdürülen toplumsal karşıdevrim, militarizm ve şoven milliyetçilik dalgasına kararlılıkla karşı durmayı ve her koşulda işçi sınıfının uluslararası birliğini ve sosyalizm mücadelesinin çıkarlarını merkeze koyan Marksistlerin lekesiz mirasını ileriye taşımayı gerektirmektedir. Bununla birlikte, bu “zorlu görev”, işçi sınıfının enternasyonalist sosyalist bir perspektifle donanıp harekete geçmemesi durumunda karşılaşılacak olan felaketlerin yanında bir hiçtir.

Bütün bu nedenlerle, Marksistlerin, 1 Kasım seçimlerinde verecek herhangi bir oyu; oy verilmesi çağrısı yapacağı herhangi bir parti bulunmamaktadır.

Bütün işçileri ve kendisini işçi sınıfı sosyalisti olarak tanımlayan gençleri ve aydınları, sermayenin emrindeki burjuva partilerden ve onlar hakkında “ilerici” hayaller yayan sahte sol çevrelerden kopmaya; Lenin’in ve Bolşeviklerin uzlaşmazlığı ve hedefe kilitlenmişliğiyle, işçi sınıfının devrimci partisinin inşasına katılmaya çağırıyoruz.

 

Dipnotlar:

1 Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu, “7 Haziran Seçimlerinin Ardından”, 9 Haziran 2015. Erişim: https://www.sosyalistesitlik.org/7-haziran-secimlerinin-ardindan/

2 Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu, “Cizre’deki Katliam, Tırmanan Şovenizm ve Çıkarılması Gereken Dersler”, 15 Eylül 2015. Erişim: https://www.sosyalistesitlik.org/cizredeki-katliam-tirmanan-sovenizm-ve-cikarilmasi-gereken-dersler/

3 Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu, “7 Haziran Seçimleri ve Sahte Sol”, 23 Nisan 2015. Erişim: https://www.sosyalistesitlik.org/7-haziran-secimleri-ve-sahte-sol/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir