Stalinist diktatörlüklerin çökmesinin ardından başlatılan yoğun ideolojik saldırıda, burjuvazinin temel argümanları; tarihin sonunun geldiği, sosyalizmin (stalinizmin!) geri dönüşsüz yıkıldığı, sınıf mücadelelerinin sona erdiği, savaşların ve yoksulluğun biteceği vb. idi. Bunların birer safsata olduğunu görmek için fazla beklemeye gerek kalmadı. 90’lı yıllardaki savaşlar, sınıf mücadeleleri, kitlelerin artan yoksulluğu, burjuvazinin ideolojik saldırısının temellerini birer birer yıktı ve şunu bir kez daha ilan etti: sınıflı toplumlar varolduğu sürece, tarih sınıf mücadeleleri tarihidir, ve kapitalizm varolduğu sürece kapitalistler arası rekabet/mücadele açık çatışmalara; savaşlara yol açmak zorundadır. 21. yüzyıl bu gerçekler ışığında başlamıştı.
11 Eylül ile başlayan sürecin ardından Afganistan’ın ve Irak’ın ABD emperyalizmi tarafından işgali, on yıllardır süregelen Filistin’de İsrail işgali ve devamlı çatışma hali, İran ve Suriye’nin İsraille olan gerginliği ile Ortadoğu’da; Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından, önce Karadağ’ın, geçtiğimiz Şubat ayında da Kosova’nın Sırbistan’dan “ayrılması” ile Balkanlar’da; ve en sonu, uzun zamandır bölgede süren gerginliğin ABD adına hareket eden Gürcistan tarafından savaş ilan edilmesiyle başlayan/sona eren Rus-Gürcü çatışması ile Kafkaslar’da… Emperyalistler arası paylaşım mücadelesi, geçtiğimiz yüzyıldaki iki büyük dünya savaşında olduğu gibi topyekün savaş hali biçiminde sürmese de (ki bu hala ve oldukça mümkün) çelişkilerin yoğunlaştığı bölgelerde işgal ve çatışma şeklinde devam ediyor.
ABD ve onunla birlikte AB emperyalizmini savaşlara iten şey, sermayenin uzun bir süredir içinde bulunduğu krizden başka bir şey değil. Görülmesi gereken önemli bir şey daha var. Artık ABD ve AB yalnız değiller. Enerji fiyatlarının devasa artışıyla birlikte birkaç yıldır yeniden ayakları üzerinde dikilmeye başlayan ve geçtiğimiz günlerde Gürcistan’a “haddini bildirerek“ rüştünü ispatlayan Rus emperyalizmi; Asya’da hızla yükselen ve dünya imalat sektöründe ABD’yi geçmeye hazırlanan Çin; aynı şekilde eski sömürge/ yeni emperyalist güç Hindistan ve en sonu, ABD’nin baş düşmanı İran.
İçinden geçtiğimiz dönem, son Rus-Gürcü savaşının da gösterdiği gibi, her an patlamaya hazır bir kazanı andırıyor. Bugün, hiç beklenmedik bir anda çakılacak bir kıvılcım ile emperyalistler arası büyük bir savaşın, belki de bir üçüncü dünya savaşının başlaması için koşullar mevcut. Böylesi koşulların varolduğu dönemlerde burjuvazinin askeri yatırımları arttırmaması düşünülemez. Ve baktığımızda da böyle olduğunu görüyoruz, son yıllarda devletlerin askeri harcamalarının bir kaç arttığı, orduların ve silah teknolojilerinin geliştirildiği görülüyor. Dünyadaki askeri harcamaların, son 10 yıl içinde yüzde 45 arttığı belirtiliyor. Stockholm’de yayımlanan Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SİPRİ) yıllık raporuna göre, 2007 yılında askeri harcamalar bir önceki yıla göre yüzde 6 artarak 1,339 trilyon dolara (851 milyar avro) yükseldi. Dünyadaki askeri harcamaların yüzde 45’ini gerçekleştiren ABD’nin 547 milyar dolarla birinci sırada olduğu listede, geçen seneki silah harcamalarında, İngiltere 59,7 milyar dolarla ikinci, Çin 58,3 milyar dolarla üçüncü, Fransa 53,6 milyarla dördüncü, Japonya 43,6 milyar dolarla beşinci sırada geldi. Bu ülkeleri Almanya 36,9, Rusya 35,4, Suudi Arabistan 33,8, İtalya 33,1, Hindistan 24,2 milyar dolarla izliyor. Çin’in bir önceki yıla göre harcamasını yüzde 17,8, Rusya’nın ise yüzde 13 arttırtığını belirtelim.
TSK’nın yatırımları da artıyor
Yukarıda adı geçen rapora göre, Türkiye bu listede 14. sırada yer alıyor. Türkiye’nin “ulusal“ silah sanayii, küçük burjuva milliyetçisi solun hayallerini gerçekleştirircesine geliştiriliyor. Bundan beş yıl önce kendi burjuva devleti ve militarizminin yanında yer alacağını açıkça belirten Stalinist TKP şöyle diyordu: “Sosyalist Türkiye’nin daha ilk günden uçabilen savaş uçaklarına, elektronik şifreleri Pentagon’daki bilgisayarlara kayıtlı olmayan hava savunma sistemlerine, güvenle yüzebilen gemilere, ateşleme sistemleri Almanya’dan gelmeyen zırhlı araçlara gereksinimi olacaktır. Bu nedenle şimdiden “yerli silah sanayi”!“[1]
Bu “yerli silah sanayi“ tanımının tam anlamıyla gerçekleşemeyeceğini Türkiye burjuvazisi üzülerek bildiriyor milliyetçi sola. Ama yine de oldukça yol katedildiği söylenebilir. Haziran ayında basına yansıyan haberlerde, Türkiye’nin “kendi“ helikopterlerini üreteceği ilan edilmişti. TSK için 91 helikopterin üretileceği duyurulmuş, projenin 3 milyar dolar tutarında olduğu belirtilmişti. Başbakan Erdoğan orada, küçük burjuva milliyetçilerine atıf yaparcasına, Türk Silahlı Kuvvetleri ihtiyaçlarının yurt içinde karşılanma oranının 2003 yılında yüzde 25 seviyelerindeyken 2007 yılı itibariyle bu oranın yüzde 42’ye ulaştığını ve 2011 yılı için hedefin yüzde 50 olduğunu söylemişti. Törende hazır bulunanlar arasında İtalya dışişleri bakanının da olması “anti-emperyalist“ solu kızdırmak için yeterli miydi bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz bu “ulusal“ projenin içinde “İtalyan“ helikopter üreticisi AgustaWestland şirketinin de olduğu. Projede “ana yüklenici“ diye ifade edilen TUSAŞ, TSK’ya bağlı şirketlerden birisi. Alt yüklenicilerden diğeri (biri AgustaWestland idi) ise yine TSK’nın şirketlerinden Aselsan. (TSK’nın bu konumu hakkında ayrıntılı bilgi için: “Yardımlaşma Kurumundan Holdinge: OYAK“ Sosyalizm, sayı 8 )
Helikopter üretiminin yanında, bir diğer “ulusal“ sanayi yatırımı da milli tank projesiyle atıldı. Bu yönde açılan ihaleyi kazanan Koç Grubu, minibüs, kamyon ve hafif ticari araç üreten Otoyol’u yine kendi şirketlerinden Otokar’a sattı. Adapazarı’nda bulunan fabrikada bundan sonra TSK için tank üretileceği açıklandı. Bu projede, Koç Grubu’na bağlı Otokar, tankın mekanik sistemini, Aselsan elektronik donanımını, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) ise top ve atış düzeneklerini geliştirecek.
Savaşlar ve İşçi Sınıfı
Küresel sermayenin askeri yatırımlarının hızla arttığı günümüzde, çelişkilerin yoğunlaştığı bölgelerin ortasında yeralan ve artık bölgesel bir güç olarak hareket etmeye çalışan TC devletinin de ordusunu bu savaş hazırlıklarına katmaması elbette düşünülemezdi. Bu durumda, küçük burjuva milliyetçilerinin anlamadıkları ya da daha doğru ifadeyle anlamak istemedikleri tek şey, “ulusal“ sanayi diye bir şeyin olmadığı, yani sermayenin vatanının olmadığıdır. II. Dünya savaşı öncesi Naziler için Almanya’da, fabrikalarını savaş sanayisine çeviren Ford ve General Motors vd. “yabancı“ şirketler Almanlar’a ne kadar “yabancı“ ise bugün Türk ordusunu donatan şirketler de o kadar yabancıdır.
Sermayenin, doğuşundan itibaren vatanının olmadığını, yalnızca kar güdüsüyle hareket ettiğini ve diğer yasalarını, Marx dünya işçi sınıfı için daha 19. yüzyılda bilimsel olarak göstermişti. Ancak bunun açıkça görülmesi için 20. yüzyılda iki dünya savaşı geçirildi. Bu savaşların ilkinde sosyal demokrasi, ikincisinde ise Stalinizm sosyal yurtsever bir tutumla kendi burjuva ulus devletlerini destekleyerek emperyalist savaşa ortak olmuşlardı.
I.Dünya savaşında sosyal demokrasiye karşı Bolşeviklerin önderliğindeki enternasyonalist komünistlerin, II. Dünya savaşında ise Stalinizme karşı IV. Enternasyonal önderliğindeki Bolşevik/Leninistlerin tutumu bugün bizler için birer ilke konumunu sürdürmeye devam ediyor. Bu, emperyalistler arası savaşın, uluslararası işçi sınıfı ve geniş halk kitlelerinin ve aynı zamanda üretici güçlerin yıkımına yol açacağı; kapitalizm varolduğu sürece savaşların kaçınılmazlığı ve bu savaşları durdurabilecek tek sınıfın işçi sınıfı olduğu gerçeği; savaşların çıkması engellenemediğinde, dünya işçi sınıfı ve Marksist devrimcilerin bu savaşları sosyalist dünya devrimine taşımak için seferber olmaları şeklinde özetlenebilir. Elbette bu seferberlik, emperyalist savaşta kendi “ulusal“ sanayini destekleyerek ya da kendi burjuva devletini ve onun ordusunu destekleyerek değil, ilk önce kendi burjuva devletine karşı çıkarak gerçekleştirilebilir. Bu, “emperyalist savaşa karşı iç savaş“ şiarıyla Lenin ve Bolşevikler tarafından yalın bir şekilde ifade edilmiş olan tutumdan başka bir şey olamaz.
Sonuç olarak, kapitalizme karşı çıkmadan emperyalizme karşı çıkılamayacağı gibi, militarizme de karşı çıkılamayacağı açık olmalı. Bugün gelinen noktada, dünya işçi sınıfı ve Marksist devrimciler, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’ni örgütleme sorunuyla hiç olmadığı kadar yakıcı bir şekilde karşı karşıyalar. Bu sorun çözüme kavuşturulamadığı takdirde, savaşların çıkması engellenemeyeceği gibi, bu savaşlar sosyalist devrimlere değil, dünyanın yok oluşuna yol açabilirler.