Bursa’da binlerce metal işçisinin ücretlerin iyileştirilmesi, Türk Metal Sendikası’nın fabrikalardan gitmesi ve seçilmiş işyeri temsilcilerinin işçileri temsil etmesi talepleriyle başlayan grev ve eylemler, Renault ve Tofaş gibi önemli fabrikalarda sona ermesine rağmen, yayılarak devam ediyor. Metal işçisi bu süreçte sadece patronlar, MESS, Türk Metal ve hükümetten gelen baskı ve yıldırmalarla karşı karşıya değil; işçiler başarıya ulaşabilmek için aynı zamanda sahte solun sendikalist perspektifine karşı da uyanık olmak zorundalar.
“Sol”un neredeyse tamamı metal işçisinin mücadelesini Türk Metal veya sendika bürokratları ile sınırlamakta ve alternatif olarak da DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’i adres göstermekte ısrar ediyor. Birleşik Metal-İş’in yıllardır işçi sınıfı mücadeleleri içinde oynadığı gerici rolü [1] görmezden gelemeyen bazı örgütler ise yeni bir sendika veya “sınıf sendikacılığı” çağrısı yapıyor. Bir bütün olarak solun, işçi sınıfının örgütlenmesinin tek biçimi olarak sendikaları görmesi, onların sendikalar üzerine yüz yılı aşkın süre içinde oluşturulmuş Marksist perspektife yabancılığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Marksistlerin sendikalara yaklaşımı ve üretimin küreselleşmesi
Doğadaki ve toplumdaki her olguyu maddi koşulları çerçevesinde ve tarihsel evrimi içinde ele alan Marksistler, sendikal örgütlenmelere ve sendikacılığa hiç bir zaman genel geçer ilerici ya da devrimci bir rol biçmemiştir. Marx ve Engels bu örgütlerin kapitalist emek-gücü piyasasında oynadıkları artı-değer sömürüsünü düzenleme ve ulusal gelirin paylaşımında rol alma işlevini (yani, kapitalist sömürünün devamından yana konumlarını) bilimsel olarak çözümlemişlerdi.
Marksistlerin sendikalara ilişkin tavrı, bu örgütlerin kapitalist sistem içinde belirlenmiş olan asli işlevini yok saymak ya da gizlemek değil; bu işlevi her zaman ön plana çıkartmak ve bu örgütlerdeki işçileri sosyalist devrim programına kazanmak olmuştur. Bolşevik Parti’nin, Lenin ile Troçki önderliğindeki Komintern’in ve IV. Enternasyonal’in sendikalara yönelik bütün taktikleri bu ilkesel zemin üzerinde oluşmuştu.
Sendikaların sınıf uzlaşmacı ve “toplumsal barış” yanlısı reformist ulusalcı örgütler olmasının maddi temelleri, onların ulusal kapitalist piyasalar üzerine kurulu olmalarında yatar.
İşlevleri, ulus-devletin koruması altındaki emek piyasasında işgücünün fiyatının belirlenmesinde rol oynamak olan sendikalar, en parlak dönemlerini ulusal-korumacı kapitalist büyüme süreçlerinde yaşamışlardı. Onlar, o dönemlerde de her zaman işçi sınıfının küçük bir azınlığını temsil etmekle birlikte, yasal kitlesel örgütlülükleri sayesinde patronlar ve siyasi iktidarlar üzerinde bir baskı oluşturabiliyor; bu yolla işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarında kimi iyileşmelere aracılık yapabiliyorlardı.
Üretken sermayenin ulusal sınırlar içinde faaliyet sürdürdüğü, Keynesçi politikalar üzerine kurulu “ulusal kalkınma” dönemin sona ermesiyle birlikte, sendikaların üzerinde yükseldiği reformizm dönemi de kapanmıştır.
Ulusal ekonomi üzerine kurulu ulus-devletin maddi ekonomik temellerinin bizzat kapitalizmin işleyişi eliyle ortadan kaldırılması, küçük-burjuva solunun gerici karakterini bütün çıplaklığıyla açığa çıkardı. Bu “sol”, şimdi, II. Dünya Savaşı sonrası 30 yıllık kapitalist büyüme döneminin, ifadesini ulus-devlette bulan eski güzel günlerine dönme özlemiyle tutuşuyor. Küçük-burjuva solunun sözkonusu reformizm dönemine duyduğu gerici özlem, en yalın siyasi ifadesini sendikalar karşısındaki tavrında bulmaktadır.
Sendikalar, kabaca 1970’lerin sonlarından bu yana, sermayenin ve devletin işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırısı karşısında tek bir başarılı direniş bile örgütleyememiştir. Birbirlerinden çok farklı toplumlarda faaliyet gösteren ve farklı siyasi tercihleri olan sendikal önderliklerin tamamının, sosyal-reformist kimliklerinden sıyrılıp sermayenin ve burjuva hükümetlerin emrine girme çizgisinde buluşması bir rastlantı değildir.
Sendikaların son tahlilde küresel bankaların ve şirketlerin hizmetine girmesinin ardında, onların tepesine çöreklenmiş olan bürokratların “yanlış” tercihleri ya da “kötü niyetleri” değil; dünya kapitalizminde otuz küsur yıldır yaşanmakta olan dönüşüm ve üretken sermayenin uluslararasılaşması yatmaktadır. Artık tek bir metanın üretimi ülkeler hatta kıtalar arası gerçekleşmekte, mal ve hizmetlerin değerleri dünya piyasasında belirlenmektedir. Bu, ulusal piyasalardaki artı-değer sömürüsü üzerine kurulu sendikaların iflasının ve onların kapitalizmle açıkça bütünleşmelerinin maddi temelidir. Ulus-ötesi bir şirket olan Renault’daki grevin şirketin diğer ülkelerdeki fabrikalarına da darbe vurması bu olgunun en son örneklerinden biriydi.
- Dünya Savaşı sonrası dönemde, yurttaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı görev edinen ve burjuva demokrasisinin işçi sınıfı içindeki ayağını oluşturan sendikalar, burjuva devletin ulusal niteliğini yitirdiği küreselleşme sürecinde, bütün bu “ilke”lerinden bir çırpıda vazgeçmiş; küresel sermayenin, emekçilerin yaşam koşullarına yönelik saldırılarının doğrudan araçları haline gelmiştir:
“İşçi bürokrasilerinin sınıf mücadelesine ‘aracılık yaptığı’ ve sınıflar arasında tampon rolü oynadığı günler geride kaldı. Bürokrasiler, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına genel olarak ihanet etmiş olmalarına karşın, hala, onun günlük pratik gereksinimlerine sınırlı anlamda hizmet ediyor ve o ölçüde varlıklarını işçi sınıfı örgütleri olarak ‘haklı gösteriyorlardı’. O dönem geçti. Bürokrasi, şimdiki dönemde, bu tür bağımsız bir rol oynayamaz.” [2]
Türkiye’de sendikacılık
Dünya kapitalizminin işleyişine ve uluslararası sınıf mücadelesine paralel olarak, Türkiye’de de sendikalar altın çağlarını küreselleşme öncesi dönemde yaşadılar. 1960’ların başlarından başlayarak, 1970’lerin sonuna kadar, tüm dünyada olduğu gibi yükselen işçi hareketi DİSK’in doğmasına yol açmış, DİSK ise, sendikalara içkin olan artı-değer sömürüsünü ve kapitalizmi savunma gerçeğini en açık bir şekilde 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişini yenilgiye uğratarak gözler önüne sermişti.
Bu yıllar boyunca tabandan gelen militan sınıf hareketinin sonucunda sendikal sınırlar içerisinde kazanımlar elde edebilen işçi sınıfı, bu sınırları aşmayı her denediğinde karşısında sendikaları bulacaktı.
Küreselleşme dönemiyle birlikte, sendikalar, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırılarına karşı, göstermelik ve her defasında işçilerin moralini bozan yalıtılmış grevler dışında hiçbir direniş sergilemediler. İleri kapitalist ülkelerdeki her kitlesel işçi eylemini ve genel grevi kıran sendika bürokrasileri, aynı işlevi Türkiye’de de yerine getirmiş ve 12 Eylül askeri diktatörlüğünün yardımına koşmuşlardı. Bütün işçi direnişleri bastırılır, sosyalist işçiler kitleler halinde işten atılıp cezaevlerine doldurulur, ücretler dondurulur ve önceki dönemde toplu sözleşmelerle elde edilmiş olan bütün kazanımlar geri alınırken, sendikalar her durumda burjuvaziyle işbirliği yaptılar.
Adında yanlış bir şekilde “devrimci” sıfatı taşıyan DİSK, işçi sınıfının direniş gücünü kırar ve darbe karşısında tam bir teslimiyet sergilerken, dönemin en büyük sendikal örgütlenmesi olan Türk-İş, genel sekreterini askeri diktatörlüğe çalışma ve sosyal güvenlik bakanı olarak vermişti (aslında, sendika önderlerinin çoğunun, mesleki kariyerlerini bir burjuva partisinden milletvekili olarak ya da bir şirketin yönetim kurulunda sürdürmesi uluslararası bir olgudur).
Sendikaların sermayeye ve burjuva hükümetlere olan hizmeti, askeri diktatörlük sonrasında ortaya çıkan bütün işçi eylemlerinde devam etti. İşçi sınıfı, 1988 yılında özelleştirmelere karşı harekete geçtiğinde, bu örgütler, engelleyemedikleri noktada onların “başına geçtikleri” kitlesel eylemleri, oturma, saç kazıma, sakal bırakma ya da açlık grevi gibi bireysel “medyatik“ gösterilere dönüştürerek yolundan saptırdılar ve açıkça sattılar.
Sendikaların işçi sınıfına ihaneti, Zonguldak madencilerinin 4-8 Ocak 1991’deki Ankara Yürüyüşü’nde en açık biçimde sergilendi. On binlerce madencinin aileleriyle birlikte gerçekleştirdiği bu büyük yürüyüşün, işçi sınıfının bütün sektörlere yayılmış olan eylemleriyle bütünleştirilmesi durumunda iktidar devrilebilir ve yepyeni bir dönem açılabilirdi. Bunun bilincinde olan hükümet orduyu da devreye sokup ayaklanma karşıtı önlemler alırken, onun yardımına ilk koşanlar yine sendikalar oldu. (Bu arada, Pablocu revizyonistler, PGBS sayfalarında, sendika bürokrasisi hakkında devrimci hayaller yayıyor ve onun en gerici temsilcisi olan Şemsi Denizer‘den “devrimci bir işçi partisi“ kurmasını talep ediyordu!)
Sendikaların burjuvaziyle ve devletle işbirliği, 1990’lı yıllar boyunca, kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelelerinde ve küresel sermayenin özelleştirmeler, sözleşmeli personel uygulaması, taşeronlaştırma, çalışma sürelerinin uzatılması vb. taleplerine karşı eylemlerinde de sürdü.
90’larda, Emek Platformu adlı sendikal ittifak, patronların ve siyasi iktidarların devasa saldırıları karşısında işçi sınıfının elini kolunu bağlar ve AKP iktidarı döneminde Telekom, Tekel, THY gibi mücadeleler sendikalar eliyle yenilgiye uğratılırken, onların başlıca suç ortağı, sahte soldu.
Bugün aynı sahte sol, metal işçilerinin grevine destek için “yasal” gerekçelerle tek bir uyarı grevi bile yapmayarak aynı işbirlikçi tutumu sergilemeye devam eden Birleşik Metal İş bürokrasisini savunuyor.
Yeni türde kitlesel işçi örgütlenmelerinin gerekliliği
Kapitalizm içi kurumlar olan ve onun yıkılmasını değil ama “iyileştirilmesini” savunan sendikalar, küreselleşme süreci ile birlikte bu reform olanaklarının da ortadan kalkmasının ardından, açıkça şirketlerin ve burjuva iktidarların hizmetine girmişlerdir. Tam da bu yüzden, işçi sınıfının çok küçük bir azınlığını barındıran sendikalar, artık, sosyolojik anlamda bile “işçi sınıfının örgütleri” değildir. Onlar, işçi sınıfına bütünüyle yabancılaşmış ve ona derinden düşmanlık duyan hali vakti yerinde bir burjuva / küçük-burjuva kastın denetimi altındaki birer işçi hapishanesi haline gelmiştir.
Israrla vurgulamak gerekiyor: Sendikaların, şirketlerin ve siyasi iktidarların (ya da burjuva muhalefetin) işçi kolları haline gelmiş olması, onların yöneticilerinin kişiliği (yozlaşmaları, korkaklıkları vb.) ile açıklanamaz. Sendikalar, doğaları gereği kapitalizmi savunmak zorundadırlar. Onların kapitalizm savunusunun eski reformist karakterini yitirmesinin nedeni de, önderliklerinin “yozlaşması” değil ama ulus-devlet eliyle korunan ulusal piyasaların, üretimin küreselleşmesi sonucunda ortadan kalkmasıdır.
İşçi sınıfı hareketi, kapitalizmin her türlü reform olanağını ortadan kaldıran derin küresel krizi koşullarında, ya sosyalist ve devrimci bir yol izleyecek ya da ağır bir yenilgiye uğrayacaktır. Bu koşullar altında, “devrimci” sendikalar kurmaya kalkışmak, devrimci işçi hareketinin 200 yıllık tarihini ve deneyimini yok sayan, tarihin çarkını -yeni ve daha ağır trajedilere yol açacak şekilde- geriye çevirmeye yönelik, çaresiz bir girişim olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.
İşçi hareketinin son 200 yıllık tarihi, Marksistlerin kurdukları da dahil, sendikaların nasıl devrim ve sosyalizm davasının başlıca engeli olduğunun; bir zamanların Marksist sendikacılarının nasıl işçi sınıfının nesnel düşmanları haline geldiğinin yüzlerce örneği ile doludur. Bunların en bilineni, İngiliz sendikacılığını örnek alan Bernsteincı revizyonizmdi. Marksistlerin kurduğu ve dönemin en büyük işçi partisi olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) ve diğer II. Enternasyonal partilerinin I. Dünya Savaşı’nda “kendi” emperyalist devletlerinin yanında yer alması, bizzat Marksistlerin kurmuş olduğu sendikalardan gelen devasa basınç sayesinde gerçekleşmişti. Marksistlerin sendikacılığa ilişkin yaklaşımı, diğerlerinin yanı sıra, Rosa Luxemburg’un Reform mu Devrim mi? ve Lenin’in Ne Yapmalı? adlı eserlerinde yalın bir şekilde özetlenmektedir.
Marksistler, işçilerin sosyal ve ekonomik kazanım mücadelelerini desteklerken, bu mücadelelerin olası kazanımlarının kapitalizm altında kalıcı olamayacağını vurgular ve bu mücadeleleri kapitalizm karşıtı sosyalist bir bilinç ve karakterle donatmaya çalışırlar. Aksi halde sendikalizmin ve burjuva sendikal bilincin batağına saplanmaları kaçınılmazdır. Lenin’in “burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanı” olarak tanımladığı sendikacılık ile işçi sınıfının tarihsel kurtuluşunu, yani artı-değer sömürüsünün azaltılmasını değil ortadan kaldırılmasını savunan Marksizm arasında sınıfsal bir karşıtlık vardır. Özetle, sendikacılık, tarih boyunca, Marksist hareketin işçi sınıfı içindeki başlıca karşıtı olmuştur.
Marksistlere düşen görev, sosyal demokrasinin, Stalinizmin, Pabloculuğun ve diğer küçük-burjuva ulusalcı akımların sendikalara ilişkin zehirli yalanlarını teşhir etmek; işçilere gerçekleri açıkça anlatmak ve onları sosyalizm programına kazanmaktır. Mevcut sendikal örgütlerde sürdürülmesi gereken devrimci faaliyetin ekseni, bu örgütleri “iyileştirmek” ya da “yeni”lerini kurmak değil; işçi sınıfının oralarda örgütlü kesimini bu hapishaneleri yıkmaya ve gerçekten işçilerin egemen olacağı kapitalizm karşıtı yeni taban örgütlenmeleri yaratma mücadelesine çağırmaktır.
Sendikaların, “devrimci işçiler” tarafından ele geçirilerek “devrimci organlara” dönüştürülebileceği yönündeki iddialar, eğer köklü bir cahillik ürünü değilse, küçük-burjuva solcularının kişisel kariyer hesaplarını ifade etmektedir. Devrimci bir işçi hareketinin yaratılması için, uluslararası ve ulusal tarihsel deneyimler eliyle yanlışlanmış olmakla kalmayıp, Marksist teoriye bütünüyle aykırı olan bu tür düşünceler acımasızca teşhir edilmelidir.
İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde yeni kitlesel örgütlenmelerinin yaratılması, sekter dayatmalar içeren sloganlar yoluyla değil ama bu Marksist perspektifi günlük sınıf mücadeleleri içinde işçilere taşımayı amaçlayan sabırlı ve sistemli bir faaliyet içinde gerçekleşebilir. Yeni kitlesel örgütlenmeler hakkında hazır reçeteler sunmak, Marksistlerin işi değildir.
Marksistlerin görevi, tarihsel deneyim içinde edinilmiş olan teorik netlikten ve “işçilere, onların hoşuna gitmeyen gerçekleri anlatmada acımasız dürüstlük”ten asla ödün vermeksizin, geleceğin kitlesel işçi örgütlenmelerinin üzerinde yükselmesi gereken temel ilkeleri anlatmaktır.
İşçi sınıfının sermayeye karşı gerçek birleşik mücadele organları, yalnızca mücadele içinde, bizzat işçiler eliyle yaratılacaktır. Bu mücadele, Stalinistlerin, sosyal demokratların, Pablocuların ve bütün diğer küçük-burjuva solcularının sendikalara ilişkin oportünist yalanlarının acımasızca teşhirini içermek zorundadır.
Sosyalizm mücadelesinde yeni kitlesel taban örgütlenmelerinin inşası ve onların ileriye taşınması ile işçi sınıfının devrimci enternasyonalist partisinin inşası birbirine kopmaz bir şekilde bağlıdır.
İşçi sınıfının önümüzdeki dönemdeki büyük mücadelelerinin yalnızca ön habercisi olan metal grevleri, işçi sınıfının kapitalizme karşı birleşik kitlesel siyasi seferberliğini örgütlemeye aday olan bu tek devrimci perspektifin sosyalist bir partide cisimleşmesinin yakıcılığını gözler önüne sermektedir.