Ordu Sınır Ötesi Operasyon İçin Bekliyor; Sınır İçi Operasyonlar Başladı

Geçtiğimiz haftalarda sürdürdüğü yoğun diplomasi trafiğiyle başta ABD olmak üzere büyük güçlerin ve bölge ülkelerinin desteğini arkasına alan AKP hükümeti „PKK terörüyle mücadele” adı altında Irak’a yönelik kapsamlı bir askeri müdahalenin bütün hazırlıklarını tamamladı. Şimdi, tankıyla, topuyla Irak sınırına yığılmış onbinlerce asker, Irak’a girmek için uygun zamanı bekliyor.

Ancak devlet, „PKK terörizmi”ne karşı sınır içi operasyonu başlatmada hiç zaman kaybetmedi. Burada kastettiğimiz, askeri birliklerin kırsal alanda, polisin ise kentlerde sürdürdüğü operasyonlar değil. Sınır içi operasyonun en kapsamlı ayağı, TBMM’de temsil edilen Demokratik Toplum Partisi’ne (DTP) karşı başlatıldı. Burjuva medyanın başını çektiği DTP karşıtı kampanya, geçtiğimiz aylardaki yürüyüşlerde bu partinin bürolarını basan faşistlerin elinden alındı ve cumhuriyet savcılarına devredildi.

Operasyonun Kürt cephesi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, DTP’nin 8 Kasım günü Ankara’da yapılan 2. Olağanüstü Büyük Kongresi hakkında bir inceleme başlattı. Partinin faaliyetlerini ve partililerin konuşmalarını uzunca süredir yakından izleyen Yargıtay Başsavcılığının elindeki dosyada, bu kongreden başka, DTP’nin Ekim ayı sonunda Diyarbakır’da düzenlediği „Demokratik Toplum Kurultayı” ile PKK’nin 21 Ekim’deki çatışmada kaçırdığı 8 askeri teslim alan heyette DTP’li üç milletvekilinin bulunması ve bu partinin yöneticilerinin daha önce yapmış oldukları konuşmalar da yer alıyor. Aslında, son aylarda Türk basınını izleyen herkes, DTP hakkındaki kararın çoktan verildiğini ve partinin kapatılmasının yalnızca zamanlama sorunu olduğunu görüyordu.

Anımsarsanız, başbakan Erdoğan, 1 Ekim günü, TBMM’nin açılış resepsiyonunda bir gazetecinin kendisine yönelttiği, „DTP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezlekenin önünüze gelmesi durumunda tutumunuz ne olur?” biçimindeki soruya, „Doğmamış çocuğa don biçmenin anlamı yok” yanıtını vermişti. Devlet yetkilileri, DTP‘nin 2. Olağanüstü Büyük Kongresi’nin hemen ardından, bu „doğum” zamanının geldiğine karar verdiler.

DTP’nin resti

Devletin DTP’ye karşı sınır içi operasyonu başlatmak için (belki de „tamamlamak için” demek daha doğru) bu kongreyi beklemesinin başlıca nedeni, onun, bu parti üzerinde aylardır uygulanan yoğun baskıya vereceği tepkiyi görme isteğiydi. Devletin her düzeyde yetkilisi, her fırsatta, DTP’den PKK’yi açıkça „terörist örgüt” ilan etmesini ve onunla olan her türlü bağını kesmesini talep ediyor; DTP ise Leyla Zana, Nurettin Demirtaş, Aysel Tuğluk, Bengi Yıldız , Ayla Akat Ata ve Sebahat Tuncel gibi PKK’ye yakın duran kimi temsilcilerinin ağzından, PKK’ye ve gerillalara sahip çıkan açıklamalar yapıyordu.

DTP bu kongre’de, Türk devletinden gelen tüm taleplere cepheden yanıt verdi. Kongre, partinin “şahin” kanadından sayılan Nurettin Demirtaş’ı Genel Başkan seçti. Demirtaş, üniversite öğrencisiyken, PKK’ye malzeme göndermek, örgüt üyesi olmak, yardım ve yataklık suçlarından 18 yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmış; yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle cezası 12.5 yıla indirildikten sonra cezaevinden tahliye edilmişti. Demirtaş, 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra “Abdullah Öcalan’ın durumunu Meclis gündemine taşıyacakları”nı söylemişti.

Kongre’nin verdiği ikinci yanıt, Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan ile Cumhuriyet tarihinin en büyük Kürt isyanına imzasını atan Şeyh Sait’in torunu Bedri Fırat’ın Parti Meclisi’ne seçilmesiydi.

Öte yandan Kongre, Ekim ayının sonunda Diyarbakır’da topladığı Demokratik Toplum Kongresi’nde kabul edilen “Siyasi Tutum Belgesi”ni oy birliğiyle kabul etti ve parti programı haline getirdi. Türkiye’deki siyasi rejimin “Demokratik Özerklik” çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öngören bu belge, “Atatürk döneminin Yerel Muhtariyet kavramının bugünkü koşullarda hayata geçirilmesi” olarak tanımladığı bir model öneriyor. DTP, kongrede programlaştırdığı bu belgeyle, her ulus için ayrı bir devlet talep etmenin “gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı” olduğunu savunmakta; ayrı bir Kürt devleti kurulmasına karşı çıkmaktadır. DTP’nin 2. Olağanüstü Büyük Kongresi, bunun yerine, bölgesel meclislerin kurulmasını, köy, ilçe ve illerin özerk yönetim birimleri olmasını, dışişleri, maliye, adalet ve savunma dışındaki tüm hizmet ve yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesini önerdi.

Özetle DTP, bu kongrede belirlediği yeni yönetimi ve programatik çizgisiyle, PKK’nin Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanmasından sonra benimsediği “demokratik cumhuriyet” çizgisini savunduğunu resmen ilan etmiş oldu.

Alternatif arayışı

Ancak devletin DTP’ye yönelik sınır içi operasyonu başlatmasında, onun yeni önderliğinde yer alan kişiler ve yeni programatik yöneliş kadar önemli başka etmenler de rol oynadı. Bu etmenlerden ilki, kongreye, DTP’nin 878 delegesinden yalnızca 456’sının katılmış olması; tek aday olan Demirtaş’ın da bunlardan sadece 234’ünün oyunu almış olmasıydı. Bu rakamların ne anlama geldiğini daha net biçimde görmek için, partinin birinci olağan kongresinde yine tek aday olarak seçimlere katılan Ahmet Türk’ün, 701 delegenin 686’sının oyunu alarak genel başkan seçildiğini anımsamakta yarar var. Ahmet Türk delegelerin yüzde 97’sinin oyuyla genel başkan seçilmişken, Demirtaş, toplam delegelerin yüzde 26’sının, kongreye katılanların (ki bunlar toplam delegelerin yüzde 52’siydi) ise yüzde 51’inin desteğiyle ve ancak üçüncü turda seçilebilmiştir.

Bu rakamlar, Diyarbakır Büyükşehir belediye Başkanı Osman Baydemir’in görece “dışarı”da durma tavrı ve Demokratik Toplum Kongresi’nde genel başkanlık için ismi deklare edilen Yenişehir Belediye Başkanı Fırat Anlı’nın “bu süreçte belediye başkanı olarak görevime devam etmek istiyorum” diyerek adaylıktan çekilmesi ile birlikte düşünüldüğünde, DTP içinde, PKK’ye düşmanlık ifade etmese de mesafeli duran ve Kürt sorununa milliyetçilik yerine yeni liberal politikalar ekseninde bir “çözüm” arayan bir kanadın giderek güçlendiğini söylemek mümkün.

DTP’ye yönelik operasyonda hesaba katılan tek etmen, elbette, yalnızca bu partinin iç dinamikleri olmadı. Son genel seçimlerde oldukça ciddi bir oy kaybına uğrayan DTP’ye rakip olarak, bizzat Kürtler içinde başka oluşumlar üzerinde çalışıldığı biliniyor. Bunlardan biri, PKK’ye düşmanlık ölçüsünde uzak olan iki partinin (Katılımcı Demokrasi Partisi -KADEP- ile Hak ve Özgürlükler Partisi –HAKPAR) birleşme çalışmalarını hızlandırmasıdır.

Devlet, bu tablodan şu sonuçları çıkardı: a) Kürtler içinde giderek küçülen bir azınlığın desteğine sahip olan PKK’nin DTP içindeki “sağlam” gücü, partinin en fazla üçte birini oluşturmaktadır; b) Türk aydınları, sendikaları, dernekleri vb. büyük ölçüde Türk milliyetçiliğine yedeklenmiş durumda, böyle olmayanlar ise seslerini çıkartacak durumda değil; c) AB, PKK’ye ve onun DTP içindeki yandaşlarına karşı girişilecek bir operasyonu “demokratik haklara saldırı” olarak algılamayacaktır. Dolayısıyla, DTP’ye yönelik bir saldırının başarı şansı yüksektir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, DTP’nin “PKK’ya yardım ve destek sağlayarak, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiilerin işlendiği bir odak haline geldiği” gerekçesiyle kapatılmasını talep edeceğini zaten çok önceden açıklamıştı. Başsavcılık, şimdi, bu ve önceki kongrede alınan kararları ve yapılan konuşmaları, bir çok DTP milletvekili aleyhinde –milletvekili dokunulmazlığına rağmen- sürmekte olan soruşturmalarla birleştirecek ve partinin kapatılmasını; açıklama ve faaliyetleri ile partinin kapatılmasına neden olan milletvekillerinin ise vekilliklerinin düşmesini isteyecek.

DTP’liler de partinin kapatılacağını çok önceden tahmin etmiş oldukları için, yedek parti olarak Özgür Toplum Partisi’ni (ÖTP) kurmuşlardı. DTP’nin kapatılması süreci başladığında, partililer istifa edecek ve -daha önce HEP, DEP, HADEP ve DEHAP’ta olduğu gibi- bu partiye katılacaklar.

Operasyonun işçi sınıfı cephesi

24 Ekim tarihli, “Türkiye’nin egemenleri savaşa hazırlanıyor” başlıklı yazımızda, “faşist, İslamcı ya da Kemalist burjuva politikacıların kuyruğuna takılmanın; özellikle esnaflar, işsiz emekçiler ve gençlik içinde kabarmakta olan şövenizme karşı durmamanın en ağır bedelini ödeyecek olanlar yine işçilerdir” demiştik. Gelişmeler bu tespitimizi oldukça kısa süre içinde doğruladı.

Ordu, ABD ile sağlanmış uzlaşma çerçevesinde –gerçekte onunla ortak- kapsamlı bir sınır ötesi operasyon için beklerken, AKP hükümeti işçi sınıfına yönelik saldırıda hiç zaman kaybetmedi. Hükümet, kabaran milliyetçi dalgadan ve savaş ortamından yararlanarak, sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlamış olduğu yasa tasarılarını TBMM’den çıkarmak için bütün gücüyle çalışıyor. „Tezkere” tartışmaları ve „PKK terörüyle mücadele”nin tozu dumanı içinde PETKİM’i sermayeye peşkeş çeken AKP, Nükleer santralların kurulmasına ilişkin yasayı, TBMM’yi 7 Kasım Çarşamba gününden 9 Kasım gününün ilk saatlerine (02:00’de) kadar çalıştırarak çıkarttı. Bu yolla AKP, çokuluslu sermayeye yeni bir kazanç kapısı daha açmış oldu.

AKP hükümeti, hem kapıya dayanan dış ve iç borç ödemelerini hem de hazırlıkları tamamlanmış olan askeri operasyonu finanse etmek için, iğneden ipliğe, ulaşımdan ekmeğe kadar her şeye zam yaptı. Akaryakıttan ve tütünden alınan özel tüketim vergileri yüzde 7,1 ile yüzde 17,1 arasında arttırıldı; varolan bütün vergilerin oranlarının, harçların ve para cezalarının 2008 Ocak ayından itibaren yükseltileceği açıklandı.

Ancak AKP’nin işçi sınıfına yönelik saldırısı, yalnızca zamlardan oluşmuyor. Sınır içi operasyonun asıl ayağında, işçilerin grev de dahil bir çok hakkını ortadan kaldırmayı içeren kalıcı önlemler yer alıyor.

AKP Hükümeti, bir yandan uluslararası sermayenin isteği doğrultusunda anayasa değişikliği çalışmalarını sürdürürken, diğer yandan 2921 Sayılı Sendikalar, 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt ve 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri yasalarında yaptığı ve TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edilen birçok değişiklikle çalışma yaşamında birçok kısıtlama yapmaya hazırlanıyor.

Grev istemek bile suç olacak

Çok sayıda yasada değişiklik öngören ve yakında TBMM Genel Kurulu’na gelecek olan tasarıya göre, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’ndaki şartlar gerçekleşmeden grev veya lokavt kararı verenlerle, bunu teşvik edenlere, zorlayanlara veya propagandasını yapanlara 3 aya kadar; yasadışı greve katılanlara 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilecek. Yine bu yasaya göre, grev ve lokavt kararını şart ve usulleri dışında uygulayanlara, teşvik edenlere ve propaganda yapanlara, 3 aya kadar hapis cezası uygulanacak. Yasa, grev veya lokavtın sürekli ya da geçici olarak yasaklandığı işyerlerinde bu kararı verenlere, teşvik edenlere, zorlayanlara veya propagandasını yapanlara da 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası getiriyor.

Yasa, grev uygulanan işyerinde, “Bu işyerinde grev vardır”; lokavt uygulanan işyerinde de “Bu işyerinde lokavt vardır” ibareleri dışında, işyerleri çevresinde afiş, pankart asan veya yazı yazanlarla işyeri ve çevresinde çadır gibi barınma yerleri yapanlar veya yaptıranlar, 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılacak. Türkiye’yi çok uluslu şirketler için köle pazarına çevirmeyi amaçlayan bu yasa değişikliği, AKP hükümetinin işçi düşmanı yüzünü bir kez daha açığa çıkarmaktadır.

Gösteri yapmak suç

AKP, yeni temel ceza mevzuatı tasarısında, “yasaya aykırı” toplantı veya gösteri yürüyüşleri düzenleyen veya yönetenler ile bu etkinliklere katılanlara, eğer eylem „daha ağır bir cezayı gerektiren ayrı bir suç teşkil etmiyorsa”, 1 yıl 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası getirmeyi planlıyor.

Yine bu tasarıya göre, toplantı düzenlerken kanunda belirtilen şartları yerine getirmeyen düzenleme kurulu üyeleri, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacak. „Güvenlik kuvvetlerine, hükümet komiserine veya yardımcılarına, hükümet komiseri tarafından toplantı veya yürüyüş safahatının teknik araç ve gereçlerle tespiti için görevlendirilenlere, bu görevlerini yaptıkları sırada cebir ve şiddet veya tehdit veya nüfuz ve müessir kuvvetle engel olanlar hakkında, fiilleri daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde” 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilecek

Sosyal Sigortalar ve Sağlık Sigortası yasası değişiyor

Hükümetin işçilere yönelik saldırısının bir diğer ayağını ise sosyal güvenlik alanındaki kazanımların gaspı oluşturuyor. AKP‘nin yeni yasa taslağı, ‘yıpranma süresi’ olarak bilinen fiili hizmet süresi zammının pek çok sektörde kaldırılmasını öngörüyor (işçi, memur ve esnaf arasında norm ve standart birliğini sağlamayı amaçlayan 5510 Sayılı Kanun’un memurlarla ilgili maddeleri, daha önce Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmişti). Mevcut mevzuata göre, tehlikeli ve yıpratıcı bazı mesleklerde çalışanların daha kısa sürede emekliliklerine olanak sağlamak amacıyla, çalıştıkları her yıl için prim gün sayılarına 90 gün ile 180 gün arasında değişen sürelerle ilave yapılıyor.

Tedavide “katılım payı”

Yasa taslağı, sigortalılara ayakta tedavide, doktora ya da diş doktoruna her muayenede 2 YTL ödeme zorunluluğu getiriyor; onlardan ortez, protez, iyileştirme gereçleri ile ayakta tedavide kullanılan ilaçlarda yüzde 10 ile 20 arasında değişen oranlarda katılım payı alınmasını öngörüyor.

„Katkı payı” adı altında alınacak olan harçlardan, tedavisi hastenede yatarak gerçekleşen emekçiler de etkilenecek. Bu yasa taslağına göre, sigortalılar yatarak tedavide, tedavi masraflarının yüzde 1’i oranında katılım payı ödeyecekler. Bu miktara, elbette, tedavide kullanılan iyileştirme araç ve gereçleri için ödenmesi gereken yüzde 10 ile 20 arasında değişen oranlardaki katılım payını da eklemek gerekiyor. Böylece, yatarak tedavi gören sigortalı bir işçinin ödemek zorunda kalacağı katılım payı, brüt asgari ücret tutarı olan 585 YTL’ye ulaşacak. Ancak yasa tasarısı, yatarak tedaviler için bir yıl içinde ödenecek katılım payı tutarını brüt asgari ücretin iki katıyla sınırlandırıyor.

Bebekler daha az süt emsin!

Hükümet, işçilerin aşını, sağlığını ve toplumsal kazanımlarını hedeflerken, onların yeni doğmuş çocuklarına da bedel ödetiyor. AKP’nin yasa tasarısı, sigortalıların yeni doğan bebekleri için altı ay boyunca Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan aldığı emzirme ödeneğini de unutmamış. 5510 Sayılı Kanunda brüt asgari ücretin üçte biri; yani aylık 195 YTL olan emzirme ödeneği, 58,5 YTL’ye indirilecek. Yani, işçilerin bebekleri de –aynı anne babaları gibi kemer sıkacak; şu anda içtikleri sütün 1/3’üyle yetinecekler.

Hizmet süresi zammı

AKP’nin yasa tasarısı taslağında, fiili hizmet süresi zammı pek çok sektörde kaldırılıyor. Bu, tehlikeli ve yıpratıcı mesleklerde çalışan emekçilerin daha uzun süre (ölene kadar) çalışması anlamına geliyor. Mevcut mevzuata göre, tehlikeli ve yıpratıcı bazı mesleklerde çalışanların daha kısa sürede emekliliklerine olanak sağlamak amacıyla, çalıştıkları her yıl için prim gün sayılarına 90 ile 180 gün arasında değişen sürelerle ekleme yapılıyor. Taslağa göre, basım ve gazetecilik matbaalarında çalışanlar; gemiciler; havayollarının uçuş personeli, lokomotif makinistleri; basın kartı sahibi gazeteciler; infaz koruma memurları ve diğer personel; PTT dağıtıcıları; TRT’nin haber birimlerinde çalışanlar; zirai mücadele ve zırai karantina teknik ve idari işleri ile salgın, bulaşıcı, paraziter hayvan hastalıkları ile mücadele işlerinde çalışanlar ve Devlet Tiyatroları çalışanları fiili hizmet süresi zammı kapsamından çıkarılacak. Ancak hükümet, petrokimya, çimento, madencilik gibi belirli sanayi kuruluşlarında çalışanlar ile askerlere, polise, MİT çalışanlarına ve itfaiyecilere dokunmuyor.

AKP’nin “dokunmamak” bir yana, “kıyak yaptığı” bir kesim daha var: Milletvekilleri. Yasa taslağı, milletvekilliği sona eren ama yaşı genç olduğu ya da prim gün sayısını dolduramadığı için emekli aylığı alamayan eski vekillere, çalışmıyorlarsa Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan “temsil tazminatı” adı altında aylık ödenmesini öngörüyor. Taslakta, 2008 Ocak ayı için 1.479 YTL olarak belirlenmiş olan bu para, memur maaş katsayısında yapılacak artışa bağlı olarak her yıl yükselecek. Yani, önümüzdeki ilk seçimden itibaren, 25 yaşında milletvekili seçilen biri, 29 yaşında milletvekilliği sona erdiğinde, çalışmadığı sürece ölene kadar „temsil tazminatı” almayı sürdürecek.

Yukarıda özetlediğimiz bütün bu gelişmeler, Marksistlerin “Tezkere asıl olarak Türkiye’deki Kürtleri ve işçi sınıfını vuracak” tezinin boş bir slogandan ibaret olmadığını, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. AKP hükümeti ve sermaye, aylardır estirilen şoven milliyetçi dalgadan ve savaş psikolojisinden yararlanarak, işçi sınıfının bütün kazanımlarına karşı kapsamlı bir saldırıya geçmiştir.

İşçi sınıfının çözümü

Sermayenin bu saldırıdaki başlıca ortaklarının sendika bürokrasileri olduğuna kuşku yok. İşçi sınıfının ve emekçilerin karşı karşıya kaldığı bu azgın saldırıya karşı ciddi bir direniş hattı oluşturmayı akıllarından bile geçirmeyen sendika bürokratları; “ulusal birlik” adına, Genelkurmayın ve sermayenin ardında hizaya geçmiş durumda. Onların bu tavrı, sendikal örgütlenmelerin içinde bulundukları yapısal kokuşmuşluğun ulaştığı düzeyi bir kez daha gözler önüne seriyor; bilinçli işçilerin önüne, sermayeden ve devletten gerçekten bağımsız yeni sınıf mücadeleci örgütlenme biçimlerini yaratma görevini koyuyor.

İşçi sınıfının sermayeye ve onun devletine karşı mücadeleyi başarılı biçimde sürdürebilmesi için, sendika bürokratlarının ve sendikalizmin cenderesinden kurtulması; onlarda cisimleşen her türden milliyetçilikten uzak enternasyonalist bir perspektif kazanması zorunludur. Böyle bir enternasyonalizm, işçi sınıfı eliyle kamusallaştırılmış üretimin yalnızca insan gereksinimlerini karşılamak üzere, dünya çapında demokratik planlama çerçevesinde yapıldığı bir toplum olan sosyalizm için mücadeleden ayrı düşünülemez. Gümrük korumaları ve devlet destekleri üzerine kurulu “ulusal pazar”ın yansıması olan bütün „ulus devlet” projelerinin, üretici güçlerin devasa gelişmesi karşısında iflas ettiği çağımızda, sermayeye karşı mücadelenin ulusal sınırlar içinde hele de ulusalcı yaklaşımlarla verilebileceğini düşünmek, yalnızca boş bir hayal değildir. Bu tür küçük burjuva milliyetçi yaklaşımlar, aynı zamanda, yüzbinlerce, milyonlarca insanın yaşamını alt üst eden felaketlere yol açtıkları ve her defasında, derin krizler içinde can çekişen dünya kapitalizmine hizmet ettikleri için gerici bir rol de oynarlar.

Bu yüzden, bilinçli işçiler ve gençlik, kendilerini sendika bürokrasilerinin ve küçük burjuva ulusalcılığının şu ya da bu fraksiyonuna yedeklemeye çalışan bütün önerileri elinin tersiyle itmeli; kendi enternasyonalist partisinde örgütlenmelidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir