NSA casusluk skandalı ve basın özgürlüğüne yönelik saldırı

Gazeteci Glenn Greenwald’ın Britanyalı eşi David Miranda’nın Londra’nın Heathrow havaalanında gözaltına alınıp sorgulanmasına ilişkin geçenlerde çıkan polis belgeleri, demokrasinin Britanya’da ve uluslararası düzeyde çürümesinin ulaştığı ileri aşama konusunda ciddi bir uyarıdır.

Bu belgeler, Miranda’nın, NSA casusluk skandalına ilişkin haberleri engellemeyi amaçlayan açıkça uyduruk terörizm suçlamalarıyla alıkonulduğunu gösteriyor. Britanya, ABD ve Avrupa istihbarat örgütleri -Greenwald ile muhbiri Edward Snowden’ın açığa çıkartmış olduğu gibi- bir polis devletinin kitlesel elektronik izleme aygıtlarını geliştirirken, iç güvenlik örgütleri otoriter bir rejimin yasal ve polis aygıtlarını genişletiyorlar.

Scotland Yard’daki Büyük Şehir Polis Merkezi tarafından hazırlanmış olan ve Miranda’nın açtığı dava sonucunda açığa çıkan bir belgede şunlar yazılı: “İstihbarat, Miranda’nın, Birleşik Krallık’ın ulusal güvenlik çıkarlarına aykırı olma ihtimali barındıran casusluk faaliyetine katılmış olabileceğini göstermektedir… Ayrıca, ifşaat ya da ifşaat tehdidi, bir hükümeti etkilemek için tasarlanmış ve siyasi ya da ideolojik bir davayı desteklemek amacıyla yapılmıştır. Dolayısıyla, bu, terörizm tanımı kapsamında yer almaktadır.”

Bu tür yorumlar, herhangi bir polis-devleti diktatörlüğünün yetkilileri tarafından kolayca yapılabilir. Böylesi geniş bir tanımlama altında, devlet yönetimine ilişkin, devlet görevlilerinin suç oluşturan tavırlarını engelleyebilecek ya da teşhir edebilecek olan ya da onlara karşı güvensizlik içeren her gerçek habercilik, terörizm olarak izlenebilir.

Parlamento’nun İnsan Hakları Üzerine Ortak Komite’si, (JCHR) 11 Ekim’de, Miranda’nın gözaltına alınmasını şu sözlerle onayladı: “Uluslararası terörizmden kaynaklanan tehditlerin verili karakteri göz önünde bulundurulduğunda… yolcuların kabul edilebilir bir kuşku olmaksızın limanlarda ve havaalanlarında durdurulması, sorgulanması ve aranması, özünde, özgürlük … ya da özel yaşama saygı hakkı ile bağdaşmaz değildir.”

Gerçekte, Miranda davası, makul bir nedeni olmayan yaygın polis aramalarının, nasıl basın özgürlüğü dahil demokratik haklara yönelik saldırıları ve terörizm ile hiçbir bağlantısı olmayan insanların kapsamlı izlenmesini kolaylaştırmakta kullanıldığını göstermektedir. Yalnızca geçtiğimiz yıl içinde, 2000 yılındaki Terörizm Yasası kapsamındaki yetkilerle, Birleşik Krallık havaalanlarında 60 bin kişi “durdurulup incelendi”.

Gazetecilerin hedef alınmasına, Snowden’ın ifşaatlarını yayımladığı için Guardian gazetesine karşı dava açılması ve gazetenin ulusal güvenliği tehlikeye atmakla ve haince davranmakla suçlanma tehditleri eşlik etti.

Miranda’nın gözaltına alınmasının ardından Guardian’ın büroları basıldı. Gazetenin genel yayın müdürü Alan Rusbridger, gazeteciler şifreli dosyalar içeren bellek yongalarına el konulmasını engellemek için onları matkap uçlarıyla ve azı dişleriyle parçalamaya çalışırken, “iki GCHQ [Hükümet İletişim Merkezi] güvenlik uzmanı”nın sabit sürücülerin imhasına nasıl nezaret ettiğini anlattı.

Cameron, Liberal Demokrat Başbakan Yardımcısı Nick Clegg’in desteğiyle, Guardian gazetesi için meclis araştırması talep etti. Bu talep, önerilen cadı avı için İçişleri Komitesi’ne üye olan muhalefetteki İşçi Partisi’nden Keith Vaz tarafından hemen desteklendi. Onu, İşçi Partisi’nin İstihbarat ve Güvenlik Komitesi’ndeki (ISC) temsilcisi Hazel Blears izledi. Blears, ISC’nin Guardian’ın “ulusal güvenliği tehlikeye” sokup sokmadığını araştıracağını söyledi.

MI5’in yeni başkanı, Snowden’ın sızdırmalarının teröristlere verilmiş bir “armağan” olduğunu söyleyen çok sayıda üst düzey istihbarat yetkilisinden biri.

Muhafazar Partili parlamento üyesi Julian Smith’e, Guardian’ın terörizme yardımcı olmaktan ve ulusal güvenliği tehlikeye sokmaktan yargılanması gerektiği iddiasını ortaya atması için, bir Westminster Hall tartışması yapma izni verildi. Smith, ISC’nin üyelerinden Julian Lewis’in ve İçişleri Bakanlığı’ndaki Güvenlik Bakanı James Brokenshire’ın desteğiyle, Guardian’ın yargılanabileceği Terörizm Yasası’ndan ve Devlet Sırları Yasası’ndan söz etti.

Cameron, geçen hafta, gazetecilerin NSA’dan ve GCHQ’dan yapılmış sızıntılar ile ilgili haber yaparken “toplumsal sorumluluk” göstermesi gerektiğini; yoksa kendisinin “mahkeme kararlarına, bir haberin yayımlanmaması emrine ya da daha sert önlemlere” başvurmak zorunda kalacağını söyleyerek medyayı tehdit etti.

Hükümetin bir haberin yayımlanmaması yönündeki emri, sessiz kalmaları yönünde hükümetten gazetelere yapılan -genellikle karşılığı olan- bir taleptir.

Cameron’un açıklamalarından önce, seçimle oluşmamış feodal Kraliyet Danışma Meclisi’ne, 300 yıldır ilk kez, hükümet tarafından dikte edilmiş meslek ahlak kurallarını dayatan bir gözlemci ile bir tür yasal basın düzenlemesine girişin yolunu açması için bir başvuru yapıldı. Aralarında Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin de olduğu çok sayıda web sitesi, “haber bağlantılı malzemeler” içermeleri ya da birden fazla yazara sahip olmaları durumunda, bu yasa kapsamına alınacak.

2000 tarihli Terörizm Yasası, topluca demokratik hakları kısıtlamada devlete olağanüstü yetkiler veren -hepsi sözde terörizm ile mücadele amacıyla çıkartılmış- çok sayıda yasadan, düzenlemeden, mahkeme kararından ve talimattan biridir. O şimdi, emekçilerin Britanya’da ve uluslararası ölçekte kitlesel bir şekilde gözetlenmesi gibi yoğun devlet suçlarını gizlemek için gazetecilere, siyasi eylemcilere ve gazetecilere karşı kullanılıyor.

Britanya’nın ve diğer NATO ülkelerinin diktatörlük yolunda şimdiye kadar ne denli ilerlemiş olduğunu hiçbir şey bu yasaların yaygınlığından daha iyi göstermez.

Britanya, Cromwellci devrime ve ötesine kadar uzanan mücadeleler ve yayımlama öncesi sansürün 1695’te sona ermesi sayesinde, 18. yüzyıldan beri dünyadaki en özgür basına sahip olmakla övündü.

Basın, Whig partisinden [1678-1868] Thomas B. Macaulay’ın sözleriyle, devleti ve politikacıları sorumlu tutmada bütün diğerlerine [yasama, yürütme ve yargı – çev.] “eşit ve eşit olmaktan öte bir koruyucu” biçiminde özel role sahip bir erk olarak kabul edilmişti.

Bu asli işlev, çoğu bugün olduğu kadar satın alınabilir olan şu ya da bu yayının karakteri eliyle değil ama halkın bilme hakkıyla belirlendi. Özgür bir basın, hükümetin neyin bilineceğini belirlemesini önlemede önemli bir araç sağladı.

Thomas Peine, 1791’de yazdığı “İnsanın Hakları”nda, “Artık insanlığa neyi düşünmemesi ya da yazmaması gerektiği söylenmiyor.” diyordu.

Günümüzde basın özgürlüğü, demokratik haklara yönelik saldırılara ve nüfusun büyük çoğunluğunun zararına tiksindirici kendini zenginleştirme politikalarına olan kitlesel muhalefetten dehşete düşen kapitalist oligarşi tarafından kabul edilemez bir tehdit olarak değerlendiriliyor. Çalışanların hükümetin ve onun büyük şirketlerdeki destekleyicilerinin onlara karşı neler yaptıkları hakkında bilgi edinme hakkını tanımamaya yönelik şimdiki aralıksız girişimlerin altında bu yatmaktadır.

Basına sansür konmasına ve haberciliğe suç muamelesi yapılmasına, yalnızca, kar sistemine ve onun siyasi savunucularına karşı mücadele içinde kitlesel bir işçi sınıfı hareketini geliştirme yoluyla karşı konulabilir. Peine’nin yazmış olduğu gibi, hükümetin bir yazarın eserinin yayımlanmasını kısıtlamaya kalkışması, “yazarın yerine halka yönelik bir ceza” ve “devrimi yapmanın ya da hızlandırmanın en etkili yolu olacaktır.”

6 Kasım 2013

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir