Lev Tolstoy’un devasa romanı Savaş ve Barış’ın, BBC tarafından yeni bir uyarlaması çekildi ve şu anda dünya çapında yayınlanıyor. Britanyalı yönetmen Tom Harper tarafından yönetilen televizyon dizisi yapımının başrollerinde Amerikalı aktör Paul Dano ve Britanyalı oyuncular Lily James, James Norton, Jim Broadbent ve Stephen Rea oynuyor. Başrollerin büyük bir bölümünde, ağırlıklı olarak Britanyalı oyuncular var.
- yüzyılın büyük Rus roman yazarlarının en büyüklerinden biri olan Tolstoy, 1828’de, bir grup subayın çarlığa karşı ilk açık mücadelelerden birinde ayaklandığı Aralık İsyanı’ndan üç yıl sonra doğdu. Rusya’daki 1905 Devrimi’nden beş yıl sonra, Ekim Devrimi’nden ise yedi yıl önce, 20 Kasım 1910’da öldü. Tolstoy’un diğer büyük eserleri arasında Anna Karenina (1877) ve Diriliş (1899) bulunuyor.
Onun bütün halinde ilk kez 1869’da yayınlanan destansı Savaş ve Barış’ı, Napolyon savaşları (1803-1815) ve Fransa’nın Rusya’yı istilası döneminde geçiyor. Roman, kafa karıştırıcı, coşkulu ve kanlı zamanları atlatmaya çalışan çeşitli Rus aristokrat aile üyelerinin ardına düşüyor.
Sekiz saatlik mini dizi, Napolyon’un zaferlerinin ve ordusunun Batı Avrupa’nın önemli bölümlerini fethetmesinin Rus yaşamı üzerinde giderek artan bir etkide bulunduğu 1805 yılında, St. Petersburg’da başlıyor. Ana karakterlerin birçoğu, bir üst tabaka salon toplantısında tanıtılıyor. Onların arasındaki, sakar ama sevimli ve başlangıçta Fransız liderin bir destekçisi olan Pierre Bezukhov (Dano), şöyle diyor: “Napolyon, büyük bir adamdır! O, devrimden sonra ayakta kaldı, onun kötülüklerine son verdi ve onda iyi olan her şeyi korudu! Bayım, devrimdeki iyi şeyleri görmüyor musunuz? Tüm yurttaşların eşitliği, ifade özgürlüğü, özgürlük, eşitlik, kardeşlik; bunlar, Rusya’da ders alabileceğimiz fikirler.”
Pierre, “fazla besili aristokratlar”a tiksintiyle bakar. Varlıklı bir kontun evlilik dışı çocuğu olan Pierre, çok geçmeden, kendisini babasının geniş arazinin mirasçısı olarak seçen vasiyeti başarısız bir ortadan kaldırma girişiminde bulunan şeytansı Prens Vassily Kuragin’in (Rea) entrika hedefi olacaktır.
Toplantıdaki bir diğer misafir, Pierre’in dostu ve emekli ordu komutanı Nikolay Bolkonsky’nin (Broadbent) zeki ve hırslı oğlu Andrey Bolkonsky’dir (Norton). Ayrıca, hayat dolu Nataşa’yı (James), sessiz yeğen Sonya’yı (Aisling Loftus) ve kıdemli General Kutuzov’un (Brian Cox) (“O, savaşın ne hakkında olduğunu bilen Rusya’daki neredeyse tek adam ve buna yüce İmparatorumuz da dahil.”) komuta ettiği orduya henüz katılmış olan Nikolay’ı (Jack Lowden) içeren soylu ama talihsiz bir Moskova ailesi olan Rostovlar da toplantıdadır. Nikolay’ın ebeveynleri (Greta Scacchi ve Adrian Edmondson), ailenin talihini tersine çevirmek için oğullarına bel bağlamaktadır.
Rusya, o noktada (Napolyon’a karşı Üçlü İttifak’ta), Avusturya İmparatorluğu ile ittifak içindedir ve genç eşi hamile olan huzursuz, mutsuz Andrey (“Bu hayata katlanamıyorum”) ile Nikolay, cepheye gitmek üzere yola koyulmaktadır. Bu arada, Kuragin, Pierre’i, ahlaki açıdan serbest güzel kızı Helene ile evlenmesi için kandırmıştır (Tuppence Middleton). Helene’in, çapkın erkek kardeşi Anatole (Callum Turner) ile ensest ilişkisi, onun çıkarcı, hilekar karakterinin bir belirtisi.
Böylece, sahne, Napolyon’un 1812’de Rusya’yı ölümcül istilasını ve isteksiz Çar I. Aleksandır’ın (Ben Lloyd-Hughes) savaş ilanını takip eden savaş çağı sonuna doğru yol alırken, çeşitli kişisel ve siyasi oyunlar, birlikler ve anlaşmazlıklar olgunlaşıyor. İstilanın arifesinde Rus ordusu sadece 200.000 askere sahip ve darmadağınık iken, Napolyon (Mathieu Kassovitz) kendisinin 600.000 adamının olmasıyla övünüyor.
Mini dizi
Savaş ve Barış, Andrew Davies tarafından uyarlandı. Davies, Pride and Prejudice (Gurur ve Önyargı – 1995), Vanity Fair (Gurur Dünyası – 1998) ve Sense and Sensibility (Sağduyu ve Duyarlılık – 2008) gibi klasikleri televizyona uyarlamakla tanınıyor. O, ayrıca, popüler Britanya siyasi gerilim dizisi House of Cards’ı (İskambil Kule – 1990) kaleme almıştı. Onun şimdiki yapım üzerine yaptığı çalışma, Tolstoy’un büyük çaplı, karmaşık, yaklaşık 1.400 sayfalık ve yarım milyondan fazla kelimeden oluşan öyküsünün güvenilir bir özetini ortaya çıkarıyor.
Görsel olarak zarif ve çok sayıda başarılı performansla desteklenen bu büyük ölçekli, yüksek kaliteli yapım, bütünüyle, sürükleyici bir deneyim.
Dizi, küçük ve bencil güdülerin egemen olduğu bir Rus aristokrasisi resmi çiziyor. Andrey Bolkonsky, aslında boş, boğucu bir yaşamdan kaçmak için savaşa gidiyor. Nikolay Rostov başka nedenlere sahip: onun kumar borçları ailesini neredeyse iflas ettirmiş durumda. O, pis, egoist bir annenin ve şefkatli ama etkisiz bir babanın pençesinde kalmaktansa asker olmayı daha onurlu görüyor. Nikolay, daha avantajlı bir ilişki lehine fakir Sonya’yla nişanını atıyor.
Andrey Bolkonsky’nin kız kardeşi, mütevazı Marya (Jessie Buckley), Fransız ordusunun istilasından kaçan ev halkına yardım etmeyi reddeden aile malikanesindeki serflerle muhatap olduğunda, kindar mülk sahibi yüzünü gösteriyor. Öfkeli bir köylü, şöyle bağırıyor: “Fransızlar bizi özgür bırakacak ve bize toprak verecek! Siz, şimdiye kadar bizim için ne yaptınız?”
Ne yazık ki, yapım, Marya’nın ve onun bencil kaygılarının tarafında gibi görünüyor. O, kısa süre içinde, Nikolay’ın ve alayının tam vaktinde ortaya çıkmasıyla, köylülerin meşru gazabından kurtuluyor. Bu, köylülüğün sömürülmesi ve köleleştirilmesi ile geçinen asalak sosyal tabaka olgusunu gösteren başlıca sahnelerden biri.
Savaş ve Barış’ın manevi vicdanı, Pierre, şunları itiraf ettiğinde dürüst olmaya çalışıyor: “Hayatım birbiri ardına hatalarla dolu… Dünyayı daha iyisi için değiştirmek, ahbaplarıma yardım etmek istedim ve şu halime bak, her şeyi berbat eden şişko, sarhoş bir aristokratım.” Pierre, hataları olarak gördüğü şeyleri telafi etmek için Napolyon’a suikast düzenlemeyi saplantı haline getirmeye başlar.
Mini dizi, görece mütevazı bir şekilde, Tolstoy’un romanında biçim verilmiş büyük olaylara; yani, dünyayı değiştiren Fransız Devrimi sonrasına bir algı sağlıyor. Yaklaşık 70.000 Rus ve Fransız kayıp ile Napolyon savaşlarının en kanlı günü olan Eylül 1812’deki Borodino Muharebesi’nin tasviri, dizinin en güçlü kesitlerinden birisi. Burada, bir anlığına da olsa, aristokratik yaşam tarzı geride kalıyor ve savaşın dehşetini görüyoruz: ikiye bölünmüş adamlar, ayak kesen doktorlar, yaralıların ve ölenlerin perişanlığı. Ve daha sonra, bunun, Moskova halkı için korkunç sonuçları oluyor.
Tolstoy’un eserinde, aristokratik yaşama yönelik sert kınamalar ile onun bu yaşamın kaçınılmazlığını kabul etmesi arasında bir ikilik bulunuyor. Yazar hakkında 1908 tarihli dikkate değer övgüsünde, Lev Troçki, her şeye rağmen, Tolstoy’un, sanki o evreninin dışında “önem taşıyan veya güzel olan hiçbir şey yokmuş” gibi, sanatsal ilgisinin merkezine “bir tek varlıklı ve soylu Rus mülksahibi”ni yerleştirmeye devam ettiğini gözlemliyordu.
Dizi de, Rus ve dünya tarihinin sonraki rotası göz önünde bulundurulduğunda çok daha az savunulabilir olan aynı bakış açısını benimseme eğilimi gösteriyor. Troçki, Tolstoy’un, romanın sonunda, “gerçeğin tez canlı bir arayıcısı” Pierre Bezukhov’u, “kendinden memnun bir aile babası”; “yarı çocuksu duyarlılığı içinde oldukça içli Nataşa Rostova”yı, “elinde dağılmış bebek bezleriyle, dar kafalı bir üreme dişisi” olarak gösterdiğini belirtiyordu. Şimdiki dizi de, aynısını ama daha fazlasıyla yapıyor. Son sahne, gönül rahatlığıyla ve hoşnut aile yaşamının muazzam yıkım ve can kaybı için biraz teselli verdiği imasıyla kapanıyor.
Bununla beraber, Davies, ebedi, klasik eserleri seçip uyarlamada gerçekten yeteneklidir. Doğru, onun ustalıklı dönem filminin üslubu, sanatsal çabanın bulunmaz bir örneği değil. Hatta Savaş ve Barış gibi şık uyarlamaların, izleyiciler üzerinde (savaş sahneleri hariç) belirli bir yatıştırıcı etkide bulunduğu söylenebilir. Statükonun zorlu sanatsal değerlendirmelerinin sürekli akınına uğramamız halinde, bu tür dizilerin oldukça ilgi görmesi mümkün değil. Bununla birlikte, kültürel meselelerin güncel durumu göz önüne alınırsa, Tolstoy’un destansı romanının bu versiyonu, genel anlayışı ve hoş estetik nitelikleri nedeniyle dikkatleri üzerine çekiyor.
Mini dizinin yapımcıları, kendi paylarına, romanın belirli can alıcı özelliklerini yansıtmaya çalışmış. Bir doğallık ve zarafet, duygusal yoğunluğu vurguluyor ve yükseltiyor. Tolstoy’un romanında olduğu gibi, gösterişli ve yapay olmayışı ile doğruculuk söz konusu: seyirci, sahici, karışık yaşamlara ve duygulara sahip gerçek insanlarla yakın ilişki kuruyor.
Önde gelen Rus Marksistleri, Plehanov, Lenin, Troçki ve diğerleri, onlarca makalede, Tolstoy’un sanatsal başarısının ölümsüzlüğü ile onun felsefi ve toplumsal düşüncelerinin yoksulluğu arasındaki müthiş karşıtlığa dikkat çekiyorlardı. Tolstoy, Troçki’nin ifadesiyle, bir pasifist, “kötülüğe karşı koymama” yandaşı, bir muhafazakar anarşist, “ahlakçı ve gizemci” ve “politikanın ve devrimin bir hasmı” idi.
Her şeye karşın, yorulmak bilmez bir toplumsal eleştirici, zulmün ve baskının bir düşmanı olarak, Tolstoy, çarlık rejiminin ve tüm Rus sosyal düzeninin altının oyulmasında muazzam bir rol oynadı. Eski Sovyetler Birliği’ndeki gerici güçler, onu bugüne kadar affetmemiştir.
Troçki, ölümü hakkındaki bir yazıda, büyük yazarı müthiş bir şekilde takdirle anıyordu: “Özündeki doğruluk, korkunç, patlayıcı bir güce sahiptir: bir kez ilan edildiğinde, kitlelerin bilincinde karşı konulamaz devrimci sonuçlara yol açar. Tolstoy’un halka açık olarak belirttiği her şey… emekçi kitlelerin zihnine sızmıştı. Ve söz, senet haline geldi. Tolstoy, bir devrimci olmamasına rağmen, dahice sözcükleriyle devrimci unsuru besledi. 1905’in büyük fırtınası hakkındaki kitapta, onurlu bir bölüm Tolstoy’a adanacaktır.”
Tolstoy’un Rus kurumlarına yönelik acımasız ithamının Savaş ve Barış dizisinde yeterince sahnelendiğini öne sürmek yanıltıcı olur. Bununla birlikte, onun dürüstçe sunuluşu kaçınılmaz olarak toplumsal eleştiri unsurlarını naklediyor ve ayrıca, izleyicileri, Tolstoy’un diğer eserlerini araştırmaya sürükleyebilir. Bu da, her halükarda iyi olacaktır.