Kürtaj hakkımız ve mücadele üzerine

Bilindiği üzere Başbakan Erdoğan, Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda sezaryenle yapılan doğuma karşı olduğunu ve kürtajı da cinayet olarak gördüğünü açıkladı. Bu açıklamayı dönemsel olarak incelemeden ve hükümetin kadın düşmanı uygulamalarına karşı mücadele edebileceğimiz alanlar üzerine bir iki laf etmeden önce konuşmanın yapıldığı konferansa göz atalım.

Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı

Başbakanın kürtaj açıklamasını yaptığı konferans (5. Uluslararası Parlamenterler Konferansı), Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) adını taşıyan, Türkiye’nin de dâhil olduğu bir program kapsamında gerçekleştirildi. UNFPA’nın Türkiye ayağı,“sürdürülebilir kalkınmayı destekleyen nüfus politikaları” üreten bir kuruluş olarak kendini tanıtıyor. Dahası kuruluş “amaçları”, herkesin sağlıklı ve eşit bir hayat sürdürmesini, yoksulluğu azaltmayı, her hamileliğin istenilen olmasını da kapsıyor. UNFPA Türkiye, son derece cinsiyetçi bir dille “kadınların ve genç kızların” hak ettiği saygılı muameleyi görmesi için destek verdiğini de açıklamakta. Son olarak kuruluşun amaçlarına, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için “kadınlara yönelik politika ve eylem planlarının bütün seviyelerde geliştirilmesini” de eklediğini belirtelim. Kuruluşun cinsiyetçi ve saldırgan politikalar üretmesinin sebebi, bu kuruluşun da sahibi olan egemenlerin, kadınları nüfus kontrol kalemi olarak görmesidir.

Bu kısa ön bilgiyi, Başbakanın bu birden bire gelişmiş görünen kürtaj hassasiyetinin, Türkiye’de yıllardan beri çalışan bir kuruluşun devamlı faaliyeti olduğunu görünür kılmak için verdik.

AKP’nin on yıllık iktidarından öncesine dayanan UNFPA Türkiye’nin faaliyetleri, 1971 yılında başlamış. Bu Türkiyeli kadınların “kocalarının izniyle” kürtaj olabilmelerine olanak tanıyan 1983 yasasından da önceki bir tarih.

Kuruluşun tarihi boyunca programda birçok değişiklik yapılmış olsa da kapitalizmin çıkarları doğrultusunda politika belirlenmesi yöntemi baki kalmış. Kısacası, bahsi geçen kuruluş, kadınların gebeliğe son verme ve gebeliği sürdürme haklarını, sermayenin taleplerine göre, ya teşvik ediyor ya da engelliyor.

Programın ortaklarına göz attığımızda Ankara Üniversitesi Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi’ne (KASAUM) rastlıyoruz. KASAUM’un “mobing, taciz ve kadın hakları” çalışmalarını ve feminalı internet sitesini iyi bilenler için bu bir sorgulama fırsatı olmalı diye düşünüyoruz. Çünkü ortaklık ettikleri UNFPA Türkiye’nin yöntemi ayan beyan ortada.

AKP’nin kürtaj karşıtlığı

“En az üç çocuk” tacizinin ardından Tayyip Erdoğan en sonunda kürtaj hakkımıza saldırdı. Üstelik bunu oldukça işinin ehli olarak yaptı. Kürtaj karşıtlığını ifade ederken, karşıtlığının temel nedeni olan ekonomik sebepleri öne çıkarmak yerine çok sık kullandığı duygu sömürüsünü harekete geçirdi. Biliyordu ki kitlelerin nezdinde bir sürü istatistik ve sıkıcı ekonomik gerekçelerdense vicdanları harekete geçirmek (!) çok daha makbul bir yöntemdi. Erdoğan bu yöntemle, hem Roboski katliamının üzerini örtmek hem de gündemi başka bir gerici saldırıyla değiştirmek fırsatını yakalamış oldu.

Kürtajı cinayetle bir gördüğü, fetüsü çocuk olarak tanımladığı açıklaması, tam olarak buna hizmet etti. Nüfusa ilişkin bir konferanstaki bu konuşmanın nüfus-sermaye ilişkisi olması hiç şaşırtmayacakken, o üslubunu öyle bir hazırladı ki, cinayet kıstasını açıkladı, aynı zamanda buna hukuki bir sınır çizdi. Bu bulanıklaştırma, karşısında, basın ve muhalif kesimler “kürtaj cinayet mi, değil mi?” tartışmasına kitlendi kaldı. Tartışmanın tıkanmasıyla birlikte iktidar ivedilikle kürtaj karşıtı yasayı hazırlamaya başladı.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer noktanın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in açıklamaları olduğu kanaatindeyiz. Başbakanın, “En az üç çocuk” talebini ekonomik gerekçelerle temellendiren Fatma Şahin, aile bakanı olarak bittabi ailenin lehine karar vereceğinden, kürtaj açıklamalarını destekledi. Burada atlanmaması gereken 2 nokta var. Birincisi, Fatma Şahin’in bu ve benzeri tutumlarının, Kadın Adayları Destekleme Derneği’nin (KADER) ve birçok feminist örgütün üstlendiği “meclise kadın kotası” çalışmalarının ne kadar çözümsüz bir uğraş olduğunun kanıtı olması. Uzatmadan ikinci noktaya değinecek olursak, Şahin’in, kürtajın aile planlaması yöntemi gibi kullanıldığı, hayat hakkının anne karnında başladığına ilişkin açıklamasının, iktidara yakınlığıyla bilinen gazetelerin manşetlerine “17. defa kürtaj yaptıran kadın” başlıklarını taşımasını beraberinde getirmesi. Özetle kürtaj üzerine manipülasyon büyük bir hızla devam ediyor.

Yaşama hakkı ve kürtajı savunmak üzerine

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kürtaj hakkına yapılan saldırı, kürtajın cinayetle bir tutulmasına ve fetüsün yaşama hakkına yapılan vurgularla gerçekleşti. Burada biraz durmak gerek!

Rahim tahliyesini yani kürtajı cinayet olarak açıklamak, tek bir bedendeki yaşama hakkını fetüse devretmek aptalcadır ve çelişkilidir. Kadın, fetüsün varlık sebebidir. Kadının yaşama hakkının yokluğu yani kadının yokluğu, fetüsün tartışılan yaşama hakkını zaten ortadan kaldırır. Bu sebeple kadının kararı ve kadının yaşama hakkı, henüz yaşama başlamamış olan fetüsünkinden önce gelir. Ayrıca yaşamaya başlamamış fetüs için cinayet söz konusu olamaz. Tarihin hiçbir döneminde, kürtajın yasaklanması onun yapılması önünde bir engel oluşturmamıştır. Yasaklandığında sağlıksız koşullarda gerçekleştirilen kürtaj nedeniyle her yıl 80 bin kadın hayatını kaybediyor. Kürtajın yasaklanmasını savunanların yalnızca Roboski katliamının değil, her yıl 80 bin kadının bu gerici uygulama nedeniyle ölmesinin de faili olduğu açık.

Ardından, kürtaj da sezaryen de politik değil tıbbi müdahalelerdir. Bu müdahaleye uğrayacak kişi kadındır. Kürtaj ve sezaryeni bademcik ameliyatından daha politik olarak görmek, tarihsel olarak egemen sınıfların bakış açısının ürünüdür. Herhangi bir tıbbi operasyon kararını nasıl ki tıbbi gereklilikler ve müdahaleye uğrayacak kişi karar veriyorsa, kürtaj ve sezaryen için de bunun söz konusu olması gerekir. Sezaryen bir gereklilik aynı zamanda da bir tercihken, kürtaj, basında yansıtıldığının aksine kadınların doğum kontrol yöntemi olarak görmedikleri bir tercihleri ve haklarıdır. İstenmeyen gebeliği sona erdirme hakkı, gebe kadına aittir. Bunun için de tecavüze uğraması ya da fiziksel/ruhsal sağlığının uygun olmaması gerekmez. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın tecavüz sonucu oluşan gebeliklerin doğumla sonuçlanması (!) gerektiğini ifade etmesi ve “gerekirse  öyle bir bebeğe devlet bakar” demesi AKP hükümetinin kadın düşmanlığının da bir özetini ifade ediyor. Egemenlerin hukukunda tecavüze uğrayan kadının “suçlu” kabul edildiği bir ülkede, bir bakanın bu açıklamayı yapabiliyor olması ne yazık ki şaşırtıcı değil.

Kürtaj karşıtı bu sistematik çalışmanın, muhafazakârlaşmanın küreselleştiği bir dönemde gerçekleşiyor olduğunu unutmayalım. Dünya kadınlarının kazanılmış hakkı olan ve ilk defa 1917 Sovyet Devrimi’nin ardından uygulanan kürtaj hakkını engelleme çabalarını (her ne kadar Türkiye’de 1983 yılında verilmiş bir hak olsa da, dünyanın farklı coğrafyalarından kadınlarının mücadelelerinin etkisi aşikârdır), egemenlerin “bebeğin yaşama hakkı” olarak formüle etmesine karşın onların bu ısrarlarının son derece ekonomik sebeplerle talep edildiği gerçeğine dokunmak önemli. Ne yazık ki, kürtaja ve sezaryen doğuma ilişkin kararın, kadının sadece kendisinde olması yeterince iyi ifade edilmiyor. İktidarın yeterince manipüle ettiği kürtaj tartışmasında, bu karara muhalif tüm kesimlerin sadece “bedenimiz bizimdir” mottosuyla karşı çıkmasının, iktidarın, zaten ikna olma halindeki kitlelere rahatça kürtaj karşıtı yasayı kabul ettirmesinden başka bir işe yaramayacağını öngörmek zor olmamalı. Kürtaj karşıtı açıklamalara ilişkin ilk tepkilerin zayıflığı bunu kanıtlar nitelikte. “Bedenimiz bizimdir, bedenlerimiz üzerindeki tasarruf hakkı bizimdir”, derken, iktidarın ikiyüzlülüğünü de iyice deşifre etmek gereklidir. Ayrıca, kürtaj hakkımıza sahip çıkacaksak, iktidarın bunu neden bugün istediğini de açıklayabilmek lazım.

Türkiye’de kadın cinayetlerinde sessizliği seçmiş bir iktidarın neden embriyoların yaşama hakkını savunduğunu yeni baştan sorgulamak lazım. Uludere-Roboski’de çocukların üzerine bombalar yağdırıp, özrü çok gören iktidarın, genç nüfustaki azalmadan tedirgin olmasının nedeninin, egemenlerin zenginliği için çalışacak “birilerinin” yokluğu düşüncesinin verdiği endişe olduğundan bahsetmeli. Geleceğin işçileri ve işsizleri “bolca” olmalı ki, düşük ücretlerle çalıştırıp ve işsizlikle korkutulup ahmak düzenlerini sürdürebilsinler! Kadınlar bolca doğursun ki, geleceğin askerleri olarak birbirlerini yok etsinler; ki sürsün düzenleri! Kadınlar çokça doğursun ki, geleceğin kadınları görünmeyen emekleriyle beslesinler bu düzeni!

İşte iktidarın embriyo sevgisi…

Son olarak

Kendi sıkletine uygun bir muhalefet göremeyen iktidar partisi, onuncu yılında saldırılarını fütursuzca sürdürüyor. Bizler kürtaj hakkımıza yapılan saldırıya, anayasada eşcinsel ve trans bireylerin yok sayılmasına, Türk Hava Yolları çalışanlarının yaptıkları grev yüzünden sms yoluyla işten atılmasına, tiyatro oyuncularına yapılan hakaretlere, Uludere’de “parasını verdik, özür dilemeyiz” çıkışlarına hemen hemen aynı günlerde şahit olduk, maruz kaldık. Bu saldırıların cinsiyete, etnik kökene, çalışan sınıfa ve entelektüel kesime yöneltildiği gerçeğinin yanı sıra, her birisinin sınıfsal bir çıkar uğruna yapıldığını görebilmek gerekir.

Sistemin saldırısı bütünlüklüdür. Öyle ki, benzer saldırılar dünyanın tüm ülkelerinde eşzamanlı ve benzer şekilde yaşanmakta. Onların, bugün tüm ezilen kesimlere pervasızca saldırabilmesi ve sosyal kazanımlarımızı birer birer gasp etmeye hız vermelerini sağlayan asıl şeyin, sermaye sınıfının egemenliği ve baskısı altındaki tüm kesimleri birleştirecek olan işçi sınıfının parçalanmışlığı olduğunu görmek gerekiyor. Dolayısıyla, egemen sınıfın bu bütünlüklü saldırısı, kimlikler üzerinden parçalanan lokal direnişlerle değil; saldırıyı durdurup, püskürtebilecek toplumsal bir güç eliyle, yani devrimci işçi sınıfının birliği ve mücadelesiyle aşılacaktır. Bu pespektifi, başta hazırlanmakta olan yasaya karşı gerçekleştirilecek eylemlilikler olmak üzere tüm alanlara yaymak; işçi sınıfının ortak program ve mücadelesini geliştirmek için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir