Kürt sorunu: Nereden nereye? – I

Artık her gün Kürt sorunundaki yeni bir gelişme Türkiye gündeminin önemli başlıklarından birisi oluyor. BDP’lilerin KCK’ye üye oldukları gerekçesiyle tutuklanmaları, ordunun operasyonları, PKK saldırıları, sınır ötesi kara operasyonu tartışmaları, ölen askerler ve PKK militanları… “Kürt açılımı” ya da “demokratik açılım”dan bugüne nasıl gelindiği sorunu oldukça büyük bir önem taşıyor, bu aynı zamanda “açılım”ın sürüp sürmediği ve gerçekte ne anlama geldiği sorusuyla da oldukça yakından bağlantılı.

BDP’nin meclise gelip gelmeme konusunda bugün açıkladığı “boykota son veriyoruz, 1 Ekim’de meclisteyiz” tavrı ne kadar önemliyse, geçtiğimiz günlerde yaşanan başlıca gelişmeler de en az o kadar önem taşıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası yaptığı açıklamalar bunlardan birisi. Erdoğan “Biz terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle de müzakere ederiz. Terörle mücadele sonuna kadar ama siyasetle müzakere. Siyasete gelen bizimle konuşabilir ama gelmeyen bizimle konuşamaz” açıklamasını yaptığı sıralarda BDP’ye yönelik operasyonlar sürüyordu. Bugün, 26 Eylül itibariyle İzmir’de gerçekleşen 30 tutuklamayla beraber son günlerde en az 75 BDP’li tutuklanmış oldu. Son altı ayda 1500’e yakın BDP’li tutuklanırken 2009’dan bu yana tutuklananların sayısı 3500’ü geçmiş bulunuyor. “Siyaset”le yapılan müzakerenin nasıl sürdüğünü hiç şüphesiz bu rakamlar göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu tutuklamalar AKP hükümetinin -bir kez daha- BDP’nin de mecliste bulunması yönünde bir açıklama yaptığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Öcalan ile avukatları arasındaki görüşmelerin 2 aydır engellendiği, PKK’nin saldırılarını şiddetlendirdiği, devletin de hem PKK’ye hem de BDP’ye topyekun saldırdığı bugüne nasıl gelindiğini anlamanın en sağlıklı yolu hiç şüphesiz uluslararası gelişmelerden bağımsız bir Kürt sorununun olmadığı gerçeğini hatırlamak olacaktır.

“Kürt açılımı” adı verilen sürecin başladığı dönemdeki Ortadoğu’nun durumu ve Türkiye’nin konumu ile şu andaki durum önemli ölçüde değişikliğe uğramış durumda. “Kürt açılımı”nın kesinlikle TC Devleti’nin sınırlarıyla sınırlı bir proje olmadığını, Suriye, Ermenistan ve Irak kolları da bulunan geniş kapsamlı uluslararası bir “açılım” olduğunu o dönemki değerlendirmemizde (“Kürt Açılımı”nın Ardındaki Dinamikler ve Marksist Perspektif, 28 Ekim 2009) şöyle ifade etmiştik:“Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, neredeyse eş zamanlı olarak gündeme getirdiği üç açılım paketiyle hem iç hem de dış siyasi gündemi belirlemektedir. Ermenistan, Suriye ve Kürt (belki de “Irak” demek gerek) “açılımları” olarak adlandırılan bu paketler, mevcut hükümetin sağduyusunun ya da iyi niyetinin ürünü değildir. Bu “açılım”ın ardında, uluslararası sermayenin Orta Asya-Kafkasya- Ortadoğu eksenine “istikrar” kazandırma çabaları ve onunla bütünleşmiş olan Türkiye burjuvazisinin taşeron konumunda Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya açılması; özetle, Türkiye ekonomisinin küresel sermaye ile bütünleşmesi yatmaktadır. Dolayısıyla, “Kürt Açılımı”nı, ilk olarak, Ermenistan ve Suriye “açılımlarını” da içeren tek bir açılımın parçası olarak ele almak gerekir.” [1]

Aynı değerlendirmede özellikle Kürt açılımının demokratikleşme adına yapılmasının tam bir ikiyüzlülük olduğunu belirtiyor, açılımın uluslararası ve yerli sermayenin bölgedeki çıkarları doğrultusunda PKK’yi silahsızlandırmalarının zorunluluğundan doğduğunu ifade ediyorduk: “…bu “açılım”, sermayenin talepleri ve planları doğrultusunda sürdürüldüğü için -ve o ölçüde- Türk, Ermeni, Arap ve Kürt emekçilerin hiçbir temel sorununu çözmeyecek; tersine, daha da arttıracaktır. Çünkü sermaye, daha fazla kar elde etmek için gözünü -uluslararası emek piyasasına göre- ucuza çalışmaya hazır Ermeni, Kürt ve Suriyeli Arap işçilere, ucuz hammadde ve enerji kaynaklarına dikmiş durumda. Bölgesel (“Kürtler için” diye okuyun) asgari ücret tartışmaları; Irak ve Kuzey Irak’taki Kürt Özerk Yönetimi ile yapılan anlaşmalar; Suriye ile vizesiz geçiş ve yatırım anlaşmaları ve uluslararası enerji, ulaşım, yatırım projeleriyle desteklenen “Ermenistan açılımı” küresel sermayenin bu talepleri doğrultusunda gündeme gelmiştir. Öte yandan sermaye, uluslararası enerji koridorlarını da güvence altına almak istiyor. Bütün bunları gerçekleştirmek için de, bölgede “istikrar”ın sağlanması; dolayısıyla, devletlerin ordu ve polis aygıtlarının güçlendirilmesi gerekiyor. Özetle, bu “açılım”ın demokrasi ile bir ilişkisi yoktur.” [2]

Bugün gelinen noktadaysa Ermenistan açılımı uzun zamandır durmuş, Suriye ile olan ekonomik ve siyasi yakınlaşma “düşmanlık” derecesine gerilemiş durumda, yapılan uluslararası enerji anlaşmaları -ki özellikle Kürt illerinin geçiş noktası olması söz konusuydu- fiilen durmuş durumda. Türkiye’nin bölgeye açılmasının bir sonucu olarak İsrail’le gelişen gerginliğin boyutları, Kıbrıs sorunu ve Rusya’nın Güney Kıbrıs’ın denizin altında petrol ve doğal gaz kaynaklarını çıkarma hakkının arkasında olduklarını ve gerekirse Kıbrıs’a kalkan olacaklarını açıklaması, NATO’nun Türkiye’ye kurulacağı kesinleşen füze kalkanı ve radarının İran tarafından doğal olarak sert bir şekilde eleştirilmesi, buna karşılık İran, Rusya ve Çin’in ortak bir füze kalkanı projesi geliştirmek için görüşmeler yürüttüğü yolundaki haberler ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2012 AB dönem başkanlığı dolayısıyla AB ile ilişkilerin durma noktasına gelmiş olması yalnızca son birkaç haftalık gelişmeleri ifade ediyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk isyanlarıyla beraber küresel ekonomik krizin dalga dalga yayılıyor olduğu da hesaba katıldığında, özetle bu temel gelişmelerden bağımsız olarak ele alınabilecek bir Kürt sorununun söz konusu olmadığı daha açık görülecektir.

Türkiye’nin “sıfır sorun” olarak adlandırılan dış politikasının kapitalizmin doğası gereği geleceğin çatışma tohumlarını içinde barındırdığını şöyle vurgulamıştık: “Artık dünyanın farklı bölgelerinde yatırımlara yönelecek denli palazlanmış ve küresel sermaye ile bütünleşmiş olan Türkiye burjuvazisinin devleti emperyal bir dış politika izlemek; bunu da, aynı burjuvazinin “ulusal” çıkarlarının bir çok noktada çakıştığı ABD ve AB ile birlikte yapmak zorundadır. Bu alanların başında da Irak, Filistin, Kafkasya ve Orta Asya geliyor. Türkiye burjuvazisi Suriye’yi, Irak’taki Kürt Yönetimi bölgesini ve Ermenistan’ı kendi “arka bahçesi” haline getirme yönünde önemli adımlar atmakta; bunu da küresel ortaklarına rağmen değil ama onlarla birlikte yapmaya çalışmaktadır. Bu durum, Türkiye’ye, ABD – AB merkezli Batı ittifakı içindeki çelişkilerden muaf olma “lüksü” tanımadığı gibi, onun sözkonusu çelişki ve çatışmalara giderek daha fazla dahil olmasının zeminini de oluşturur.

Dolayısıyla, Türkiye ile küresel sermayenin merkezinde yeralan başlıca emperyalist devletler arasındaki ilişkiler, önceden olduğu gibi “sorunsuz” biçimde sürmeyecek; Türkiye burjuvazisi, onların dayatmalarına sessizce boyun eğmeyerek, kendi çıkarlarını daha kararlı biçimde masaya sürecektir” [3]

“Açılım”ın başladığı iki yıl öncesinin ve bugünün hiç de aynı olmadığını asla unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin başta İsrail olmak üzere, en yakın komşuları Suriye ve İran’la ilişkilerinin gerildiği, Rusya ile de gerilmeye başladığı şu günlerde AKP hükümetinin ve Türkiye devletinin demokrasi havarisi kesilmesini beklemek elbette saflık olur. Hiç şüphesiz iki yıl önce de Türkiye devletinin demokratikleşme ya da Kürt halkının tüm meşru demokratik taleplerini kabul etme gibi bir amacı yoktu, ancak özellikle uluslararası ilişkiler bakımından AKP hükümeti oldukça avantajlı bir konumda bulunuyordu. Basına sızdırılan MİT-PKK görüşmesinde de ifade edildiği gibi hükümet Habur sürecini yönetemedi ve “açılım” durma noktasına geldi. Bugün gelinen noktada ise gündem sınırötesi kara operasyonu, binlerce BDP’linin sözde tarafsız yargı eliyle cezaevlerine tıkılmış olması ve buna karşılık PKK’nin saldırılarını sıklaştırması ile neredeyse her gün birkaç askerin ölmesi olarak şekilleniyor.

Peki, yukarıda özetlediğimiz uluslararası ortam temel kabul edilerek; dolayısıyla ondan bağımsız ele almadan Türkiye özelinde bugünkü duruma son aylarda yaşananlarla nasıl gelindi?

Hükümetin ikili politikası

12 Haziran seçimleri öncesi uzunca bir süre önce ateşkes ilan etmiş olan PKK, yalnızca kendisine saldırıldığında misilleme yapacağını duyurmuştu. Özellikle bu süreçte, içinden geçtiğimiz günlerdekinin tam aksine asker ölümleri asıl olarak ordunun gerçekleştirdiği operasyonlar sonrasında ve oldukça az sayıdaydı. Sürdürülen askeri operasyonlar ve seçim sürecine kadar yaklaşık 50 gerillanın ölmesine paralel olarak bugün olduğu gibi “KCK operasyonları” da sürüyor, BDP’li siyasetçilere yönelik tutuklama dalgası yükseliyordu. Bu gelişmeleri Nisan ayında yine BDP’ye yönelik YSK darbesi izledi: “18 Nisan günü, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 7’si BDP’li, 12 bağımsız milletvekili adayının adaylıklarını, “milletvekili seçilme yeterliliğini etkileyecek eski mahkumiyetleri bulunduğu” gerekçesiyle iptal etti. Burjuva medyanın bütün kesimlerinin, hatta iktidar sözcülerinin sert bir şekilde eleştirdiği bu kararın ardından, BDP’nin adayları, “eksik evrakları tamamlamak için” mahkemelere başvurdu ve istenen belgeleri alarak YSK’ye iletti. YSK bağımsız adaylara ilişkin kararını, asıl olarak sokağa dökülen Kürt halkının etkisiyle, 21 Nisan günü “gözden geçirdi” ve Mehmet Hatip Dicle, Leyla Zana, Ertuğrul Kürkçü, Gülten Kışanak, Salih Yıldız ve Sebahat Tuncel’in seçime girebileceğini açıkladı.

“Her şey yolunda” havasının egemen olduğu birkaç günün ardından, 26 Nisan’da, askerler ile PKK gerillaları arasında Dersim’de yaşanan çatışmada 7 gerilla öldürüldü. Devletin bu saldırısı, PKK’nin daha önce almış olduğu “eylemsizlik” kararını 13 Haziran’a kadar uzatmasıyla desteklenen “yumuşama” sürecini etkilemedi. Gerillaların cenazelerine sahip çıkan Kürtlerin bu saldırıya yanıtı, 4 Mayıs’ta Diyarbakır’da hayatı durdurmak oldu.” [4]

Aynı gün PKK’li bir grubun Kastamonu’da Başbakan’ın konvoyuna yönelik saldırısı geldi. Ardından TSK’nin askeri operasyonları hızlandı ve 12-14 Mayıs tarihlerinde Şırnak’ta gerçekleştirilen operasyonlarda 12 PKK’li sınır ötesinde öldürüldü. Bunu bölge halkının tüfek namluları gölgesinde sınırı geçmesi ve gerilla cenazelerini Türkiye sınır içine taşıması gibi oldukça önemli bir olay izledi.

Seçimlere giden süreçte BDP’nin 4 ana talebinden birisi olan “siyasi ve askeri operasyonların durdurulması” gerçekleşmemiş, aksine operasyonlar daha da artmış, BDP’li siyasetçiler tutuklanmaya devam edilmiş, kurulan barış çadırlarına saldırılar gerçekleştirilmişti. 12 Haziran seçimlerinden BDP öncülüğünde kurulan blok 36 vekil çıkarmış ve bölgede AKP’yi geriletmişti. Seçimlerden çıkan genel sonuç itibariyle sermaye sınıfının istediği gerçekleşmiş, başlıca partiler “yeni anayasa”nın yapılacağı meclise girmişti. Ancak bu “bahar havası” tutuklu vekiller kriziyle son buldu. MHP’nin tutuklu vekili için hiçbir sorun çıkarmadığı, CHP’nin ise bir süre sonra yapılan protokol çerçevesinde anlaşarak noktaladığı vekil krizinden, asıl darbeyi, Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi ve buna ek olarak 5 tutuklu vekilinin de serbest bırakılmamasıyla BDP almış oldu.

Yemin krizi ve Öcalan

“Yemin krizi” olarak adlandırılan BDP’li vekillerin meclisi boykot etmesi, yemin etmemesi ve Diyarbakır’da toplanması durumuna karşılık, 7 Temmuz’da Öcalan’ın avukat görüşmelerinden önemli bir sonuç açıklandı. Öcalan devletle “barış konseyi” çerçevesinde anlaştıklarını, bunun bir ay içinde kurulmasını planladıklarını, daha önce ateşkesin son tarihi olarak verilen 15 Temmuz’un bir hükmünün kalmadığını, geçersizleştiğini belirterek, BDP’yi de tutuklu vekiller konusunda hükümetle bir anlaşma imzalamaya ve meclise dönmeye çağırdı. Öcalan, anlaşmanın, tutuklu vekillerin ve KCK tutuklularının serbest bırakılmasını, yüzde 10 barajını, TMK’yi de kapsayabileceği ama bunların hemen gerçekleşemeyeceğini, ancak kademe kademe olacağını kabul ettiğini de belirtmişti. Bu açıklamanın ardından Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le görüştü. Öcalan’ın Hatip Dicle’yi dışarıda bırakan, tutuklu vekiller sorununu da zamana yayan tavrına karşılık, BDP 6 vekili serbest bırakılmadıkça meclise gelmeyeceğini açıkladı.

“Öcalan sayesinde” çözüme çok yakın olunduğunun basında dillendirildiği o günlerin ertesinde 14 Temmuz günü PKK’nin Silvan saldırısı gerçekleşti. 13 asker ve 2 gerillanın yaşamını yitirdiği saldırıyla ilgili olarak daha sonrasında Karayılan “Silvan’ın planlı bir saldırı olmadığını, süren TSK operasyonları çerçevesinde karşılaşıldığını ve PKK’nin baskın çıktığını” belirtse de artık savaş ortamı yeniden gündemi belirlemeye başladı. Silvan saldırısıyla aynı gün Demokratik Toplum Kongresi “demokratik özerkliği” ilan etti. Öcalan, gerçekte ortada özerklik adına bir şey olmamasını sonraki görüşme notunda “pratikleştirmeden ilanın çok da anlamlı olmadığını” ifade ederek eleştirirken, başta Altan Tan olmak üzere birçok Kürt siyasetçi özerkliğin ilanına karşı çıktı, Aysel Tuğluk da zamanlama konusunda bir “özeleştiri” yaptı. Silvan saldırısı sonrasında çok yakın olduğu ifade edilen çözümün yerini birçok ilde milliyetçi gösteriler, BDP binalarına ve Kürtlere yönelik saldırılar aldı. Hatırlanacağı gibi İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde faşist güruhun Kürtlere yönelik saldırıları Temmuz ayı sonlarında günlerce sürmüştü.

Silvan saldırısının ardından devlet heyetiyle Öcalan’ın görüşmeleri bir süre daha sürdü ve Öcalan bunu “böylesi bir ortamda görüşmelerin sürmesi bile önemlidir, ciddidir” diye yorumladı. Silvan saldırısından sonra yapılan görüşmede (20 Temmuz) Öcalan kendisinin ve görüştüğü devlet yetkililerinin sorunun çözümünde kendi rolünün önemine ilişkin mutabık olduklarını vurguladı. Rolünü oynaması için “Gerekirse Meclis acil toplanıp bu konuda görüşüp çağrı yapabilir. Veya başbakan bir çağrı yapabilir: ‘Biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğini inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik, anayasal yöntemlerle çözeceğiz’ derse bir haftada hallederiz.”dedi. Aynı görüşmede BDP’ye meclise dönüş sorununu anayasayı ve yasaları değiştirme konusunda mutabakata varıp gerçekleştirme önerisinde bulunarak yemin krizindeki yumuşak tavrını sürdürdü.

O günlerde Selahattin Demirtaş başbakanın bir çağrı yapmasını ve çözümün demokratik kanallarla geliştirileceğini açıklamasını istiyordu: “Başbakan PKK’ye çağrı yapsın. Bütün sorunların barış içinde çözüleceğini, anayasal çözüme açık olduğunu, şiddetin çözüm getirmeyeceğini, askeri ve siyasi operasyonlar ile PKK’nin eylemlerinin sorunları çözmeyeceğini ifade etsin. Bu çağrıya karşı PKK ille de ben askere eylem yapacağım, ille de silah kullanacağım derse biz de dahil herkesten tepki görür.” Demirtaş’ın bu açıklaması hükümetin adım atması halinde gerektiğinde PKK’ye karşı da tavır almaya hazır olduklarının bir ilanıydı. Hükümet ise operasyonların süreceği yanıtıyla çağrıyı reddetti ve çatışma ortamı Temmuz ayı sonlarına doğru daha da gelişti.

Bu gelişmeleri, iki aydır avukatlarıyla ve ailesiyle görüştürülmeyen Öcalan’ın aradan çekildiğini ilan etmesi izledi. 27 Temmuz’da gerçekleşen son görüşme notunda Öcalan “Ben burada pratik önderlik yapamayacağımı, bu şartlarda bunu sürdüremeyeceğimi söylemiştim. Her iki taraf da bana bir şeyler söylüyorlar. Devletin-AKP’nin zaten ne yaptığı ortada. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Kandil beni taşeron olarak kullanıyor. Devlet de heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanıyorlar. Her iki tarafın beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum. Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum. Bu şekildeki pozisyonum devlete de, Kürtlere de zarar veriyor. Kürt siyasetçileri şunu bilmeli. İki de bir “biz halkı tutamıyoruz, biz kitleyi zor durduruyoruz, kitle patlama noktasındadır. Sorun çözülmezse devrimci halk savaşını başlatırız, savaşa da barışa da hazırız” diyorlar. Seni tutan mı var, yapar mısın yapmaz mısın sen bilirsin. Ama bu şekilde daha fazla benim üzerime yıkma. Türkiye de, ikide bir “bitireceğiz, şöyle bitireceğiz” diyor. Sen de bitireceksen bitir.” diyerek hem devlete, hem PKK’ye hem de BDP’ye sert eleştiriler getiriyor ve sağlık, güvenlik ile özgür hareket alanı şartları yerine getirilmedikçe aradan çekildiğini açıklıyordu. Öcalan, aynı açıklamada, kapıları bütünüyle kapatmadığını da şu sözlerle ifade etmişti: “Heyete de söyledim, Erdoğan’a da çağrı yaptım. Gerillayı güvenli bir alana çekeceğim demiştim. Ama buna dahi imkan tanımadılar. Hükümete açık mektubumdur. Eğer gözyaşının dinmesini istiyorsanız, gerillayı güvenli bir yere çekmemin yolunu açın. Böyle yaparsanız bir hafta içinde çözeriz.”

Öcalan’ın görüşme notlarını yakından takip edenler, onun PKK’nin silah bırakması konusunda uzunca bir zamandır “rolünü oynamak” için ciddi anlamda çaba gösterdiğini hatırlayacaklardır. Hiç şüphesiz Öcalan’ın Kürt siyasi hareketi üzerindeki otoritesi göz önüne getirildiğinde yapacağı çağrı ile PKK’yi sınır ötesine -daha önce de yaptığı gibi- çekmesi ve çatışma durumuna son vermesi mümkündü. Ancak Erdoğan’ın o günlerde gerçekleşen Bakü ziyareti dönüşündeki açıklamasında da görüleceği gibi, devletin belirlediği politika PKK’ye ve BDP’ye topyekun saldırı anlamına geliyordu. Şöyle diyordu Erdoğan: “Güvenliğin olmadığı yerde açılımı nasıl gerçekleştireceksiniz? Oralarda çok güçlü bir güvenlik ağının olması gerekir. …Silah bırakması gereken örgüttür. Onlar bu işlerden vazgeçerse operasyonlar da yok denecek seviyeye iner.” Aynı açıklamada sınır ötesi operasyonu ve değişen taktiği işaret ediyordu: “Artık kötü niyet karşısında iyi niyet bulmayacaktır, çok daha farklı stratejiler uygulanacaktır. Bedeli ne olursa olsun. Bu konuda farklı bir sürecin içine giriyoruz. Medyayı yanımızda görmemiz lazım”. Hiç şüphesiz o günden bugüne medya başbakanının yanındaydı!

devam edecek…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir