Türkiye’nin Suriye’de 24 Ağustos’ta başlattığı Fırat Kalkanı harekatı genişleyerek devam eder ve PKK’ye karşı operasyonlar yoğunlaşırken, AKP iktidarı, 24’ü Kürt illerindeki Demokratik Bölgeler Partisi’nden (DBP) olmak üzere 28 belediyeye kayyum atadı.
Bir süredir hazırlanmakta olan ve Pazar günü gerçekleşen atamalar, geçtiğimiz hafta, “28 belediyenin yönetimi 15 gün içinde Kandil’den milletin iradesine geçecek” açıklaması yapan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından duyurulmuştu. Soylu, her ne kadar “milletin iradesi”nden söz etse de, söz konusu 24 belediye, seçmenlerin yüzde 65 ile 95’i arasında bir çoğunlukla seçilmişti.
Olağanüstü hal (OHAL) döneminde çıkarılan 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında gerçekleştirilen atamalar, kanıtlanmamış “PKK-KCK ve FETÖ terör örgütlerine yardım ve destek” iddiasına dayanıyor. Buna göre, 24 belediye PKK’ye; 4 belediye ise FETÖ’ye destek vermekle suçlanıyor.
Hükümetin seçilmiş belediye başkanlarını “iddialar” temelinde görevden almasının ardından, başta Hakkari ve Batman olmak üzere, çeşitli il ve ilçelerde polisin sert müdahalesiyle karşılaşan protesto gösterileri gerçekleşti. Kimi belediyelerde, işçiler iş bıraktı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, kayyumları tanımama ve emirlerini dinlememe çağrısı yapmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, kayyum atamalarının hukuk dışılığına ve seçilmişlerin görevden alınmasına yönelik eleştirilere, “Bazıları, ‘Seçilmişler görevden nasıl alınır’ diyor. Bal gibi de alınır.” yanıtını vererek, tasfiyenin süreceğine işaret etti. Aynı şekilde, Başbakan Binali Yıldırım, kayyum atamalarının bayramdan sonra da devam edebileceğini belirtti. Kamuda “FETÖ temizliği” bahanesiyle muhalif kamu çalışanlarının tasfiye edilmesini izleyen kayyum atamalarını, dokunulmazlığı kaldırılan HDP’li milletvekillerinin tutuklanması izleyebilir.
Kayyum atamalarının hemen ardından, hükümetin bölgedeki askeri ve siyasi operasyonlarını tırmandırmasına hizmet edecek şekilde, Van’da, AKP il başkanlığı ile polis noktası yakınında bomba yüklü araçla bir saldırı gerçekleşti. Hükümet kaynakları saldırıda ikisi polis 53 kişinin yaralandığını duyururken, saldırıyı üstlenen PKK’ye bağlı HPG, 18 polisin ve özel harekatçının öldüğünü iddia etti. HPG, saldırıyı, “AKP’nin sürekli bir biçimde Van mahallelerine baskınlar yaparak Kürt gençlerini katletmesine ve Kürt halkının iradesini hiçe sayan kayyum darbesine karşı gerçekleşen cevap eylemi” olarak tanımladı.
Belediyelere kayyum atanmasıyla aynı zamana denk gelen bir diğer önemli gelişme de, 11 Eylül’de, yaklaşık iki yıldır ailesiyle görüştürülmeyen PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşmesine izin verilmesiydi. Görüşmenin gerçekleşmesinden önce, HDP’li milletvekilleri ile DBP’li belediye başkanlarını içeren 50 kişi, 5 Eylül’de süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine başlamıştı. Onlar, 510 gündür dışarıyla bağlantısı kopuk olan Öcalan’ın yaşamından -özellikle 15 Temmuz darbesi sonrasında- kaygı duyduklarını açıklamışlardı.
Abdullah Öcalan’ın kardeşi ile görüşmesine izin verilmesinin ardından açlık grevi sona erdirilirken, Öcalan’ın mesajı, Diyarbakır’da düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklandı. Açıklamaya göre Öcalan, kardeşine, “Eğer devlet hazırsa 2 adamını buraya gönderir, evet, ağır bir sorun ama projelerimiz hazır ve bu sorunu 6 ayda çözeriz. Bu kör bir savaştır, belki 80 sene daha devam eder. Devlet samimi olsaydı bu sorun çözülürdü. Günde 30 insan ölüyor, uyuyamıyorum. Bu ülke bunu hak etmiyor. Bu kör bir savaştır. Yazıktır. Ölen insanlara yazıktır. Kan gözyaşı dursun, bir an önce.” mesajı verdi.
Öcalan’la uzun süre sonra görüşmeye izin verilmesi ve onun, “bu sorunu 6 ayda çözeriz” mesajı göndermesi, milliyetçi Kürt hareketi içinde yeni bir umut dalgasını körükledi. HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, mesaja ilişkin olarak, “Sayın Öcalan’ın ‘çözüm niyeti ve ciddiyeti ile gelinirse sorun 6 ayda çözülür’ tespiti tarihi bir ilkesellik ve muazzam bir çözüm davetidir… Hükümetin ve devletin ‘çözüm mözüm yok’ aymazlığından çıkması, sunulan öneriye denk ağırlıkta bir politik tutum ortaya koyması şarttır.” dedi.
HDP’nin Ankara milletvekili ve “İmralı heyeti” üyesi Sırrı Süreyya Önder de, “Son bir yıl içerisinde sivil siyaset aktörlerinin verdiği demeçlerdeki ruhsuzluğa bakın, bir de Sayın Öcalan’ın verdiği mesajın içeriğine bakın aradaki fark hemen kendisini belli ediyor. Sayın Öcalan’ın gerek süreç boyunca, gerek öncesinde en önemli özelliklerinden birisi tutarlılığıydı. İlkesel olarak yaklaştığı meselelerde hiçbir taviz vermedi.” açıklamasında bulundu.
Bunlara ek olarak, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eşsözcüleri Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Ertuğrul Kürkçü, yaptıkları yazılı açıklamada, Öcalan’ın “demokratik özerklik-demokratik cumhuriyet” çağrısının yeniden değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, “Türkiye’nin tüm demokrasi ve özgürlük güçlerini Sayın Öcalan’ın Kürt sorununun ‘demokratik siyasetle çözümü’ çağrısını sahiplenmeye ve hükümeti çatışmayı müzakerelerle çözme yoluna çekmek için çabalarını artırmaya çağırıyoruz” denildi.
Tüm bu açıklamalar, tam da, hükümetin, bir yılı aşkın süredir Kürt il ve ilçelerini harabeye çeviren ve binlerce kişinin yaşamına mal olan operasyonlarını Suriye’deki istila ile taçlandırdığı koşullarda yapılmaktadır.
Emperyalist müttefikleri ile ilişkilerinin iyice bozulduğu ve KCK’nin Suriye kolu PYD’nin Suriye’de ABD önderliğindeki emperyalist ittifakın başlıca vekil gücü olarak ortaya çıktığı koşullarda, Türkiye sınırlarının Ortadoğu’da genişlemesi hedefi üzerine kurulu “barış süreci”nin Türkiye’de de benzeri dinamikleri harekete geçireceğinden korkan Ankara, zaten cihatçı vekilleri aracılığıyla savaşmakta olduğu YPG’ye yönelik operasyonlarını PKK’ye doğru genişletmiş ve süreci bitirmişti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin bu korkuları, ABD-Almanya onaylı 15 Temmuz darbe girişimiyle daha da pekişti. Darbe girişiminin asıl olarak sokaklara dökülen kitleler eliyle bastırılmasının ardından kendisini her zamankinden güçlü hisseden iktidar, PKK’ye yönelik operasyonlarını tırmandırırken, PYD/YPG güçlerinin ABD desteğiyle Türkiye-Suriye sınırı boyunca uzanan topraklarda bir yönetim kurmasını engellemek için orduyu Suriye’ye soktu. Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadele bahanesiyle gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı operasyonun asıl hedefinin YPG’yi Fırat’ın doğusunda tutmak olduğu, onun adında cisimleşiyor ve hükümet yetkilileri de bunu açıkça ifade ediyordu.
Bu operasyonla birlikte, AKP iktidarı, bir yandan İslamcı-cihatçı örgütlerden oluşan ÖSO’nun Esad yönetimine ve IŞİD’e karşı başarıyla mücadele edebildiğini kanıtlayacak; aynı zamanda da, Suriye’nin kuzeyinde bir “tampon” ya da “güvenli” bölge oluşturacaktı. Bu, aynı zamanda, ABD’nin ÖSO’ya alternatif olarak PYD/YPG öncülüğünde oluşturmuş olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı bir operasyondu.
AKP iktidarının, Rusya ile ilişkileri iyileştirmeye yönelik stratejik adımların ardından düzenlenen darbeyi atlatması ve ABD’deki başkanlık seçimleri sürecinde askerlerini Suriye’ye sokması karşısında sendeleyen Obama yönetimi, şimdi, Türkiye’nin YPG’ye saldırmasını engellemeye ve bu iki ABD müttefiki gücün birlikte hareket etmesini sağlamaya çalışıyor. Ancak bunun, NATO’daki emperyalist müttefikleri ile olan ilişkilerini kolayca koparamayacağının farkına varmış olan AKP iktidarının da kabul edebileceği koşullarda gerçekleşmesi gerekiyor. Ankara’daki yönetici seçkinler, kendi iktidarlarının devamı, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve Suriye ile Irak’ın geleceğinde söz sahibi olma gibi konularda kendilerine güvence verilmesi durumunda ABD emperyalizminin ardında yeniden hizaya gireceklerinin işaretini şimdiden verdiler. AKP iktidarı, “IŞİD’e karşı mücadele” bahanesiyle, Türk ordusunun Irak’ta da savaşabileceğini açıkladı.
Öcalan’la görüşmeye izin verilmesi ve onun Diyarbakır’da açıklanan “çözüm” mesajı, gerçek anlamını bu bağlamda kazanmaktadır. Bu uluslararası/bölgesel çerçeve göz önünde bulundurulduğunda, Öcalan’ın, “ilkeli” olarak adlandırılan açıklamasının asıl karakteri gözler önüne serilmektedir. HDP, Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz mesajında en açık şekilde özetlediği haliyle, TC devletinin ve bölgedeki KCK’ye bağlı örgütlerin Ortadoğu’nun emperyalist paylaşımında “Misak-ı Milli” ve “İslam bayrağı” temelinde birlikte hareket etmesi üzerine kurulu burjuva gerici bir anlaşma olan “barış süreci” aldatmacasını yeniden bir umut olarak sunmaya çalışıyor. Bu, aynı zamanda, bir yılı aşkın süredir bölgede işlenen suçların hemen unutulmaya hazır olunduğunun da bir ilanıdır.
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin de tam destek verdiği o “barış süreci”, bütünüyle Ortadoğu’nun emperyalist yeniden paylaşımı hesaplarının bir parçasıydı ve Suriye’deki emperyalist destekli vekil savaşında gelinen noktanın doğrudan bir sonucu olarak çökmüştü. Ortadoğu’nun emperyalist askeri müdahaleler ve katliamlarla çalkalandığı ve insanlığın yeni bir dünya savaşına sürüklendiği koşullar altında Türkiye’de gündeme gelen sözde “barış süreci”, geçtiğimiz yıl binlerce yaşama ve yüz binlerce insanın evinden-yurdundan edilmesine mal olan operasyonlarda görüldüğü gibi, yalnızca, yeniden tırmanma öncesindeki geçici bir arayı ifade ediyordu.
Özel olarak Suriye’de, genelinde ise Ortadoğu’da sürmekte olan emperyalist destekli vekil savaşının Türkiye içindeki savaşta doğrudan belirleyici olduğu bu koşullar altında, hükümet, PKK’yi ezmeye yönelik askeri operasyonlarını yoğunlaştırırken, HDP’ye yönelik saldırılarını da tırmandırdı.
Her ikisi de sözde “IŞİD’e karşı mücadele” adı altında Ortadoğu’da ABD emperyalizmi önderliğinde sürdürülen yağma savaşından pay kapma uğruna mücadele eden Türkiyeli egemenler ile PKK’nin yeniden “barış süreci”ne dönmesi, yalnızca, Irak savaşı ile birlikte 2 milyondan fazla insanın ölümüne ve kentlerin harabeye dönmesine mal olan bu savaşta belirli şartlar etrafında anlaşmaya varmaları ile mümkündür ve bu olasılık dışı değildir.
Bununla birlikte, her ikisi de emperyalizmin hizmetinde savaşan iki güç arasında, Irak’ta ve Suriye’de daha fazla yıkım ve ölüm anlamına gelen gerici hesaplar üzerinden sağlanacak bir “barış”ın kalıcı olacağını öne sürmek, yalnızca burjuva gerici amaçları ve yeni çatışmaların kaçınılmazlığını gizlemeye hizmet etmiyor. Bu, aynı zamanda, emekçi kitleleri, yaklaşan çok daha kapsamlı katliamlar karşısında perspektifsiz bırakmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Bu süreçte en önemli rollerden biri, geçmişte olduğu gibi, bugün de, barış aldatmacasına tam destek veren sahte sol tarafından oynanmaktadır. ABD emperyalizminin Suriye’de ve Irak’taki emperyalist müdahalelerini, hem Irak hem de Suriye müdahalelerine açık destek vermiş ve bugün karadaki başlıca vekil güç haline gelmiş PKK/PYD üzerinden ve “kendi kaderini tayin hakkı” adına destekleyen bu “sol”un işlevi, bölgedeki emperyalist müdahalelere “insan hakları” ve “demokrasi” mücadelesi maskesi takmaktır.
Uluslararası bir sorun olarak “Kürt sorunu” burjuva bir hükümet ile görüşmeler ya da “tarafların iyi niyeti” ile ulusal temelde ve bu sistem içinde çözülemez. Bunun başlıca iki nedeni bulunmaktadır: Kürt sorunu, küresel emperyalist sistemin; ABD emperyalizminin -asıl olarak Rusya’yı ve Çin’i hedef alan- küresel egemenlik planlarının ve emperyalist paylaşım ve savaş sorununun ayrılmaz bir parçasıdır. Bununla birlikte, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, mülk sahibi sınıflar, küresel kapitalist sömürü sistemine binlerce bağ ile eklemlenmiştir ve onların hiçbir kesimi, işçilerin, yoksul köylü kitlelerinin ve gençliğin demokrasi, eşitlik ve barış taleplerini yerine getiremez.
Bir bütün olarak Ortadoğu’nun ve tüm etnik ve dini kimliklerden bölge halklarının kalıcı bir barışa kavuşması, bölgedeki kan banyosunun nedeni olan kapitalizmin, uluslararası işçi sınıfı eliyle yıkılmasını gerektirmektedir. Savaşla geçen on yılların inkar edilemez şekilde gösterdiği gibi, bundan daha “kısa vadeli” ve “acil” bir çözüm söz konusu değildir.