Gürcistan ordusunun 8 Ağustos günü “anayasal düzeni yeniden sağlama” gerekçesiyle Güney Osetya’ya girmesinin ardından, Rusya Osetya’daki Rus “barış kuvvetlerine yardım etme” gerekçesiyle, Gürcistan sınırını aştı ve Güney Osetya ve Abhazya’yı işgal etti. Gürcü ordusu, Güney Osetya’nın başkenti Tshinvali’yi terk ederek geri çekilirken, Rus birlikleri kentin yönetimini ele geçirmeyle yetinmeyip, Gürcistan sınırları içerisinde ilerlemesini sürdürdü. Herkesin Gürcistan’ın Rusya tarafından işgal edileceğini düşündüğü günlerde, AB devreye girdi ve ateşkes ilan edildi. Savaş sona ermiş ve ateşkes imzalanmıştı ama Rus birlikleri bulundukları konumda kalmayı sürdürdüler. Bunun üzerine, ABD’nin açıklamaları gittikçe sertleşmeye başladı. Dışişleri Bakanı Rice, “Gürcistan’ın işgali cezasız kalmayacağını” ilan etti. Rusya’nın yanıtı da aynı sertlikte geldi: “Ordumuz artık operasyona hazır halde”. Bu arada AB’nin dönem Başkanı Sarkozy, Avrupa Birliği’nin Gürcistan’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu dile getirdi ve Rusya’ya da aynı tavrı alma çağrısında bulundu. Ancak AB, ABD’den farklı olarak, çatışmadan, Gürcistan devlet başkanı Saakaşvili’yi de sorumlu tutuyordu. Sonuçta, Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş beş gün gibi kısa bir süre içinde sona erdi. Ancak bu “sona erme”, yalnızca Rusya ile Gürcistan arasındaki silahlı çatışma çerçevesinde –ve şimdilik- geçerli. Ateşkesin ve Rus birliklerinin geri çekilmesinin ardından, ABD ile Rusya arasındaki gerginlik, “Soğuk Savaş” senaryolarını yeniden canlandıracak denli artmış durumda.
Çatışma kaçınılmazdı
Kafkasya’daki savaşın hemen ardından, okların Gürcistan devlet başkanı Saakaşvili’ye yöneldiğini ve onun “günah keçisi” ilan edildiğini; ABD’nin bölgedeki bu en sadık müttefikinin, burjuva medyası tarafından, bir çırpıda, Bush’un “gazına gelmiş” bir budala konumuna indirgendiğini biliyoruz. Oysa Saakaşvili bir budala değildi. Onu Güney Osetya’ya askeri operasyona iten şey, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu kriz ve bunun Gürcistan’daki siyasi sonuçlarıydı.
Bu sözler, elbette, Saakaşvili’nin –ya da herhangi bir başka siyasi önderliğin- maddi koşulların ve uluslararası dinamiklerin edilgen “köle”leri ya da araçları olduğu anlamına gelmiyor. Belirtmek istediğimiz, Saakaşvili’nin bu tür “macera”lara girmesi için gerekli koşulların zaten uzunca süredir varolduğu; özellikle de Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu bölgesindeki herhangi bir burjuva önderliğin herhangi bir zamanda, milyonlarca insanı yıkıcı savaşlara sürükleyebileceğidir.
ABD ve AB destekli bir kitle hareketi sonucunda 2005 yılında iktidara gelen Saakaşvili önderliği, Gürcistan’ın tamamıyla uluslararası sermayeye açılmasıyla birlikte, bizzat onu iktidara getiren kitleler tarafından tehdit edilmeye başlanmış; o da muhalefeti bastırma konusunda kendisinden öncekileri aratmamıştır. Son bir yıllık süreçte, işsizlik ve yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaştığına; artan yolsuzluk iddialarıyla birlikte, Saakaşvili iktidarının da sallanmaya başladığına tanık olduk.
Saakaşvili, iktidara geldiği 2003 yılından itibaren Gürcistan’daki özerk bölgeleri merkeze bağlama çalışmalarına başlamıştı. Bu yönde ilk adım Acaristan’ın 2004 yılında merkeze bağlanmasıyla atıldı. Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Güney Osetya parlamentosu da, kendi bağımsızlığının tanınması için 3 Mart 2008 tarihinde Rusya Federasyonu’na, Bağımsız Devletler Topluluğu’na, BM’ye ve AB’ye çağrıda bulundu. Rusya, Güney Osetya’nın tek yanlı bağımsızlık ilanını destekleyeceğini açıklamış, Gürcistan ise, bunu savaş nedeni kabul edeceğini belirtmişti.
Güney Osetya’ya karşı başlatılan saldırı da bunun ikinci adımıydı. Güney Osetya’nın Avrupa’ya petrol ve doğal gaz ulaştırılmasında taşıdığı yaşamsal önem, Rusya’nın müdahale etmesine yol açtı. Saakaşvili, bir yandan, Rusya’nın müdahalesi durumunda Batılı ortaklarından destek geleceğini düşünüyor; aynı zamanda, böylesi bir müdahalenin ülke içindeki toplumsal muhalefeti kendi etrafında toparlayacağını hesaplıyordu. Yani, ülkenin açık işgaline yol açmayacak sınırlı bir çatışma, Saakaşvili’nin bir taşla iki kuş vurmasını sağlayabilirdi. Gerek onun savaş sürerken ABD ve AB’ye yaptığı müdahale çağrıları gerekse Gürcistan’daki muhalefetin “şimdi ulusal birlik zamanı” yollu tavrı, bunu gösteriyor.
Ancak Saakaşvili, ABD ve AB’den gelecek desteğinin sınırları konusunda yanıldı. AB için Rusya, SSCB dönemindeki “başdüşman” konumundan çıkmış, büyük bir pazar ve hammadde kaynağı haline gelmişti. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB, tam da kendi askeri örgütünü geliştirmeye çalıştığı ve ABD’nin NATO’yu genişletme planlarına soğuk baktığı bir dönemde, bu tür “oldu-bitti”lere gelemezdi. Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmek zorunda olan AB’nin merkez ülkeleri, yeni NATO üyelerinin ya da üye adaylarının Rusya karşısında atacağı provokatif bir adımın kendilerini savaşa sürüklemesini istemiyorlar.
ABD ise, dünya egemenliği stratejisini Kafkasya’da kısa vadede elde edilecek kazanımlarla sınırlı tutmuyor; Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan Orta Asya’ya ve Afrika’ya kadar geniş bir alanda çok yönlü hamleler yapıyor. Öte yandan, ABD emperyalizmi, bir bölgede elde edemediği kazanımı bir başkasında attığı adımla dengeleme biçiminde bir strateji geliştirmiş durumda. Ancak hepsi bu değil! ABD’nin stratejisi, başarısız gibi görünen bir girişimin ardından, onu gerekçe haline getirerek yeni adımlar atma üzerine kurulu –ki bunu, eski Yugoslavya’da ve Irak’ta görmek mümkün. Gürcistan ile Rusya arasındaki kısa savaşın ve Rusya’nın “başarı”sının hemen ardından Polonya ile imzalanan “füze alkanı” anlaşması ve Karadeniz’deki ABD / NATO askeri varlığının güçlendirilmesi bunun son örneğidir.
Gerginlik tırmanıyor
Rusya, Gürcistan’la giriştiği kısa savaşın ardından –şimdilik- diplomatik bir izolasyonla karşı karşıya kaldı. Rusya’nın bu kararı G-7 ülkeleri tarafından kınanırken, AB de Rusya’ya karşı yaptırım uygulayacağını açıkladı. Ancak AB’nin yaptırımlarının ne olacağı henüz belli değil.
Öte yandan, Güney Osetya ile Abhazya’nın “güvenliğini güvence altına almış” olan Rusya, Kosova’da sergilediği “çaresizlik”ten kurtulduğunu; başta Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu olmak üzere ABD’nin girişeceği oldu-bittiler karşısında sessiz ya da pasif savunma konumunda kalmayacağını göstermektedir. Rusya Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Anatoliy Nogovitsyn’in Polonya ile yapılan “füze kalkanı” anlaşmasının ardından, bunun bir askeri saldırıya zemin hazırlayacağını söylemesi hafife alınmamalı. Rusya, NATO ile ilişkilerini gözden geçireceğini; onunla üst düzeydeki ilişkilerini askıya alabileceğini, ortak operasyonlardan –Afganistan hariç- çekilebileceğini de açıkladı.
Bütün bu gelişmeler, ABD ile Rusya arasında açık askeri çatışmaya yol açabilecek dinamiklerin ne denli güçlendiğinin ifadeleridir.
Türkiye’nin konumu
Kafkasya’daki savaşın ilk gününde “Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi” çağrısında bulunan Türkiye, ABD ile AB’nin yanında olduğunun açık işaretini vermişti –ki başka türlü olması mümkün değildi. Ancak, Rus yönetiminin, Türkiye’nin Gürcistan ordusuna geçtiğimiz yıllarda verdiği lojistik desteği vurgulaması, AKP hükümetini, ABD ve AB yörüngesinde de olsa, görece bağımsız bir tutum sergilemeye zorladı. Hükümetin, daha savaş sürerken, önce Rusya’yı, ardından da Gürcistan’ı ziyaret etmesi, Türkiye’nin, bölgedeki başlıca müttefiki olan Gürcistan’ın yanında yer almakla birlikte, Rusya’ya karşı cepheden tavır almayacağını / alamayacağını gösterdi.
Bunun başlıca nedeni, Türkiye’nin Rusya doğalgazına olan bağımlılığı ve iki ülke arasında giderek artan ekonomik ilişkilerdir. Türk egemen sınıfları ve hükümet, Rusya’nın doğalgazı ve petrolü kesmesi, onunla ticaretini durdurması, Rusya’daki Türk firmalarını geri göndermesi karşısında nasıl bir zararla karşılaşacaklarının farkında. Bu yüzden, bu ülkedeki en Amerikancı yönetimlerden biri olan AKP hükümeti oldukça dikkatli davranıyor. O, bu yüzden, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü destekledi ama hiç bir açıklamasında Rusya’yı suçlamadı.
Erdoğan’ın, önce Rusya, ardından da Gürcistan ziyaretlerinde dile getirdiği, son olarak da Azerbaycan’a önerdiği ‘Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’, bu politikanın ifadesiydi. Ermenistan’ı da kapsaması öngörülen bu platform, Kafkasya’daki ülkeler arasında ekonomik işbirliğini geliştirmeyi amaçlıyor ve tam da bu yüzden, bölgede siyasi bir istikrar ve “barış” arayışı anlamına geliyor.
Ancak, Türkiye’nin Rusya’ya olan bağımlılığını, ABD’ye ve AB’ye olan bağımlılıkla karşılaştırdığımızda, bu “denge” politikasının kalıcı veya başarılı olamayacağını görüyoruz. AKP hükümetinin, Türkiye’deki AWACS uçaklarının Kafkasya’da faaliyet göstermesine izin vermemesi ama ikisi Amerikan donanmasına ait 10 savaş gemisinin Karadeniz’e açılmasını kabul etmesi bu durumun yalın bir ifadesidir. Nitekim, Rusya’nın Türk dışsatım mallarına karşı bir süredir uyguladığı engellemelerin, AKP hükümeti misilleme yapmayı düşünecek denli sıkıştırmış durumda. Bu durumdan çıkacak tek sonuç şudur: Kriz ortamında asıl olan “denge” değil; “denge”lerin bozulması, yani çatışmadır.
Hele de, kapitalizmin bütün çelişkilerinin yoğunlaştığı ve “küçük” patlamalar biçiminde açığa çıktığı Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya bölgesinde “istikrar”dan ya da “denge” politikasından söz etmek, eğer ikiyüzlü bir oyunun parçası değilse, yine bu krizin ürünü bir şaşkınlığın ifadesidir. Gürcistan ile Rusya arasındaki beş günlük savaş, Türkiye’yi şimdiden içine çekmiştir. Türkiye’nin Gürcistan ile olan yakın işbirliği ve bu ülkenin NATO’ya katılmasına verdiği destek bir yana, AKP hükümetinin NATO’ya ait savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkmasına izin vermesi de bunu gösteriyor.
Kafkasya’daki son kriz, 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni yeniden gündeme getirmiş durumda. İçinde bulunduğumuz koşullar, 71 yıl önce imzalanmış olan bu anlaşmanın yeniden düzenlenmesini dayatmaktadır. Türkiye’nin, bu sözleşmeyi, daha önce de kendi çıkarlarına ve uluslararası duruma bağlı olarak farklı biçimlerde yorumladığını biliyoruz. Ancak bu “yorum” özgürlüğünün, büyük güçler arasında Karadeniz’de açık egemenlik peşinde koştuğu ve Rusya’nın yeni bir emperyalist güç olarak ayakları üzerine dikilmeye başladığı günümüz koşullarında, artık eskisi kadar “rahat” kullanılamayacağını söyleyebiliriz.
Türkiye, Gürcistan sorunuyla birlikte bu egemenlik mücadelesinin içine sürüklenmiştir. Biz, bu durumun, Türkiye, küresel kapitalizmin organik parçası haline gelmiş olduğu için, basitçe “dış” etmenlerle açıklanamayacağını düşünüyoruz. Türkiye, uzunca süredir, gümrük duvarları, para – kambiyo politikaları, teşvikler vb. ile korunan ulusal bir pazar değil; büyük ölçüde bütünleşmiş dünya piyasasının ayrılmaz bir parçasıdır ve Türkiye burjuvazisinin çıkarları, uluslararası sermayenin –en azından belirli kesimlerinin- çıkarlarıyla ortaklaşmıştır. Bu, Türkiye’nin egemen sınıflarının, yaşanılması kaçınılmaz çatışmalarda, aynı zamanda kendi çıkarları doğrultusunda yer alacağı anlamına gelir.
Bir ülkenin iç politikası, dış politikasının ayrılmaz parçasıdır ve kapitalizmin dünya sistemi haline geldiği koşullarda, belirleyici olan ikincisidir. Dış politikanın iç politika üzerindeki belirleyiciliği de, tarihin hiç bir döneminde, bugünkü kadar yalın ve çarpıcı olmamıştı. Bu anlamda, Kafkasya’da patlayan ve yayılmakta olan son krizin, AKP hükümetinin geleceğini de belirleyeceğini söyleyebiliriz.
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerine
Biz, ABD emperyalizminin gölge oyuncusu Gürcistan ile Rus emperyalizmi arasında patlayan çatışmanın ardında, herhangi bir “ulusal” mücadelenin değil; Kafkasya’daki enerji kaynaklarının ve Avrupa’ya giden boru hatlarının kontrolünün yattığını düşünüyoruz. Balkanlar’daki emperyalist hegemonya mücadelesinde ABD ve AB karşısında direnemeyen Rusya, bu kez, Kosova’da olduğu gibi “çaresiz” olmadığını göstermekte; bunu yaparken de, aynı Kosova’da ABD ve AB emperyalistlerinin yaptığı gibi, “ezilen bir halkın kurtarıcısı” rolüne soyunmaktadır. Abhazya ya da Osetya halkları da, bu süreçlerde birer özne değil; emperyalist devletlerin egemenlik mücadelesinde kullanılan birer bahanedir.
“Gül devrimi”nin ardından ABD emperyalizminin Kafkasya’daki karakolu haline gelen yoksul Gürcistan’ın, siyasi sınırları içindeki halklara baskı ve yoksulluktan başka bir şey vermediği ortada –ki bu, en baştan beri açıktı. Kaderi, onyıllar boyunca, SSCB’deki ulusal bürokratik klikler arasındaki pazarlıklar eliyle belirlenen Osetya halkı, Kafkasya’daki birçok başka halk gibi, ulusal bir pazar oluşturma şansına sahip olmamış; onun “kaderi”, her zaman, kapitalizminin uluslararası dinamiklerine bağlı olarak belirlenmiştir. Osetya’nın, yüzünü, modern tarih boyunca hep Rusya’ya dönmüş olduğunu; “kader”ini, önce Çarlık Rusyası’nın, ardından da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir parçası olmaktan yana kullandığını biliyoruz. Bunda, Gürcü milliyetçiliğinin rolü olduğu kuşkusuz. Ancak asıl neden, Rus kapitalizmine, ardından da merkezi Rus bürokrasisine bağlı olmanın görece avantajlı olmasıdır. Güney Osetya’daki “ulusal” önderlik, Kokoeti’nin, “Rusya’nın Güney Osetya’da kalıcı üs kurmasını istiyoruz” ve “biz Rus yönetimine soracağız, karar onların” yollu açıklamalarından anlaşılacağı gibi, kendi kaderini Rusya emperyalizminin Kafkasya’daki üssü olarak tayin etmektedir. Bu, Kosova’nın ABD ve AB çokuluslu sermayesinden yana kullandığı “kendi kaderini tayin hakkı”nın, aktörleri değişmiş biçimidir.
Güney Osetya’nın bu “tercih”i, beklendiği üzere, “sosyalist sol”unun önemli bir kesimi tarafından utangaçça ya da açık biçimde desteklendi. Onların “ulus”u ve ulus devleti maddi temellerinden kopartıp evrenselleştirdiklerini bildiğimiz için, bunda, şaşırtıcı bir yan yok. İlginç olan, sözkonusu “sol”un aynı ulusal duyarlılığı Kosova için göstermemiş; bağımsız Kosova cumhuriyetini “ABD üssü” olarak tanımlayıp mahkûm etmiş olmasıdır. Yani, kendi kaderini tayin hakkı, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda kullandığında (ya da “sosyalist”lerimiz öyle düşündüğünde) gayrı meşru; Rusya’dan ya da bir başka –eski Stalinist- büyük güçten yana olduğunda ise meşrudur ve desteklenmelidir. Kısacası “sol”un büyük kısmı dolaylı olarak Rus emperyalizminin yanında tutum aldı. Öncesinde Kosova’da, bugün Güney Osetya ve Abhazya’da “kendi kaderini tayin hakkı”nı –doğru olarak- desteklemeyen kesimler ise kendi programlarıyla çelişmiş durumdalar. Bunun temel nedeni ise, Kürt sorununda farklı bir durum olabileceği izlenimini yaratmak, yani oportünizmdir.
Marksizmin yerine en bayağı oportünizmi geçiren bu yaklaşımın temel özelliğinin, evrensel bir ulus ve ulus devlet kavrayışı olduğu açık. Oysa, Marksizme göre ulus ve ulus devlet adı verilen oluşumlar, üretici güçlerin ulusal bir pazar çerçevesinde gelişebildiği tarihsel bir dönemin yasal – siyasal ifadesinden başka bir şey değildir. Üretici güçlerin son 30-40 yıl içinde ulaştığı düzey, “ulusal pazar”larla birlikte, “ulus devlet” ve ulusal kalkınma stratejilerini de çökertmiştir. Dolayısıyla, dünyanın farklı yerlerindeki bütün ulusal kurtuluşçu hareketler ardı ardına iflas etmiş durumda. Biz bu durumun ardında, dünyaya ulus merkezli gözlüklerle bakan “sosyalist”lerin göstermeye çalıştığının tersine, siyasi önderliklerin ihanetlerinin, beceriksizliklerinin, yetersizliklerinin vb. değil; ulus devlet inşasını gerekli kılan maddi temellerin ortadan kalkmış olmasının yattığını düşünüyoruz. Son savaşla birlikte gerçekte Rusya’ya katılarak Gürcistan’dan kopmuş olan Güney Osetya’da da, herhangi bir ulusal kurtuluş mücadelesinden ve ulusal pazar üzerine kurulu bağımsız bir “ulus” devletten söz edilemez. Osetlerin -ve Abhazyalıların- Rusya’dan yana kullandıkları bu “tercih”in ilerici hiç bir yanı yoktur.
Marksistlerin etnik, kültürel vb. baskılara ve emperyalist sömürüye karşı mücadeleye ilişkin yaklaşımı, bu çerçeve içinde biçimlenir. Yani, onlar, her türlü “ulusal” baskıya ve emperyalizme karşı mücadelelerini, kapitalist sömürünün yerel (“ulusal”) biçimlerini yaratacak; etnik, kültürel vb. baskıları ve eşitsizlikleri kaçınılmaz biçimde yeniden üretecek olan “ulusal” bir program çerçevesinde vermezler.
Marksizmin programına yüz küsur yıl önce girmiş olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, sosyal demokrasinin ve Stalinizmin sosyal emperyalist ya da ulusalcı çarpıtmalarıyla geçen onyılların ardından, üretici güçlerin, ulusal pazarın yerine dünya pazarını geçiren devasa gelişmesi sayesinde, bütün ilerici maddi zeminini yitirmiştir. Artı değer sömürüsünün ulusal piyasalarda değil, uluslararası düzeyde belirlendiği günümüz koşullarında, üretici güçleri ulusal sınırlar içine hapsetme çabasının ifadesi olan bütün projeler gericidir.
Biz, üretimin küreselleşmesinin, Marksizmin siyasi programını gerçekleştirmenin maddi koşullarını her zamankinden daha çarpıcı bir gerçeklik haline geltirmiş olduğunu düşünüyoruz. Bilimsel teknolojik gelişmeler yalnızca mal ve hizmetlerin uluslararası dolaşımını değil (bu, daha 19. Yüzyıl ortalarından başlayarak gerçekleşmişti); tek bir malın üretiminin dünya çapında düzenlenmesini mümkün kılmaktadır. Bu, sosyalizmin maddi altyapısıdır. Ancak üretici güçlerin gelişmesi, her aşamada, özel mülkiyet ve onun siyasi-hukuksal ifadesi olan ulus devlet engeline takılmaktadır. Farklı sermaye gruplarının çıkarlarını savunan devletler arasında kapitalizmin doğası gereği kaçınılmaz olan savaşlar, fabrikaların, evlerin, yolların, köprülerin, uydu iletişim sistemlerinin, internetin ve benzeri maddi üretici güçlerin imhasından başka bir şey değildir. Dahası, savaşlar, yalnızca maddi üretici güçleri imha etmekle kalmamakta; milyonlarca insanın ölümüne, yaşayanların ise düşünsel düzeyde gerilemesine de yol açmaktadır. Mülk sahibi hiç bir sınıf, üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri ve onların hukuksal-örgütsel biçimleri arasındaki bu çelişkiyi çözemez; en fazlasından, yeniden üretir –ki buna “ulusal” denilen burjuvazi de dahildir.
Yeniden Kafkasya’ya dönersek… Gürcü, Çerkes, Abazyalı, Oset, Azeri, Rus vb. işçiler, her türden milliyetçi, dinci vb. ayrımın reddi üzerinden, ABD’li ve Avrupalı işçilerle birlikte, kendi burjuva devletlerine karşı enternasyonalist sosyalist bir mücadeleye girişerek kapitalizmden kurtulamadıkları sürece, Kafkasya’da barış mümkün değildir. Kafkasya, işçi sınıfının her bir etnik kesimi “kendi” burjuvasına yedeklendiği sürece, enerji kaynaklarının paylaşımı için girişilen savaşlara ve “ulusal sorun”lara sahne olmaktan kurtulamayacaktır.
Özetle, eski Sovyetler Birliği’ndeki ve diğer bürokratik diktatörlüklerdeki halklar arasında yaratılmış ve bugüne miras kalmış olan düşmanlıklar, bugün hem Batılı emperyalistler hem de kendisi emperyalist bir güç olarak ortaya çıkan Rusya tarafından kendi çıkarları adına kullanılmaktadır. Kafkasya’daki halkların özgürlük talebini gerçekleştirmenin yolu, onları “kendi” burjuvalarının gardiyanlığında, bir kaç yüz kilometrekarelik “ulusal” hapishanelere tıkıştırmaktan değil; varolan sınırları ortadan kaldırmaktan geçer. Bu, dünya işçi devletleri federasyonunun parçası sosyalist bir Kafkasya İşçi Sovyetleri Federasyonu için mücadeleden başka bir şey değildir. Biz, Kafkasya’daki tek akılcı ve ilerici çözümün bu olduğunu düşünüyoruz. Bunun dışındaki bütün çözüm önerileri, kaçınılmaz olarak uluslararası sermayenin şu ya da bu kanadını desteklemek ve yeni yıkımlara kapı açmak anlamına gelecektir.