Suriye ordusu, 30 Ocak günü yaptığı açıklamada, İsrail’e ait savaş uçaklarının, Suriye’nin başkenti Şam’ın Cemraya semtinde bulunan bir askeri araştırma merkezine saldırdığını bildirdi. İsrail ordusu tarafından aynı gün daha erken saatlerde yapılan bir açıklamada ise, Suriye ordusunun iddiaları yalanlanarak, İsrail savaş uçaklarının, Suriye’den Lübnan’daki “Hizbullah’a silah götüren” bir konvoya saldırdığı belirtilmişti.
Suriye cephesinden yapılan açıklama İsrail’in bu iddiasını yalanlarken, Lübnan’daki BM Barış Gücü’nün (UNIFIL) sözcüsü Andrea Tinanti’nin, İsrail’in Lübnan’ın güneyinde herhangi bir askeri operasyon yapmadığını belirttiği açıklaması da, Suriye ordusundan yapılan açıklamayı destekliyor. Böylece, İsrail’in, hava saldırısına ilişkin dünya basınına servis ettiği bir yalan daha, kısa sürede açığa çıkmış oldu.
İsrail savaş uçaklarının saldırısının, İsrail Başbakan Yardımcısı Silvan Şalom’un, hafta sonu yaptığı açıklamadan; Suriye’nin iç savaş yüzünden, kimyasal silahları üzerindeki kontrolünün zayıfladığı yönünde bir izlenim edindiklerinde müdahale edebileceklerini belirtmesinden yalnızca birkaç gün sonra gerçekleşmesi, kuşkusuz, raslantı değildir.
İsrail ordusunun saldırısı, ABD önderliğindeki Batılı emperyalistlerin Suriye’deki Esad rejimini devirmek amacıyla başlatmış oldukları mezhep eksenli iç savaşın her an bölgesel bir savaşa yol açabileceği gerçeğini bir kez daha bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Nitekim, Suriye’nin yanı sıra İran da israil’in saldırısına sert bir tepki verdi. Basında yer alan haberlere göre, Suriye’nin Lübnan büyükelçisi Ali Abdülkerim Ali, ülkesinin bu saldırıya -gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra- karşılık vereceğini belirtirken, İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan Suriye’ye yönelik saldırının Tel Aviv için önemli sonuçları olacağını vurguladı.
Suriye’nin elindeki kimyasal silahlar konusu, 2012 Aralık ayı ortalarında, Washington Post tarafından dile getirilmiş; ABD’nin, “Suriye’nin kitlesel imha silahlarının aşırı İslamcıların, düzenbaz generallerin ya da diğer denetlenemez hiziplerin eline geçmesinden giderek daha fazla kaygılandığı” belirtilmişti.
Kitlesel imha silahlarının, “yanlış ellere geçmesi”, bir yandan Washington’ın uykularını kaçırırken, aynı zamanda, onun yeni sömürgeci müdahalelerine de gerekçe oluşturuyor. Anımsanacağı üzere, Obama yönetimi, önce Suriye’deki Baas rejiminin kendi halkına karşı kimyasal silahlar kullanabileceğinden söz etmiş; daha önce Irak’ta Saddam diktatörlüğüne karşı kullanılmış olan bu yalan etkili olmayınca, bu kez, söz konusu silahların “istenmeyen unsurların eline geçmesi tehlikesi”ni işlemeye başlamıştı. Onun “istenmeyen unsurlar” dediği güçler, bizzat kendisinin Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eliyle silahlandırıp Esad yönetimine karşı savaşa sürdüğü Sünni İslamcı milislerdi.
El Nusra Cephesi’nin, El Kaide’nin Suriye’deki uzantısı olan “terörist bir örgüt” olarak ilan edildiği ve Batılı emperyalistlerin desteklediği silahlı muhalif cepheden (Özgür Suriye Ordusu’ndan) dışlandığı günlerde, ABD’li yetkililer tarafından yapılan açıklamalar, İsrail’in bu saldırısının Washington ile işbirliği içinde gerçekleştirildiğini göstermektedir. Hem ABD basınında hem de uluslararası basında, İsrail’in saldırı öncesinde ABD’yi bilgilendirdiği belirtiliyor (Türkiye’nin de bilgilendirilmiş olduğunu düşünmemek için herhangi bir neden bulunmuyor).
İsrail savaş uçaklarının 30 Ocak’ta gerçekleştirdiği saldırı, ABD’nin Ortadoğulu müttefiklerinin, Suriye’deki mezhep temelli iç savaşta gerçekte kimlerle birlikte hareket ettiğini de göstermektedir. Başını Suudi Arabistan ve Katar gibi gerici Körfez monarşileri ile birlikte, Ankara’nın çektiği Sünni-İslamcı ittifakın, Esad yönetimine, İran’a ve Hizbullah’a karşı başlıca müttefiki, ABD ve AB destekli Siyonist İsrail devletidir. İsrail’in Filistinlilere yönelik devlet terörüne, insanlık dışı kuşatmaya ve barbarca saldırılarına sözde karşı çıkan AKP iktidarının bu saldırıya ilişkin hiçbir açıklama yapmayıp CHP’ye yönelik yeni bir yaygara koparması, ABD destekli İslamcılar ile Siyonist devlet arasındaki işbirliğini gizleme çabasının ifadesidir.
İsrail’in Şam’daki askeri tesislere yönelik son saldırısı, başta etnik açıdan son derece kırılgan bir yapıya sahip olan Lübnan ve Irak olmak üzere, bölgedeki bütün ülkeleri kapsayacak zincirleme bir reaksiyonu başlatmış durumda. Başta Lübnan ve Irak olmak üzere, bölgedeki tüm ülkelerde, etnik ve/veya mezhepsel bir ayrışmanın, kanlı bir hesaplaşmanın hazırlıklarının sürdüğünden hiç kimsenin kuşkusu olmamalı. Dünya egemenliğini sürdürebilmek için artık ordularından başka başvurabileceği bir gücü kalmamış olan ABD emperyalizmi ile onun Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail, öncelikle İran’ı hedefleyen bütün bu hazırlıklarda doğrudan yer almaktadır.
Bu süreçte, örneğin, Lübnan’daki Hizbullah’ın İsrail’e yönelik bir saldırıya girişmesi ve İsrail ile Lübnan arasında bir savaşın ya da Irak’ta merkezi hükümet ile Kürtler arasında bir çatışmanın başlaması, bütün Ortadoğu’yu savaş alanına dönüştürecektir.
Çeçenistan’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan ve başka yerlerden gelip, Batılı emperyalistler adına Suriye’de Esad yönetimine karşı savaşan İslamcı militanlara eğitim, barınma ve lojistik olanakları sağladığı bilinen Ankara’nın (bu iş için Türkiye-Suriye sınırına bir CIA istasyonu kuruldu), böylesi bir savaşın dışında kalması mümkün değildir. Zira Ankara, hem Suriye’deki mezhep odaklı iç savaşta hem de Irak’taki merkezi hükümet ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki çatışmada taraf olmakla kalmamış; bütün bu çatışmaların başlıca kışkırtıcılarından biri olma rolünü de üstlenmiştir.
İsrail’in Suriye’ye yönelik hava saldırısı ve Ortadoğu’nun içine sürüklenmekte olduğu bölgesel savaş tehlikesi, kapitalizmin küresel çapta derinleşen krizinin bir ürünüdür. Washington yönetimi ülke içinde kemer sıkma biçiminde işçi sınıfına saldırmaya devam ederken, dışarıda, Suriye’de İslamcılar eliyle yürüttüğü vekil savaşı aracılığıyla, Avrupalı ve Asyalı emperyalist rakiplerine, hala “dimdik ayakta” olduğu mesajını vermek istemektedir.
Büyük emperyalist devletler arasında küresel çapta artan gerilimler, muhtemel bir İsrail – Suriye savaşının da etkisiyle, hızla emperyalistler arasında, kapsamlı savaşların eşlik edeceği, dünya çapında açık bir hesaplaşmaya yol açabilir.
Böylesi bir olasılığın ufukta görülmesi, uluslararası işçi sınıfının önüne, devrimci perspektif ve örgütlenme sorununu her zamankinden daha yakıcı biçimde getirmektedir.
Sermayenin işçi sınıfına yönelik artan saldırıları ile halen Ortadoğu’da ve Afrika’da sürmekte olan emperyalist askeri müdahaleler ve savaşlar birbirinden bağımsız gelişmeler değildir. Bütün bunlar, kriz içindeki küresel kapitalist sistemin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Küresel sermayenin her bir bileşeni, bir yandan krizin faturasını uluslararası ölçekte işçi sınıfına ödetmek için yoğun bir işbirliği içinde olurken, aynı zamanda, dünya egemenliği uğruna birbirlerinin altını oymaya çalışıyorlar. ABD’den Avrupa’ya, oradan Latin Amerika’ya, Afrika’ya ve Japonya’ya kadar bütün dünyada uygulanan kemer sıkma ve “istikrar” politikaları; emperyalist devletler arasında giderek yoğunlaşan kur savaşları, Asya’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da şimdiden başlamış olan yeni-sömürgeci askeri müdahaleler ve işgaller, özel mülkiyet, ulus devlet, kâr ve rekabet üzerine kurulu küresel kapitalist sistemin organik bileşenleridir.
Bu durum, emekçilerin ve gençliğin, toplumsal ve siyasal kazanımların ortadan kaldırılmasını amaçlayan saldırılara karşı mücadelesi ile savaşlara ve militarizme karşı mücadelelerin kapitalizm karşıtlığı ekseninde, uluslararası ölçekte birleştirilmesini gerektirmektedir.
Kapitalizm, savaş ve militarizm karşıtı uluslararası bir hareketi inşa edebilecek olan tek toplumsal güç, işçi sınıfıdır. Bu, bilimsel ekonomik – tarihsel çözümlemeler üzerinde yükselen bir tespittir. Dahası, bu tespit, ulusalcı, liberal, küreselleşmeci bütün burjuva ve küçük burjuva çözüm önerilerinin geçtiğimiz on yıllar içinde ardı ardına iflas etmiş olması gerçeğiyle de doğrulanmaktadır.
Ancak işçi sınıfı, kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği yıkıma, günlük mücadeleleri içinde kendiliğinden bir çözüm geliştiremez. O, burjuva özel mülkiyet, kâr ve artık değer sömürüsü üzerine kurulu kapitalist sisteme son verebilmek için, insanlığın binlerce yıllık birikimini ve işçi sınıfının tarihsel deneyimlerini özümsemiş; kapitalizmin bilimsel çözümlemesi üzerinde yükselen sosyalist bir programa ve siyasi bir önderliğe (partiye) ihtiyaç duyar. Bu program ve önderlik, Komünist Enternasyonal’in Stalinist yozlaşmasının ardından Troçki önderliğindeki Marksistler tarafından kurulan IV. Enternasyonal’in, 1953 yılında Pablocu revizyonizme karşı inşa edilmiş olan Uluslararası Komitesi’nde (DEUK) cisimleşmektedir.
Ortadoğu’da yıllardır akıtılan kana, insanlık dışı baskılara, mezhepsel ve etnik çatışmalara, burjuva devlet terörüne ve nihayet hızla yaklaşan bölgesel savaş tehlikesine karşı koyabilmek için, başta Türkiye olmak üzere, bütün bölge ülkelerinde, DEUK’un şubelerini inşa etmek gerekiyor. Ortadoğu’da hızla yükselen burjuva ve küçük burjuva gericiliğine, militarizme ve savaş tehlikesine son vermenin biricik yolu, enternasyonalist – sosyalist partisinin önderliğindeki işçi sınıfının bütün mülk sahibi sınıflardan bağımsız öz örgütlenmeleri (işçi konseyleri/meclisleri) dolayımıyla, işçi hükümetleri kurmasıdır. Bu işçi hükümetleri, emekçilerin demokratik denetimi altında bütün bankaları ve büyük işletmeleri kamulaştırmak, dış ticaret üzerinde devlet tekeli kurmak, merkezi planlama vb. önlemlerle, ekonomiyi insan ihtiyaçlarının karşılanması temelinde yeniden örgütleyecek; bütün Ortadoğulu emekçilerin özgür ve egemen olduğu bir sosyalist federasyon çatısı altında bir araya gelmesi için mücadele edecektir.