İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu

Nisan ayında yasalaşması öngörülen İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu (İSG) geçtiğimiz günlerde uzun görüşmelerin ardından meclisten geçerek iş yaşamında yerini aldı. Öncesinde çok defa eski yasayı eleştiren Bakan Faruk Çelik, eski yasasının sadece işçileri kapsadığını, diğer çalışanları kapsamadığını ve neredeyse dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulamanın olmadığını dile getirmiş, kendi yaptıkları yasanın en önemli tarafını ise şöyle ifade etmişti:“en büyük olumlu yanı bütün çalışanları kapsam içine alıyor olması. İşyerinde memurun geçirdiği kazanın iş kazası sayılmaması ancak işçininkinin iş kazası sayılması durumu bu kanunla birlikte kapanıyor. İSG deyince bugüne kadar hep maden ocakları, inşaatlar, tersaneler, kimya laboratuarları, tekstil fabrikaları vs. akla geldi, oysa ofis, matbaa, okul, hastane gibi akla gelmeyen alanlar da kapsam içine alınıyor. Bu kanun memurların da İSG hizmetine ulaşmasını sağlayacaktır.” Şimdi yenilenen ve yeni adıyla İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun içeriğine bakalım.

İSG Kanunu’nun amacı, “işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının sürekli olarak iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini düzenlemek”,  amacın kapsamı ise, “kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile işveren vekillerine, tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanır” şeklinde belirlenmiş. Bakan Çelik’in ilgili süreç içerisinde yaptığı bir açıklamasında da yapılan bütün bu çalışmaların asıl olarak sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda yapılandığını görmemiz açısından net ifadeler içeriyor:“Çalışanlarınızı öldürerek, sakat bırakarak veya yaralayarak üretim yapıyorsanız, o üretimden hayır görmezsiniz. Bir taraftan ürettiğinizi satıp para kazanırken bir taraftan da kazandığınız parayı tazminata yatırırsınız. İş kazaları, meslek hastalığı tazminatı adeta kemirgen bir kanserli hücre gibi kazancınızı ve sermayenizi alır götürür. İş kazalarından dolayı iflas eden işverenler olduğu gibi şirket ismini değiştirenler de mevcuttur. Sonuçta İş Sağlığı ve Güvenliği ikinci plana atıldığında veya gerekli önem verilmediğinde bir şekilde bedeli ödenmektedir” diyerek, amaçlarının da, niyetlerinin de sermayeyi işçiler için gereksiz israf etmemek olduğunu açıkça ifade etmiştir. Diğer bir ifade ile yaşanan iş cinayetlerinin, sayısız meslek hastalıklarının, sakat kalan binlerce işçinin, ne patron ne de devlet için bir önemi yoktur. Patronlar, kâr hırsları yüzünden işçilerin can güvenliklerini, hayatlarını hiçe sayarken; bu cinayetleri ve cinayetlerin sonuçlarını kendileri için sadece zarar olarak gördüklerini ve bundan da en az maliyetle çıkmak istediklerini her defasında ortaya koymuşlardır. Faturanın kesildiği işçi sınıfının, kayıplarından ve mağduriyetlerinden söz etmeyen bakanın, aynı pişkinlikle yakın zaman içinde iş cinayetlerinde saf ettiği sözler de hemen hatırlanacaktır: “yazık ölene”. Peki, bu durumdan dolayı geride kalan binlerce işçinin yakınlarının ya da çalışamaz duruma gelip traji-komik malullük maaşları ile geçinmek zorunda kalan insanların uzun yıllar sürecek mağduriyetleri ne olacak? Ama burada söz konusu olan bakanın “zavallı” patronlarıdır! Asıl bedeli ödeyen, zarara uğrayan onlar!

Yeni kanunla şu ana kadar sadece sanayi işletmelerinde olan iş güvenliği uzmanlığı tüm işletmelerde uygulamaya konulması planlanıyor. İşyerleri, tehlike sınıflarına göre üçe ayrılırken,  tehlike sınıfının derecesine göre iş güvenliği uzmanı bulunduracak. Çalışan sayısı, işyeri tanımı, tehlike sınıfı, sanayiden sayılıp sayılmaması gibi ayrımların kalkacağı;  bütün işyerleri ve bütün çalışanların İSG hizmetine kavuşacağı varsayılıyor. Ancak ne hikmetse yenilenen bütün yasaların vurgusu, biraz fazlaca “herkese” vurgusu üzerinden yapılmakta. 1 Ocak 2012’de uygulanmaya başlanan Genel Sağlık Sigortası ile “herkesin sağlık sigortası kapsamına alınacağı”, öncesinde konuşulan TİS yasasında da adeta bütün çalışanların sendikalı olması ve toplu sözleşme yapması önündeki engellerin kalkacağı,  yine aynı şekilde bütün çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği kapsamına alınacağı ifadeleri de yanıltıcı olmakla beraber işçi sınıfının hak gasplarını saklama çabası olarak görebiliriz. Bakan Çelik, şu ana kadar İş Kanunu içinde yer alan iş güvenliği maddeleri çerçevesinde, sadece çalışan sayısı ellinin üzerinde olan 28 bin işyeri ve işletmede iş sağlığı ve güvenliğinin uygulandığına işaret ederek, “Yeni dönemde bir milyon 426 bin işyeri ve işletme ile memurların bu kapsama alınacağını” dile getirdi. Bir kişi bile çalıştıran işyerine iş sağlığı ve güvenliği şartı getiriyoruz” diyen bakan, ayrıca çalışan sayısı 1-9 arası olan ve sayısı 1 milyon 210 bin olan işyerlerinin aylık iş sağlığı ve güvenliği ödemelerini devletin üstleneceğini ifade etti. Bu haliyle patronlara mevcut durumlarını bozacak bir uygulama getirilmediği ortadadır, “devletin üstleneceği” giderler, gerçekte emekçilerden alınan vergiler ve çeşitli sosyal kesintilerle karşılanacaktır.

Sayısı 1 milyon 210 bin olan bu yerlerde önceliğin çok tehlikeli işyerlerine verileceği ifade ediliyor. Ayrıca Bakan Çelik, 10-49 işçi çalıştıran işletmelerin ise “az tehlikeli” gruptaysa 72 lira, “çok tehlikeli” gruptaysa 140-150 lira aylık olarak ödeme yapacağını açıkladı. Bunun işçi başına değil, işletme başına bir ödeme olduğunu vurgulayan Bakan, “bu işletmelerin, önleyici denetimleri yapan bir birim tarafından sürekli denetleneceğini” ve “bu değerlendirmenin de tehlike sınıfına göre yapılacağını”  ifade ediyor. Taslağın 21’inci maddesine göre; “İş sağlığı ve güvenliği bakımından teftişe yetkili iş müfettişi tarafından işyeri bina ve eklentilerinde, çalışma yöntem ve şekillerinde veya iş ekipmanında çalışanlar açısından hayati tehlike oluşturan bir husus tespit edildiğinde, bu tehlike giderilinceye kadar iş durdurulur.” Aynı şekilde işçiler de tehlikeli bir durum karşısında işten kaçınabilir ve gerekli incelemelerin yapılmasını isteyebilirler. Ancak biliyoruz ki işçinin burada işi durdurma durumu, aynı zamanda işine son verilmesi anlamına geleceğinden, işçinin boyun bükerek “kaderine razı gelmek” ya da işsiz kalmak dışında bir alternatifi olmayacaktır.

İSG Kanunu, patronları, “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ile işyeri hekimi görevlendirmekle yükümlü kılmaktadır. Aynı madde içinde “Bünyesinde bu vasıflara sahip personel bulunmayan işyerlerinde, bu hizmetin tamamı veya bir kısmı ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alınarak yerine getirilebilir” ibaresine yer verilmiş. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 9 Aralık 2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayınladığı “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmeliğin Uygulanmasına Dair Tebliğ”de  “Bakanlıkça yetkilendirilen OSGB’ler [ortak sağlık ve güvenlik birimi] az tehlikeli sınıfta yer alan ve 1000’den  fazla işçi çalıştıran, tehlikeli sınıfta yer alan 750’den fazla işçi çalıştıran, çok tehlikeli sınıfta yer alan  500’den fazla işçi çalıştıran işyerleriyle hizmet sözleşmesi yapamazlar. Ancak, bu işyerlerinde İSGB [işyeri sağlık ve güvenlik birimi] kurarak alt işveren olarak hizmet verebilirler” denildiği gözetildiğinde, yasa tasarısının işçi sağlığı ve güvenliğini taşeron şirketlerin tekeline ve sorumluluğuna bıraktığı ortaya çıkıyor. 50’den fazla işçisi olan işyerlerinde “İSGB kurmak ve işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamı” zorunluluğunun sınırları yeni düzenlemeyle 585 , 780 , 1170 rakamlarına çekilmekte; böylece 2009 yılındaki yönetmelikte belirlenen ( 500, 750, 1000 ) sayısının da üstüne çıkılmaktadır. Hatta işverenlerin istemeleri durumunda tüm işyerlerinde hizmetin tamamını, piyasa koşullarında OSGB’den alabilecekleri bir sistemin de şartları fazlasıyla mevcut hale gelecektir. İSG Kanunu, çalışma süresi ile ilgili düzenlemelerine bakıldığında işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının çalışma sürelerinin “çalışan başına ayda; çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için en az 20 dakika, tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için en az 15 dakika, az tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için en az 10 dakika olacak şekilde” hesaplandığı görülmektedir. Buna göre çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri 585, tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri 780, az tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri 1170 işçiden fazla istihdama sahip ise işverenleri, “işyeri sağlık ve güvenlik birimi” (İSGB) kurmakla yükümlü olmaktadır.

Yeni kanun ile iş güvenliğindeki danışman şirketlerin işlevleri de azaltılarak, güvenlik konusunda asıl görev iş güvenliği uzmanına yüklenecektir. Düzenlemeye göre danışman şirketler patrona tavsiyelerde bulunan ve karşılığında para alan şirketlerden ileri gitmemektedirler. Ancak bunu, kendi bünyelerinde çalıştırdıkları iş güvenliği uzmanları ile çözebileceklerini söylüyorlar. İş güvenliği uzmanının patrona ayrıca teknik yardım veya hizmet vereceğini anlatan Çelik’in “İş Güvenliği Uzmanı ise orada o işi bizzat yapan ve yaptıran kişidir. Nasıl yapılacağının şeklini, ölçüsünü, miktarını bilen, söyleyen, yaptıran ve altına ’tamamlanmıştır’ diye imza atan kişidir” ifadesi de gerçeği yansıtmamaktadır. En nihayetinde iş güvenliği uzmanı da patronun yanında çalışan biri olup, onun direktifleri ile hareket edecektir. Dolayısı ile patronun eksik bıraktığı konularda patrona baskı yapması demek işten atılması anlamına gelecek. Öyle ki şu anda dahi iş güvenliği uzmanı olarak çalışan kişiler ne yazık ki işçilerin güvenliklerinden ziyade patronun işçiler arasındaki gözcüsüdür ya da öyle olmak zorundadır. En son Esenyurt’ta yaşanan, taşeron işçilerin kaldıkları çadırların yanması sonucu 11 işçinin ölmesi, bunu takiben bölge işyerlerinde “iş güvenliği” adına patronların, elektrikli ısıtıcıları kaldırması ve işçileri soğukta bırakması iş güvenliğinin hangi aşamada olduğunu göstermektedir.

Bakan Faruk Çelik’in “İSG Kanunu ile bütün çalışanlar iş sağlığı ve güvenliği kapsamına alındı”  söylemi kamu çalışanları için hala boş bir yere düşmektedir.  Kamu çalışanlarının “iş sağlığı ve güvenliği” hakkı, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’da tanımlanmış olmakla birlikte,  kanunun, “kaza ve mesleki hastalık hallerini” tanımlamasına karşın, bu şekilde mağdur olanların haklarını 45 yıldır alamadıkları gerçeği ortada durmakta. Dahası işvereni devlet olan kamu çalışanları için sigorta yasası çıkarılmadığından ve çalışanlar adına prim ödenmediğinden; devlet memurları iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hakkından yararlanamamaktadır. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile kamu çalışanları Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınmış olmakla birlikte, iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamına alınmaları henüz söz konusu olmamıştır.

Gerçek anlamda sağlığın korunması ve geliştirilmesi ile iş güvenliği önlemlerinin artırılmasına yönelik olmayan bu uygulamalar ve söylemler sermayenin ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri içermektedir. İSG’deki diğer başlıklardan biri iş sağlığı ve güvenliği konusunda yapılacak çalışmalara, çalışanlardan seçilen temsilcilerin de katılabilmesi. Yönetmeliğin önemli hükümlerinden biri ise “işyeri hekimi ile iş güvenliği uzmanının, noter tarafından onaylanmış bir deftere yazdıkları iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin tedbir ve tavsiyelerinin yerine getirilmemesinin sonuçlarından işverenin sorumlu tutulması”dır. Patronları hukuken sorumlu tutan bu maddenin, uygulamadaki hali ise işyeri hekimi ve işyeri uzmanının patrondan ne kadar bağımsız hareket edebileceği ile de yakından bağlantılıdır.

Organize sanayi bölgeleri ile ilgili yenilenen maddeye de kısaca değinirken, Bakan Çelik’in Ostim’deki patlamada hayatını kaybeden işçiler için sarf ettiği işçi yakınlarının şikayetçi olmadıklarını, bu nedenle yapabilecekleri bir şeyin olmadığını kaba bir anlatımla dile getirdiğini hatırlatalım. Yeni yapılan yasada Organize Sanayi Bölgeleri (OSB)’deki söz konusu güvenlik denetimi Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimlerine bırakılacak. Burdaki uygulamanın amacı küçük işletmelerin iş sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini alacak  “güçlerinin olmaması” ve bu şirketlerin birleşerek bu süreci yönetebilecekleri düşüncesidir.

Bunun dışında birçok meslek dalında özellikle silikozis hastalarıyla gündeme gelen meslek hastalıkları ile ilgili bir düzenleme ya da bu anlamda mağdur olan çalışanların yaşam koşullarını düzeltmeye yönelik bir bilgi de okumuyoruz. Asıl mesele, işçi ve emekçilerin düzenli bir biçimde patrona artı değer yaratması ve emekçilerin canına gelecek zararın patrona maliyeti olmaması açısından “iş güvenliği”ne kavuşturulmasıdır. Başka bir deyişle konu işçi ya da Bakan’ın genel deyimiyle çalışanın güvenliği ve sağlığı olmayacak yapılan “işin güvenliği” olacak, daha az zararla daha esnek çalışma şartlarına uyarlanmış, çalışanın söz hakkının olmadığı daha kapsamlı bir düzenleme karşımızda duruyor.

AKP hükümeti döneminde yaşanan iş cinayetleri 11.000’leri  bulmaktadır. Geçmiş yıllardan bugüne bakıldığında da iş cinayetleri katlanarak artmaktadır. Tabii bunlara yaralanma, sakatlık, hastalık vs. dahil değildir. Çelik eski yasayı eleştirirken ve olumsuz yanlarını sıralarken, kendi iktidarları dönemi olan son 10 yıllık sürede yaşanan iş cinayetlerinden ve meslek hastalıklarından bahsetmemektedir; sadece bunların patronlara verdiği zararlara değinmiştir. Ayrıca istihdamın yaklaşık yarısının kayıtsız olduğu Türkiye’de, kayda geçmeyen iş cinayetlerini tahmin etmek bile mümkün değil.

Bilinen bir gerçeklik varsa o da şudur ki, işçi sayısı arttıkça, fabrika sayısı arttıkça, kişi başına düşen gelir arttıkça (!), ekonomi büyüdükçe, özetle sermaye palazlandıkça ölü işçiler ordusu büyümüştür, büyümeye de devam edecektir.

Çalışma yasalarına baktığımızda sermaye için çıkarılan kanunlarda yer alan tanımlar dahi kabul edilemezdir. En basit örnekle “iş kazası”, “iş ölümü”  tanımlarının yanıltıcılığı ortadadır. Şunu biliyoruz ki bu ölümlere kaza demek patronun bütün önlemleri aldığını, işçilerin güvenceli çalıştırıldığını vb. kabul etmek anlamına gelecektir. Ne var ki sermaye temsilcileri, iş cinayetlerini çok doğal bir süreç gibi sunmakta (hiç şüphesiz kapitalizmde iş cinayetleri ve kalıcı yaralanmalar gerçekten sıradanlaşmış bir durumdur) ve “her işte bir risk vardır, iş kazaları, işçi ölümleri hep olmuştur bundan sonra da olacaktır” şeklinde rahat bir dille konuşmaktadırlar. Bir bakıma kendi pencerelerinden haklı olduklarını da teslim etmek gerekir; öyle ki sermayenin kâr güdüsü ve özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim sistemi devam ettiği müddetçe iş cinayetlerinin, meslek hastalıklarının ve sakatlıkların sonu gelmeyecektir. İşçiler, kendilerine “kader” olarak dayatılan bu yaşam ve çalışma koşullarına, iş cinayetlerine, hastalıklara, sakatlıklara ve bunları yaratan ücretli köleliğe karşı işyerlerinde, mahallelerde, şehirlerde, ülkelerinde ve tüm dünyada birleştiklerinde; işte o zaman yanan, boğulan, göçük altında kalan milyonlarca işçi ve emekçinin hesabını da soracaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir