B20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç’un 15 Kasım’da G20 zirvesi öncesi bir toplantıda “eşitsizliği gidermek için kapitalizmi ortadan kaldırmak gerek” demesinin üstünden iki ay geçti. Koç’un, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yöneliminin hız kazandığı bir dönemde dile getirdiği sözleri, çok konuşulmakla birlikte, haklı olarak, ciddiye alınmamıştı.
Fakat Ali Koç’un sözleri sıradan bir “popülizm” değildi. Aksine, burjuvazinin işçi sınıfı içinde kafa karışıklığı yaratma ve kapitalizmin varlığını garantiye alma stratejisinin bir parçasıydı. Bunu, Koç’un 9 Ocak’ta Habertürk’e verdiği röportajdan anlamak mümkün.
Ali Koç, bu röportajda, aslında demek istediğinin kapitalizmin ortadan kaldırılması değil, ehlileştirilmesi olduğunu söylüyor. O, “benim için konunun temeli, kapitalizmin ortadan kaldırılması ya da yok edilmesi değil; kapitalizmin daha sürdürülebilir, eşitlikçi ve adaletli bir sisteme dönüşmesi” diyerek bunu açıkça ifade ediyor. Hatta Koç, kapitalizmin yararlı olduğunu da iddia ediyor: “Kapitalizm olmasaydı hayatımızda pek çok şey olmayacaktı. Pek çok sektörde çığır açan gelişmeler de kapitalizm sayesinde oldu. Kapitalizmin doğasındaki rekabet ve girişimciliğin sayesinde ortaya çıkan yenilikler ve ekonomik gelişmelerin çok çok büyük nimetleri oldu. Bunları inkar etmek haksızlık olur.”
Türkiye’nin başlıca burjuvalarından biri olan Ali Koç’un kapitalizm ile hiçbir sorununun olmadığı ortada. Ama o, artan gelir eşitsizliğinin ve hızla kötüleşen çalışma ve yaşam koşullarının işçi sınıfı içinde yoğun bir öfke birikmesine neden olduğunun da farkında. Koç, sistemin eşitsizliklerinin, görünüşte de olsa, biraz yumuşamaması durumunda, bu öfkenin patlayacağını da biliyor ve kendi sınıfını bekleyen tehlikeler karşısında uyarıda bulunuyor. Koç, şöyle diyor: “Gelir eşitsizliği başta olmak üzere bu sorunları liderler ya da iş dünyası gönüllü olarak düzeltemezse birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olabiliriz.”
Koç, röportajın sonraki kısımlarında bunu ayrıntılı olarak ifade ediyor:
Bugünkü durum sosyal açıdan sürdürülebilir değil. Gelir eşitsizliği başta olmak üzere küresel sorunları; iş dünyası olarak biz, gönüllü olarak ele almadığımız sürece, mecburen ele almak zorunda kalacağız. Wall Street’i İşgal Et gibi eylemler bu konuda bütün dünya için önemli bir uyarı olarak değerlendirilmeli. Bu eşitsizliğe, vicdan sızlatan tabloya karşı biz kayıtsız kaldığımız takdirde başkaları başka şekilde bunu ele alacak ve bu tür sosyal patlamaların çok daha fazlasını görme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğiz. Benim dikkat çektiğim sorunlar belki de daha çok zengin ülkelerde yaşanacak sorunlar. Ancak yine de bizim de ders ve önlem almamız lazım. Bizim ülke olarak geleceğimiz çok parlak, ama bugün kırmızı alarm veren tehlikelere karşı hep beraber omuz omuza vermediğimiz takdirde bizim başımıza da çok ciddi problemler gelebilir.
Tüm dünyada gelir eşitsizliğinin olağanüstü boyutlara ulaştığı bizzat burjuvazi tarafından finanse edilen uluslararası kuruluşlar tarafından raporlanıyor. ?İngiliz yardım kuruluşu Oxfam yeni yayınladığı raporunda 62 “süper zenginin” servetlerinin en yoksul 3,5 milyar kişiden (dünya nüfusunun yarısından) daha fazla olduğunu duyurdu. Kurum ayrıca 2016 yılında dünyanın yüzde 1’lik nüfusuna denk gelen 70 milyon kişinin dünyanın geri kalan yüzde 99’undan (Yaklaşık 7 milyar insan) daha fazla servete sahip olacağını açıkladı.
Servetin toplumda aşağıdan yukarıya aktarılması 2008 mali krizinden bu yana hızını arttırıyor. Gelir uçurumunun olağanüstü boyutlara ulaşmasına, tüm dünyada polis devletleri inşası eşlik ediyor. Bu süreçte demokratik haklar askıya alınıyor, devasa gözetleme sistemleri kuruluyor, silahlanmaya ayrılan para miktarı rekor üstüne rekor kırıyor ve ufukta üçüncü bir emperyalist dünya savaşı tehlikesi beliriyor. Tüm bu hazırlıklar sadece rekabet içinde bulunan rakip devletlere karşı değil; aynı zamanda işçi sınıfının ve toplumun geniş kesimlerinin yükselen öfkesine karşı yapılıyor. Yılın henüz başlarında yaşanan gelişmeler bile 2016’nın yükselen bir sınıf mücadelesi yılı olacağını gösteriyor.
Ali Koç’un sözde anti-kapitalist çıkışı, burjuvaziye bir uyarı olmasının yanı sıra, işçi sınıfı içinde patronların insafa geleceğine dair hayaller yaymayı amaçlıyor. O, emek sömürüsünün patronların hırsından kaynaklandığını söylerken ve “kendi isteğimizle değişmezsek mecburen değişeceğiz” derken, sorunun kapitalist üretim ilişkilerinin temelinde yattığını gizlemeye çalışıyor.
Koç, bu konuda türünün tek örneği değil. Sadece Türkiye’de değil, dünyada nice kapitalist göstermelik adımlarla işçi sınıfının gözünü boyamayı amaçlıyor. Bunun en çarpıcı örneği Microsoft’un sahibi, dünyanın en zengin kişisi Bill Gates’in güler yüzlü kapitalizm çıkışıdır. Koç’un tespitleri, Gates’in tespitleriyle hemen hemen aynı. O da kapitalizmin ehlileştirilmemesi durumunda ciddi sosyal patlamalara neden olacağını söylüyordu.
Peki, vicdanı sızlayan (!) bu burjuvaların çözüm önerileri neler? Ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sosyal hakların geliştirilmesi, emekçilerden alınan vergilerin azaltılması, savaş ve diktatörlük yönelimlerine son verilmesi mi? Kesinlikle hayır. Onlar, göstermelik yardım kampanyalarıyla günü kurtarmaya çalışıyorlar. Bill Gates ve eşi Melinda Gates, kurdukları bir vakıfla hayır işleri yapıyor ve kimi milyarderleri kişisel servetlerinin yarısını bağışlamaya ikna etmiş durumdalar. Yapılan yardım kampanyaları, sefalet ve açlık koşullarına mahkum edilmiş olan milyonlarca insanın yaşamında hiçbir kalıcı değişiklik yaratmıyor; Afrika’da yürütülen aşı kampanyaları o insanlar için iyi bir şey olmakla birlikte, sefaletin ve hastalıkların nedeni olan toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırmıyor ya da hafifletmiyor. İlaç firmalarının devasa kar marjlarından; patent yasalarının milyarlarca insanın ilaca erişimini nasıl engellediğinden kimse bahsetmiyor.
Kapitalizmin, burjuvaların “vicdan”larından bağımsız işleyen yasaları var. Ve bu yüzden de tüm bu burjuvaların eşitsizlik ve kapitalizmin kötülükleri hakkındaki ikiyüzlü söylemleri emekçi kitlelerin yaşamlarında olumlu bir değişikliğe işaret etmiyor; aksine eşitsizliğin ve sömürünün daha da artacağının bilincinde olan egemen sınıf, patlayacak öfkeye karşı önlem olarak sosyal devlete değil polis devletine yöneliyor.
Burjuvazinin yaşanan eşitsizlik karşısındaki öfke patlamalarını sadece otoriter yöntemlerle bastırması elbette her zaman mümkün değil. Burada devreye giren başlıca araçları ise sahte sol partiler ve sendikalar. Burjuvazi, işçi sınıfının daha iyi bir yaşam özlemini sahte sol partilerle yatıştırma telaşında. Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki Podemos, Almanya’daki Die Linke (Sol Parti) ve Türkiye’deki HDP gibi partiler, sistem içi bazı reformlarla her şeyin yoluna konulabileceği hayalini yayarak işçi sınıfını yanıltıyorlar. Syriza bunun bariz bir yalan olduğunun çarpıcı bir örneğidir. Yunanistan’da Syriza iktidarı bütün seçim vaatlerine ve halkın referandumdaki kararlılığına ihanet etmiş durumda ve AB’nin yıkıcı kemer sıkma politikalarını uyguluyor; Almanya’daki Sol Parti, içeride işçi sınıfının direnişini kırmaya çalışıyor; İspanya’da Podemos Avrupa Birliği’ni ve kapitalizmi savunuyor; HDP ise kapitalizmi ve özel mülkiyeti hedef almayan kimlik politikaları temelinde sahte bir barış ve demokrasi hedefiyle kitleleri sistem içinde tutmaya çalışıyor. Bu partilerin hepsinin bir ortak noktası da, emperyalist savaşlara “insani” gerekçelerle destek vermeleri.
Bununla birlikte, son 40 yıl içinde bütün eski sosyal devlet politikalarının terk edilmesi ve kapitalizmin en vahşi uygulamalarının yeniden canlanması, patronların aç gözlülüğünden değil, kapitalizmin yapısındaki köklü bir dönüşümden kaynaklanmaktadır. Dünya kapitalizminin küreselleşme adı verilen görülmemiş bütünleşme süreciyle birlikte, ona karşı ulusal sınırlar içindeki bütün direnişler etkisiz hale gelmiştir. İşçi sınıfının önceki dönemde elde ettiği bütün kazanımlarının yoğun bir saldırı ile karşı karşıya olması ve yaşam standartlarındaki sert düşüş bununla ilgilidir.
Ali Koç’un sözleri, kuşkusuz kapitalistler, burjuva iktisatçılar, politikacılar, köşe yazarları ve akademisyenler arasında belirli bir karşılık bulmaktadır. Fakat onların hiçbiri, hızla artan toplumsal eşitsizliğe, sefalete, baskılara ve tırmanan militarizme karşı ciddi bir çözüm önermiyor, öneremiyor. Bu burjuvalar, kısa süre öncesine kadar savundukları “barış ve demokrasi” programlarını rafa kaldırmış; mali sermayenin uluslararası savaş ve diktatörlük yönelimine eklemlenmiş durumdalar.
Türkiyeli işçiler, kapitalizmin kendilerini sürüklediği felaketi görmek; dünyanın diğer yerindeki sınıf kardeşlerinin deneyimlerinden dersler çıkarmak zorundalar. İşçi sınıfının önünde iki yol bulunuyor. Ya milliyetçi ve dinci ideolojilerle ya da küçük-burjuva demokrasi ve barış hayalleri ile süslenmiş savaş ve diktatörlük yönelimine yedeklenmek; ya da bütün bölücü kimlik politikalarından arınmış uluslararası bir sınıf olduğunun bilinciyle, sermayeden, devletten ve onların hizmetindeki sendikalar ile sahte soldan bağımsız, savaş ve diktatörlük karşıtı, sosyalist bir işçi hareketi örgütlemek.
Burada işçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, kapitalizmin insanileştirilebileceğine ilişkin burjuva ve küçük-burjuva yalanları ifşa etmek ve Marksizmin ışığında enternasyonalist sosyalist perspektifi yaymaktır. Dördüncü Enternasyonalin Uluslararası Komitesi bu perspektifin dünyadaki biricik temsilcisidir.