Gazetecilerin tutuklanması, demokratik haklar ve Ortadoğu savaşı

Cumhuriyet gazetesi genel yayın müdürü Can Dündar ile Ankara temsilcisi Erdem Gül, “terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım”, “gizli belgeleri siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme ve açıklama” suçlamalarıyla tutuklandı. Onların tutuklanmasını, Sol Haber’in eski sorumlu müdürü Hafize Kazcı için aynı haber nedeniyle açılan dava takip etti. Bu sözde suçlamalar, AKP iktidarının Suriye’deki cihatçı örgütlere yaptığı silah yardımını açığa çıkartan “MİT TIR’ları” ile ilgili.

2014 yılının 19 Ocak günü Suriye’ye silah taşıyan üç TIR, Adana’da, savcılık emriyle gerçekleşen bir jandarma-polis operasyonuyla durdurulmuş ve MİT, TIR’ların kendisine ait olduğunu iddia ederek, arama yapılmasını engellemeye çalışmıştı. Bu operasyonu yürüten dört savcı ve bir kurmay albay, sözde “paralel yapı”nın bir parçası olarak, Mayıs 2015’te tutuklanmıştı.

Cumhuriyet gazetesi, bu tutuklamaların hemen ardından, 29 Mayıs günü, “MİT TIR’ları” ile ilgili bir haber yaptı ve MİT’in Suriye’de Esad yönetimine karşı savaşan şeriatçı milislere yasadışı silah sevkiyatını belgeledi. Olayı örtbas etmek isteyen iktidarın bu habere tepkisi sert oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 31 Mayıs 2015 günü, TRT’deki bir canlı yayınında, “MİT TIR’ları” konusunun gündeme getirilmesini “casusluk” olarak tanımladı ve  “Haberi yapan bedelini ağır ödeyecek” tehdidinde bulundu. Ama Cumhuriyet gazetesinin genel yayın müdürü Can Dündar, bu tehdide, 2 Haziran tarihinde kaleme aldığı 20 soruluk bir yazıyla yanıt verdi. Erdoğan’ın ve iktidarın ipliğini pazara çıkartan bu yanıtı, 12 Haziran günü yayımlanan bir başka “MİT TIR’ları” haberi izledi. (Konuyla ilgili bknz: MİT TIR’ları, “basın özgürlüğü” ve burjuva ikiyüzlülüğü)

Cumhuriyet gazetesi, son aylarda “PKK ile mücadele” adı altında Kürt illerinde estirilen devlet terörünü ve Kürt halkının maruz kaldığı yıkımı gösteren haberleri nedeniyle de AKP iktidarının şimşeklerini üzerine çekti. Sonuçta, AKP iktidarı, IŞİD’in taşeron olarak kullanıldığı kanlı bombalı saldırıların eşlik ettiği son altı aylık süreçte, “paralel yapı ile mücadele” maskesi altında muhalif basına yönelik saldırılarını arttırırken, Cumhuriyet gazetesini de tam bir kuşatma altına aldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rus savaş uçağının kasten düşürülmesinin ardından, nihayet, geçtiğimiz Salı günü, “MİT TIR’ları”na ilişkin gerçekleri gizleme ısrarından vazgeçti ve “[silah] varsa ne olacak, yoksa ne olacak” diyerek, iktidarın El Kaide bağlantılı beslemelerine silah sevkiyatı yaptığını itiraf etti. Erdoğan, silahların gönderildiği güçlerin, “Mağdur, mazlum, bizim Bayırbucak Türkmen kardeşlerimiz” olduğunu söylüyor. Silah sevkiyatı yapılan güçlerin bu şekilde tanımlanması, onların El Kaide bağlantılı şeriatçı vekil savaşçılar olduğu gerçeğini örtbas etmeye yönelik ucuz bir lafazanlıktır ve aynı zamanda, Ankara’nın Suriye’de ABD emperyalizmi önderliğinde sürdürülen savaştaki gerici taşeron rolüne milliyetçi bir destek sağlamayı amaçlamaktadır.

Özetle, Can Dündar ile Erdem Gül’ün tutuklanmalarının tek nedeni, tüm dünya tarafından bilinen ve devletin en tepesindeki kişi tarafından itiraf edilen bir gerçeği haber yapmış olmaları değildir. Onların yasaları hiçe sayarak tutuklanması, şimdi Suriye’yi istila etmeye hazırlanan iktidarın, medyayı bütünüyle kendi denetimi altına alma, diğer gazetecilere gözdağı verme ve halkın yaşanacak gelişmeler konusunda, sınırlı da olsa, bilgi edinmesini engelleme çabasının bir parçasıdır.

Şirket ve banka patronları ile onların emrindeki iktidarlar, on yıllardır uygulanan toplumsal karşı-devrim politikalarıyla, bir yandan işçi sınıfından küçük bir azınlığa devasa toplumsal servet aktarımını sağlarken, aynı zamanda, toplumun etnik ve mezhepsel kimlikler ekseninde parçalanmasını daha önce görülmedik düzeyde hızlandırmış durumdalar. Ortadoğu’nun emperyalist paylaşım süreci, Türkiyeli egemenler tarafından, hem yeni sömürü ve etki alanlarına sahip olma fırsatı, hem de zamanını ve biçimini olmasa da patlayacağını bildikleri toplumsal öfkenin üstesinden gelmenin aracı olarak görülmektedir. Dahası, onlar, Türkiye’deki sistemin yazgısının doğrudan doğruya Suriye’de sürmekte olan savaş eliyle belirlendiğinin farkındalar. Resmi siyaset kurumunun, onun uzantısı sendikaların ve onun bir parçası haline gelmeye çalışan sahte solun Suriye’de yaşanmakta olan yeni-sömürgeci vekil savaşı karşısında ilkeli bir savaş karşıtı tavır sergileyememesinin nedeni budur.

Suriye’deki savaşta ABD’nin yanında yer alan ya da onunla Avrupalı rakip emperyalistler (Fransa, Almanya) arasında oynamaya çalışan bu siyasi güçlerin, Can Dündar ile Erdem Gül’ün tutuklanması karşısında ciddi bir karşı çıkış sergilemesi, elbette beklenemezdi. Nitekim onlar, aynı basına yönelik önceki saldırılarda ya da Kürt halkına karşı aylardır estirilen devlet terörü karşısında olduğu gibi, günü kurtarmaya yönelik ikiyüzlü “kınama” açıklamalarıyla yetindiler.

Benzeri göstermelik açıklamalar, Ankara ile anlaşma peşinde koşan ve AKP iktidarına bütün bu saldırılarda açık çek veren emperyalist merkezler tarafından da yapıldı. Ankara’yı kendi Suriye stratejisine (ki net bir stratejiye sahip olduğu oldukça kuşkulu) tam olarak uyarlama adına PKK’ye yönelik askeri operasyonlara ve ona eşlik eden medyaya yönelik saldırılara onay veren Washington’ın Ankara Büyükelçiliği, “kaygılıyız” diyen bir açıklama yayınladı. Almanya Başbakanı Merkel, kısa süre önce, Ankara’ya yönelik fiili diplomatik ambargoya son vererek, Erdoğan’ı ziyaret etti. Merkel, Türkiye’ye, Suriyeli göçmenlerin Avrupa’ya geçişini engellemesi için 3 milyar avro teklif etti. Bu rüşvete, elbette, AKP iktidarının savaş ve diktatörlük yönelimine sessiz onay verilmesi eşlik ediyordu.

Bir dünya savaşını tetikleyebilecek şekilde bir Rus uçağının düşürülmesinin ve gerilimin tırmanmasının ardından Rusya’nın karşı hamlelerini bekleyen AKP iktidarı, özellikle, kendisinin El Kaide, IŞİD vb. örgütlerle ilişkilerinin ifşa edilmesi olasılığına karşı önlem almaktadır. Özetle, Dündar’ın ve Gül’ün tutuklanması, emperyalist devletler ile Türkiyeli egemen sınıfın Suriye üzerinde sürdürdüğü savaşın ve pazarlıkların ürünlerinden biridir. Egemen sınıfın bütün kesimleri ve burjuva partileri, Ortadoğu’nun paylaşımı uğruna emperyalist devletler arasında süren ve ABD’nin Rusya’yı kuşatıp parçalamayı amaçlayan kapsamlı stratejisinin bir ürünü olan bu savaşın ve pazarlıkların parçasıdır. Onlar arasındaki anlaşmazlıklar, taktiksel konularla sınırlıdır. Bunun nedeni, bütün bu kesimlerin, varlıklarını kapitalist kar ve özel mülkiyet sistemine borçlu olmasıdır.

Demokratik hakların savunusu uğruna mücadele, savaşa karşı mücadeleden; savaşa karşı mücadele de onu doğuran kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz.

Bu tarihsel-toplumsal gerçeklik, egemen sınıfın uluslararası düzeyde benimsemiş olduğu ve Türkiye’de, 13 yıldır AKP iktidarı eliyle uygulanan savaş ve diktatörlük yönelimini durdurabilecek; demokratik hakları savunabilecek ve dolayısıyla, gazetecilerin tutuklanmasını da önleyebilecek tek toplumsal güç olarak işçi sınıfına işaret etmektedir.

İşçi sınıfı, bu görevi, yalnızca, mülk sahibi sınıfların bütün kesimlerinden bağımsız, etnik, dinsel vb. kimlik politikalarından arınmış uluslararası sınıf kimliğiyle; kapitalist sömürüden ve ömrünü çoktan doldurmuş olan ulusal sınırlardan arınmış bir dünyanın parçası olarak Ortadoğu Sosyalist Devletler Federasyonu’nu amaçlayan sosyalist bir program uğruna mücadele içinde yerine getirebilir.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) önderliğine aday olduğu ve geliştirdiği bu mücadelenin günümüzdeki somut karşılığı, onun şubeleri olarak Sosyalist Eşitlik Partilerinin inşası ve işçi sınıfı önderliğinde sosyalist bir savaş karşıtı hareketin örgütlenmesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir