Dünya ekonomisinin yüzde 85’ini gerçekleştiren gelişmiş ve gelişmekte olan 20 ülkenin yöneticilerini bir araya getirecek olan G-20 Zirvesi, 2 Nisan günü Londra’da toplanıyor. Zirve’nin ana temasını, yaşanmakta olan krizden çıkış için alınacak önlemler oluşturuyor. Bu konuda da, katılımcılar arasında bir görüş birliğinden söz etmek mümkün değil. Örneğin, ABD, hükümetlerin sürece daha fazla müdahale ederek kapsamlı parasal teşvik önlemlerini gündeme getirmesi gerektiğini savunuyor (ABD Maliye Bakanı Tim Geithner, bütün ülkelere, 2009-2010 yılları için, GSMH’lerinin yüzde 2’si oranında bir parasal teşvik uygulamaları önerisinde bulunmuştu). Başını Almanya’nın çektiği kimi Avrupalı ülkelerin ise bu tür kapsamlı parasal teşviklere pek sıcak bakmadığı biliniyor.
Londra’daki zirvenin ana kaygısının, derin ekonomik krizin ortasında taraflar arasında ortaya çıkabilecek –ve onu daha da kötüleştirebilecek- bir çatışmayı önlemek olacağını söyleyebiliriz. Zaten, ev sahibi İngilizlerin aylar öncesinden başlayarak katılımcı ülkelere yaptıkları ziyaretlerin nedeni de buydu.
Korumacı eğilimlerle mücadele
Geçtiğimiz yıl Kasım ayında Washington’da toplanan G-20 Zirvesi’nin sonuç bildirgesini anımsıyor musunuz? Katılımcılar, serbest piyasanın desteklenmesi konusunda anlaştıklarını açıklamışlardı. Ama bu açıklamaların ardından, burjuva yönetimlerin hemen hepsi, şu ya da bu biçimde, uluslararası rakipleri aleyhine “ulusal” pazarını koruma yönünde adımlar attı.
Dünya Ticaret Örgütü, kısa süre önce yayınladığı raporda, korumacı önlemlerin dünya ticaretini azalttığı; ticari kısıtlamaların, Wall Street’in çökmesinden sonra patlayan 1929 Bunalımı’ndaki gibi, uzun süreli bir çöküşe, ayaklanmalara hatta savaşlara yol açabileceği uyarısında bulundu. Dünya Bankası da, 23 Mart günü yayınladığı ve dünya ticaretindeki çarpıcı düşüşü vurguladığı raporunda, bizzat G-20 ülkelerinden onyedisinin, gümrük vergilerini arttırma ya da kimi malların dışalımını yasaklama gibi ticari kısıtlamalara başvurmuş olduğunu; hükümetlerin yerli malların kullanımını teşvik ettiklerini belirtiyordu. Şimdi, sözkonusu ulusal korumacı önlemlerin dünya ticaretindeki gerilemeyi daha da hızlandıracağından korkuluyor.
İşin bir diğer boyutu da, bir malın bütünüyle bir ülkede üretilip satıldığı dönemin büyük ölçüde kapandığı ve onun farklı parçalarının dünyanın farklı yerlerinde üretildiği bir dönemde, sözkonusu korumacı önlemlerin ne yönde ve ne kadar etkili olacağı. Korumacılığın, uluslararası rakiplerinden daha pahalıya mal / hizmet üreten ve satan kimi sermaye kesimlerinin işine yarayacağı ortada. Ancak, korumacılık, sermayenin, düşük maliyetlerle dünya pazarı için üretim yapan kesimleri için hiç de tercih edilebilir değil. G-20 Zirvesi’ne ev sahipliği yapan İngiltere’nin başbakanı Gordon Brown, korumacı eğilime olan tepkisini, kısa süre önce, şu sözlerle açıklamıştı: “Eğer tarihten herhangi bir şey öğrendiysek, bu, korumacılığın bir bozgun ve korku politikası olduğu; sonuçta da hiç kimseyi korumadığıdır.”
Teşvik paketi üzerine anlaşmazlıklar
G-20 ülkeleri, milyarlarca dolarlık “teşvik paketleri” konusunda da ikiye bölünmüş durumda. ABD Başkanı Obama’nın başını çektiği bir grup G-20 üyesi devlet –ki bunlarıın arasında Japonya’yı, Avustralya’yı, Kore’yi ve Çin’i de sayabiliriz, “cesur, kapsamlı ve eşgüdümlü bir eylem”e geçme düşüncesini savunuyor. Buna göre, piyasaları yeniden canlandırmak için parasal önlemlere başvurulması; üretimi, tüketimi ve istihdamı arttırmak üzere piyasalara daha fazla para akıtılması ve bunun uluslararası düzeyde eşgüdümlü olarak yapılması gerekiyor.
Bu yaklaşıma kuşkuyla yaklaşan kesimin başını ise Almanya ve Fransa çekiyor. Obama’nın milyarlaca dolarlık ekonomik kurtarma planının benzerini AB içinde uygulamayı daha önce reddetmiş olan Almanya Başbakanı Angela Merkel, 28 Mart tarihli Financial Times’daki söyleşisinde, “Kriz, biz piyasaya çok az para sürdüğümüz için değil ama ekonomik büyümeyi gereğinden fazla parayla yarattığımız için ortaya çıktı ve bu sürdürülebilir bir büyüme değildi” diyerek, uluslararası düzeyde parasal bir reformun gereğini vurguladı. Tam da bu noktada, Çin Merkez Bankası Başkanı Zhou Xiaochuan’ın yeni bir uluslararası para sistemi talep eden açıklaması geldi. Zhou, “Keynes’in 1944 yılında Bretton Woods’da savunduğu ama zafer kazanmış ve mağrur Amerikalılara kabul ettiremediği, ‘dünya parası’ (Bancor) düşüncesine geri dönmenin zamanıdır” diyerek, ABD Doları’nın egemenliğine son vermek gerektiğini ilan ediyordu. Bu önerinin önümüzdeki süreçte kabul görmesi –ki ABD buna şiddetle karşı çıkacaktır- beraberinde, gözden geçirilmiş bir IMF’ye ve Dünya Bankası’na yeni işlevler yüklenmesini getirecektir.
Bu arada, AB üyesi devletler, 20 Mart günü Brüksel’de yapılan bir zirvede, IMF’ye fazladan 75 milyar; Doğu Avrupa’ya ise 25 milyar Avro tutarında acil kredi verilmesini kabul ettiler. Bu yolla onlar, hem G-20 Zirvesi’nde doğabilecek gerilimi azaltmış hem de AB’nin Londra’ya “tek ses” olarak gitmesinin yolunu döşemiş oldular. Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy de, son AB zirvesinde, “vergi cennetleri ve kara listeler konusunda; yüksek riskli yatırım fonları ve üst düzey yöneticilere ödenen paralar; bankalar için hesap denkleştirme kuralları ve düzenleme konularında hemfikir” diyerek, AB’nin Londra’da tek ses olacağı mesajını verdi. Ama sorun o denli basit değil. Bizzat AB içinde, Lüksemburg ve Avusturya gibi “vergi cennetleri” ile özellikle Almanya arasında varolan “çatlak” küçümsenmemeli. En önemlisi de, AB’nin küçük üyelerinin Londra’da yeralmayacak olması. Büyük “ortak”ların onları G-20 Zirvesi’nde ne ölçüde temsil edeceği ise belli değil.
Basında yeralan haberlere göre, Obama Londra’da yeni bir ekonomik kurtarma planı çağrısı yapmayacak. Beyaz Saray’ın uluslararası ekonomik konulardan sorumlu ulusal güvenlik danışman yardımcısı Mike Foreman, bunu, “hiç kimse, Londra’ya gelecek olan hiç kimseye ya da ülkeye hemen şimdi daha fazlasını yapmasını önermiyor” diyerek ifade etti. Özetle, tarafların zirve öncesi bütün tavırları, onların, Lodra’da herhangi bir tatsızlık çıkmaması için ellerinden geleni yaptıklarının ifadesi.
G-14 Zirvesi
Bu arada, G-8’ler olarak bilinen en güçlü ekonomileri temsil eden devletlerin çalışma bakanları, G-20 Zirvesi’nde yeralan altı ülkeyle (Çin, Avustralya, Brezilya, Meksika, Güney Afrika ve Mısır), 22 Mart günü Roma’da bir araya geldiler. Bu zirvenin gündemi, küresel krizin “insani boyutu”ydu. Katılımcılar, yaklaşan G-20 Zirvesi’nden, “insanı ön plana çıkarmasını”; sosyal yatırımlara, iş alanları yaratmaya, eğitime, sağlığa ve çevrenin korunmasına ağırlık veren politikalar geliştirmesini talep ettiler. Burjuva hükümetlerin temsilcilerinin “insani boyut” kavramını kullanmasına bakmayın. Onları kaygılandıran şey, üretimin küreselleşmesi ile mülkiyetin ve zenginliklerin giderek daha az sayıda insanın elinde toplanmasının yol açacağı alt üst oluşlardır.
IMF başkanı Dominique Strauss-Kahn, sözkonusu zirvenin yapıldığı günlerde Cenevre’de gerçekleşen bir ILO toplantısında, bilmem kaçıncı kez, işsizliğin dünya çapında yükselmesinin, “demokrasiyi tehdit eden ve hatta savaşlarla sonuçlanabilecek toplumsal çatışmalara zemin hazırladığı uyarısında bulundu. ILO’nun geçtiğimiz Ocak ayında açıkladığı rakamlara göre, küresel krizin 2008-2009 yılları içinde işsizliğe sürükleyeceği insan sayısı 50 milyonu bulabilir. Dünya Bankası ise krizin 46 milyon insanı daha yoksulluk sınırının altına iteceğini belirtiyor.
Özetle, dünyanın egemenlerinin ikinci derecedeki ortaklarıyla birlikte Londra’da toplayacakları G-20 Zirvesi’nde açık olan tek şey, onların gerçek bir küresel – toplumsal alt üst oluş tehlikesi karşısındaki kaygılarıdır. Ama onların elinde, yaklaşan toplumsal alt üst oluşlar karşısında ne yapılabileceğini gösteren bir reçete bulunmuyor. Dahası, sermayenin her bir fraksiyonu, rakibinin zararına kendini kurtarma çabası içinde kendi siyasi temsilcilerine baskı yapıyor. Daha fazla kar ve rekabet üzerine kurulu bir sistem olan kapitalizm altında, başka türlüsü de düşünülemez.
“Sosyal devlet” değil; sosyalist dönüşüm
Başta bilim ve teknoloji olmak üzere üretici güçlerin bu özel mülkiyet sistemine rağmen sergilemiş olduğu gelişme, ulusal parçalanmışlığa fiilen son vermiş ve her yönüyle bütünleşmiş bir dünya ekonomisi yaratmış durumda. Ancak, üretici güçlerin gelişmesinin ürünü olan bu gelişme, kapitalizm altında insanlık için devasa bir atılıma dönüşemez. Tersine, kapitalizmin asli unsurları olan burjuva özel mülkiyet ve ulus devlet sistemi, üretici güçlerin daha fazla gelişmesini önlemekte; bilimiyle, teknolojisiyle ve kültürüyle insansoyunu kaçınılmaz bir yıkıma sürüklemektedir. Yaşanan krizin nedeni de budur.
Küresel sermayenin farklı kesimlerinin elindeki başlıca burjuva devletlerin yöneticilerini bir araya getiren G-20 türü zirvelerin, kapitalizmin, insanlığı her yönden gerçek bir yokoluşa sürükleyen bu tarihsel çelişkisini çözmesinin mümkün olmadığı ortada (bu, onların burjuva özel mülkiyete, yani kendi varlıklarına son vermeleri anlamına gelirdi). Onların en fazlasından yapabilecekleri, kendisini saran zırha (burjuva mülkiyet ilişkileri ve ulus devlet) rağmen büyümeyi sürdüren bedeni (üretici güçleri), orasını burasını keserek, zırhın içinde tutmak olabilir. Geçtiğimiz yüzyılın iki dünya savaşı bu durumun en çarpıcı örnekleridir.
Krizin çözümü, “bankalardan nefret ediyoruz”, “önce insan” vb. sloganlarla sokaklara çıkan onbinlerce insanın savunduğu “insani kapitalizm”in ulusal sosyal devletinde de yatmıyor. Bilimsel – teknolojik gelişmeler, onyıllardır, malların ve hizmetlerin dünya çapında üretimini / tüketimini mümkün kılmış; ekonomik – toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasının ürünü olan “sosyal devlet” artık geride kalmıştır. Malların tek bir ülkede belirli bir ulusal pazar için üretilip tüketildiği, ulusal sendikaların önderliğinde toplumsal uzlaşma üzerine kurulu “sosyal devlet” günleri geride kalmıştır. Uzunca süredir gündemde olan şey, bir bütün olarak dünyanın sosyalist dönüşümüdür.
Ekonomik küreselleşme süreci, bütün ezme-ezilme ilişkilerinin ve eşitsizliklerin ortadan kalkacağı bir dünya sistemi olarak sosyalizmin maddi zeminini döşüyor. Şimdi bunu, özel mülkiyeti ve onun en üst düzeydeki ifadesi olan burjuva devletleri ortadan kaldırma ile tamamlamak gerekiyor. Yalnızca işçi sınıfının başarabileceği bu adımın atılamaması, önümüzdeki günlerde G-20 Zirvesi’nde bir araya gelecek olan egemen devletlerin çok uzun olmayan bir süre sonra birbirleriyle girişecekleri savaşlarda on milyonlarca insanın birbirini boğazlaması ve insan uygarlığında gerçek bir yıkım anlamına gelecektir.