İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs, diğer kentlerin yanı sıra, İstanbul’da da kutlandı. İstanbul’daki kutlamaları geçtiğimiz yıllardan ayıran başlıca özellik, Taksim 1 Mayıs Alanı’na ilişkin fiili yasağın kırılmasıdır.
1 Mayıs 2007, AKP Hükümeti’nin estirdiği polis terörüne, kitle iletişim araçlarının sefere sokulmamasına, bine yakın gözaltına ve Türk İş bürokrasisi ile onun kuyruğundaki partilerin Kadıköy’de miting düzenlemesine karşın, bini aşkın sosyalist işçi ve genç tarafından Taksim’de kutlandı. Taksim Meydanı, 30 yıl sonra, yeniden 1 Mayıs Alanıdır!
İstanbul’daki kutlamalara, bir kez daha yoğun polis terörü eşlik etti: İstanbul valiliği, kentin bütün kavşaklarını çevre illerden gelen binlerce polisin de yardımıyla işgal altına alırken, çok sayıda okulda tatil ilan etti; İstanbul Belediyesi de vapur, otobüs ve metro seferlerini kaldırdı. Özetle, kentte fiili bir sıkıyönetim ilan edildi. Televizyon kanallarının canlı yayın araçlarına polis tarafından el konulması ve bir otoparka kilitlenmesiyle de desteklenen bu terör, hükümette son günlerini yaşayan AKP’nin işçi sınıfına ve gençliğe karşı belki de son saldırısı oldu.
Türk-İş bürokrasisi görev başında
İşçi sınıfının bölünmesinde, sermayeye ve devletine yedeklenmesinde tarih boyunca belirleyici rol oynamış olan sendika bürokrasisi, bu emek düşmanı görevi 1 Mayıs 2007’de de yerine getirdi. EMEP’i kuyruğuna takan Türk İş bürokrasisi, 1 Mayıs’ı, İP ve CHP ile kol kola Kadıköy’de düzenlediği mitingde kutladı.
Türk – İş bürokrasisinin sermaye ile onun devletinin kapıkulu olduğundan hiç kimsenin kuşkusu bulunmuyor. Benzer biçimde, burjuva CHP ile “eski“ Maocu Perinçek’in İP’sinin işçi sınıfıyla –düşmanlık dışında- hiç bir ilişkisi olmadığı da biliniyor. Stalinist EMEP sayesinde de “sosyalist“ ve “işçici“ makyaj yapan bu koalisyon, 1 Mayıs günü, işçi sınıfının ve gençliğin gücünü bölmüş, devlete 1 Mayıs’ı 1 Mayıs Alanı’nda kutlamak isteyen işçileri ve gençliği “terörist“ olarak gösterme fırsatı sunmuştur. Ancak, önceki yıllarda kısmen tutan bu oyun, bu 1 Mayıs’ta büyük ölçüde bozulmuş; İstanbul halkına karşı alınan “önlemler” gerçek teröristin kim olduğunu açığa çıkarmıştır.
Sendika bürokrasisinin iflası
1 Mayıs 2007, sendika bürokrasisinin bir bütün olarak iflas ettiğini de gözler önüne sermiştir. Onun İslamcı kanadının (Hak – İş) “İstanbul dışı“na –gerçekte ise 1 Mayıs’tan- kaçması; sarı sendikacılığın bu ülkedeki has temsilcisi olan Türk – İş’in de Kadıköy’de ayrı miting düzenlemesi, kuşkusuz, onların işçi sınıfı düşmanı karakterlerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi.
Ancak, sendika bürokrasisinin kendisini “sol“ hatta “sosyalist“ kanadı olarak pazarlamaya çalışan DİSK ile –kardeşi- KESK bürokratlarının Taksim 1 Mayıs Alanı’na çıkması kimseyi yanıltmamalı. Onların 1 Mayıs’ı 1 Mayıs Alanı’nda kutlama çağrısı yapması ve kısa bir gözaltı sonrasında polis eşliğinde oraya gelmesi, son derece ucuz bir senaryodur. Geniş emekçi kitlelerin AKP hükümetinden hızla kopması gerçeği karşısında, kendisini yükselmeye başlayan işçi – gençlik muhalefetine pazarlamaya çalışan DİSK – KESK bürokratları yalnızca günü kurtarma hesabı içindedir.
Onlar, kendi iradeleri dışında 1 Mayıs Alanı’na gelmiş olan sosyalistlerin sırtından pirim yapmaya çalışıyorlar. Bunun en açık kanıtı, tek bir fabrikayı ya da işyerini bile örgütlü biçimde 1 Mayıs Alanı’na sokmamış olmaları; başta diğer illerden gelenler ve kamu çalışanları olmak üzere çok sayıda emekçiyi de “örgütlü katılım“ maskesi altında, İstanbul girişlerinde ya da Taksim’e kilometrelerce uzakta polise teslim etmeleridir. DİSK – KESK bürokratlarının 1 Mayıs Alanı’na yürümek üzere toplanma yeri olarak Dolmabahçe’yi seçmiş olmaları, onların asıl amacının emekçilerin ve gençliğin kitlesel biçimde Taksim’e girmesini istemediklerinin kanıtıdır (Dolmabahçe’yi bilenler, buranın toplanma yeri olarak seçilmesinin başka hiç bir anlama gelmediğini kolayca anlarlar). Özetle, DİSK – KESK bürokrasisi, gerçekte, geçtiğimiz yıllarda yaptıkları “Kazancı Yokuşu’na karanfil bırakma eylemi“ni yinelemekten başka bir şey yapmamıştır.
DİSK – KESK bürokratlarının bu planı valilik ve emniyet ile birlikte yapıp yapmadıklarını –elbette- bilmiyoruz. Ancak onun başarılı biçimde ve yalnızca sermaye ile iktidarın işine yarayacak biçimde uygulandığı açık. Şimdi bu bürokratlar, siyasi yaşamını CHP-SHP-CHP içinde yapmış olan DİSK genel başkanı Çelebi’nin ağzından “Taksim Meydanı artık 1 Mayıs Alanı’dır“ diyerek kendi kendilerini “kahraman“ ilan ediyorlar.
Evet! Taksim Meydanı yeniden 1 Mayıs Alanı’dır; ancak bu, 1 Mayıs 2007’yi, yalnızca polis terörüne değil; DİSK-KESK bürokratlarına rağmen de orada kutlayan bin dolayında sosyalist işçi ve genç sayesinde gerçekleşmiştir.
Küçük burjuva radikaller
Burjuva medyasının propagandasına malzeme sağlayanlar sadece sendika bürokratları değildi. Küçük burjuva radikal gruplar Okmeydanı ve 1 Mayıs Mahallesi (adı 12 Eylül sonrasında “Mustafa Kemal“ olarak değiştirildi) gibi semtlerde giriştikleri eylemlerle, İstanbul’da estirilen polis terörüne kısmen meşruiyet kazandırmış; bu yolla, bir kez daha sermayenin ve devletin yardımına koşmuştur.
Şimdi, İstanbul valisi ile emniyet müdürü, milyonların gözünün içine baka baka yalan söylüyor ve “işte“ diyorlar, “biz bu önlemleri, bu teröristlere karşı aldık ve başarılı olduk“. Devlet, ellerinde pankartlarıyla, “yaşasın 1 Mayıs“ sloganı atarak Taksim’e yürüyen ve biricik silahı üretimden gelen güçleri olan binlerce emekçiye ve gence saldırarak “terör“ü önlemiş! Küçük burjuva radikallerin bir kaç kenar mahallede giriştikleri eylemler, gerici burjuva medyada da elbette hemen karşılığını buldu: 1 Mayıs, bir çok gerici TV kanalında ve gazetesinde, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olmaktan çıkartarak, yalnızca bu küçük burjuva radikal eylemlerden ibaret “terörist bir faaliyet“ olarak sunuldu.
İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadeledeki biricik özne rolünü yok sayıp onu “kurtarma“ya soyunan küçük burjuva radikalleri, işsiz yoksulların düzene olan birikmiş öfkesini bir kez daha kullanmış; işçi sınıfından kopardığı bu kitleleri, burjuvazinin emekçiler ve gençlik üzerinde estirdiği devlet terörünün hem çıplak hedefi hem de gerekçesi haline getirmiştir.
Devrimci önderlik sorunu
1 Mayıs 2007, işçi sınıfının sendika bürokrasilerini alaşağı etmesinin ve sendikaları sınıf mücadeleci ve enternasyonalist temelde tepeden tırnağa yeniden kurmasının yakıcı önemini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Sermayenin ve onun hükümetlerinin emrinde, işçi sınıfının başına gardiyan olarak dikilen bu bürokratlar sendikalardan kovulmadığı sürece, işçi sınıfının sermayeye karşı başarıyla mücadele etmesi mümkün değildir. Ancak, işçi sınıfının kitle örgütlerini burjuvazinin emrine sokan bu asalak tabakaya karşı mücadele, yalnızca, kapitalizme karşı sosyalizm için mücadelenin bir parçası olarak gerçekleştiğinde başarılı olabilir. Bu da sermayeden ve devletinden bağımsız, enternasyonalist ve devrimci bir siyasi önderlik altında mümkündür.
İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadele tarihi, Marksizmin; Marksist devrimci bir önderliğin yokluğunda kalıcı kazanımlar elde etmenin ve başarıya ulaşmanın mümkün olmadığının kanıtlarıyla doludur. Bu gerçeklik, işçi sınıfının Türkiye’deki kesimi için de geçerlidir. Türkiyeli emekçilerin ve gençliğin işsizliğe, yoksulluğa ve baskılara başarıyla karşı koyamamasının; kapitalizm adlı bu sömürü ve baskı düzenine son vermek bir yana, sermayenin saldırılarına karşı direnişi bile örgütleyememesinin nedeni, onun Marksist devrimci bir siyasi önderlikten yoksun olmasıdır.
1 Mayıs 2007’de bir kez daha açığa çıkan bu gereksinimin, her renkten burjuva ve küçük burjuva partilerin at koşturacağı yaklaşan seçimlerde giderilemeyeceği açık. Dahası, Marksist devrimci bir partiye olan gereksinim, burjuvazinin bu seçimler sonrasında yoğunlaşacağı şimdiden öngörülebilen saldırılarıyla birlikte giderek yakıcılaşmaktadır.
Ancak kapitalist sömürüye son vermeyi ve sosyalizmi hedefleyen böyle bir önderlik, bir günde inşa edilmez. Marksist devrimci önderlik, küçük burjuva radikalleriyle, merkezcilerle hatta Stalinistler ve sendika bürokratlarıyla flört edip onlara –ideolojik ve politik- ödünler vererek de kurulamaz. Bu tür girişimler, işçi sınıfının ve gençliğin devrimci önderliğini sabırla inşa etme yerine, on yıllarını bu kesimlere kur yaparak geçirmiş olan küçük burjuva acelecilerin “treni kaçırma“ korkusunun ürünü olmaktan başka bir şey değildir. Dahası, bu tür çabalar, işçi sınıfının öncü kesimlerini “burjuvaziye karşı mücadele“ adına ideolojik ve politik olarak küçük burjuvaziye yedeklemek; küçük burjuvazinin radikal kesimlerine, sendika bürokratlarına ve Stalinistlere sosyalist makyaj yapmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
İşçi sınıfını bu tür akımlara yedekleyen “aceleci“lerin yol açtığı felaketler, ortalama tarih bilgisine sahip hiç kimse için sır değil. Dolayısıyla, Türkiye işçi sınıfının, benzeri felaketleri yaşayarak “Amerika’yı yeniden keşfetme“si gerekmiyor.
Bu topraklarda devrimci bir işçi sınıfı alternatifini yükseltmenin yolu, Marksist devrimci bir partiyi, kapitalizm adlı bu akıldışı sisteme karşı dünya çapında süren mücadelenin bir parçası olarak, adım adım inşa etmekten geçer.
Marksistler sosyalizmin bir dünya sistemi olduğundan ve işçi sınıfının burjuvazinin uluslararası düzeyde örgütlü saldırılarına, yalnızca aynı düzeyde örgütlü bir yapıyla karşı koyabileceği gerçeğinden hareket ederler. Türkiye’deki mülk sahibi sınıflar uluslararası sermayenin organik bileşenleridir. Onların içinde uluslararası sermayeden bağımsız ve / veya ona “alternatif“ olabilecek “ulusal“ vb. bir kesim söz konusu değildir.
Türkiyeli emekçiler ve gençlik, kapitalist sömürüye son vermek; üzerinde yaşadığımız topraklarda işçi sınıfının öncüsünü devrimci bir partide örgütlemek için, aynı zamanda bir dünya partisi içinde, diğer uluslardan yoldaşlarıyla birlikte yürümek zorundadır. Bu, temellerini Lenin’in attığı Komünist Enternasyonal’in devamı olarak Troçki ve yoldaşlarının kurduğu; bütün tasfiye girişimlerine karşın varlığını sürdüren Dördüncü Enternasyonal’dir.