Geçtiğimiz ay Türkiye gündemini haftalarca meşgul eden Şehir Tiyatroları’ndaki yönetmelik dayatmasıyla başlayan, iktidardan peş peşe gelen açıklamalarla manipüle edilen süreç üzerine tiyatro sanatçısı Engin Alkan ile kısa bir sohbet gerçekleştirdik. Alkan’a tiyatro sanatçılarının çalışma koşullarını, yönetmelik krizini ve nasıl bir tiyatro istediklerini sorduk.
*
Yönetmelik değişikliğinden başlasak? Süreci bir de sizden dinleyelim.
Aslında kimsenin haberi olmadan, alelacele hazırlanan bir yönetmeliğin, jet hızıyla şehir meclisinden geçirilmesi ve belediye başkanının onayına sunulmasıyla başladı her şey. Bizler sonradan, yönetmeliği yani bize neyin dayatıldığını okuduğumuzda resmin bütününü görebildik. İstifalar başladı arkasından. Bildiğiniz üzere belediye başkanı sanat danışmanı, Kenan Işık’ın ve Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşe Nil Şamlıoğlu’nun istifalarının ardından, biz yönetmeliği tartışmak için bir araya geldik. Öncelikle Taksim’de çok kapsamlı bir protesto gösterisi gerçekleştirdik. Arkasından da Başbakanın demeçleri başladı. Bizim yönetmelik tartışmasından, birden bire “siz kimsiniz?” sorusuna gelindi. Başbakan tarafından kamuoyuna şikâyet edildik. “Çeyrek aydın”, “elinde viski bardaklı jakobenist” “halka rağmen iş yapan elitistler” olarak anıldık. Halktan kopuk olmakla suçlandık. Yaratılan karmaşanın ardından, “devletin tiyatrosu olmaz, özelleştiriyoruz, kapatıyoruz” denilmeye başlandı. Yani bizim yönetmelik tartışması bir anda mevcudiyet problemine dönüştü.
Daha sonra, özelleştirme konusunda bir iki geri adım atıldı. “Özerkleştirme” denildi. Konu kamuoyunun gündemine oturdu, tartışmaya açıldı kamu tiyatroları. Biz, “devletin tiyatrosu olmaz” yargısının yanlış bir söylem olduğunu düşünüyoruz. Çünkü tüm gelişmiş ülkelerde kamu tiyatroları olur, kar amaçlı olmadıkları için liberal ekonomide satışı gerçekleşemez. Neyse ki geri adımlar konuyu berraklaştırdı. Ve tabi bir de İskender Pala’nın başını çektiği bir muhafazakârlaşma süreci ortaya çıktı.
Muhafazakârlık tartışmaları, yönetmelik tartışmasından önce de yaşanıyordu sanki?
Evet, yönetmelik tartışmalarından önce de, “başbakana küfrediliyor, repertuardaki oyunlar müstehcen” deniliyordu. Yandaş medya “devletin parası ile devlete karşı gelemezsiniz” diye yazıyordu. Bunlarla birlikte yöntemlik tartışmasını yeniden değerlendirdiğimizde, değişikliğin amacı konusunda güvensizlik hissettik. “Demokratik ve daha modern bir uygulama başlatacağız, ödenekli tiyatroları çağa yakın bir koşula taşıyacağız” söylemlerinin altında, muhafazakârlaşma söylevleri, başbakanın tehditleri… Bir çeşit mobing uygulandı bizlere.
Bizler burada iki tartışma yürütmek gerektiğini düşünüyoruz. Birincisi buradaki niyet nedir? Tiyatronun sorunlarını, modernizasyonu mu tartışacağız yoksa hükümetin resmi ideolojisinin dışındaki sesleri susturma aracı haline mi geliyoruz? Yani,“ben size demokrasi getireceğim”, derken aslında niyet, sanatın sesini kontrol altına almak mı bunu süreç gösterecek. İkincisi bizim de talebimiz olan, tiyatroların hantal yapısını düzeltip çağa uygun, daha iyi koşullarda sanat icra etmekse niyetler, bizim birikimimizin bu süreçte katkısı olup olmayacağı sorunu.
İktidarın böyle bir niyetinin olmadığı yönetmeliğin size dayatılmasından belli değil mi peki?
Buna inanmak istemiyorum. Aksini kanıtlamanın tek bir yolu var. Bu işin profesyonellerini masadan uzak tutmazsın. Çözüm önerilerini tartışır ve bir çözüm bulursun. Herkesin istediği demokrasi bu değil mi?
Yeni yönetmelikte oyunların belirlenmesinde esas olarak atanan bürokratların kararının geçerli olması ve genel sanat yönetmeninin arka plana atılması… Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kamuoyuna yanlış bilgi veriliyor. Deniliyor ki, “İki belediye görevlisi atadık, bu neden bu kadar rahatsız ediyor?” Önemli olan ya da bizim tartıştığımız konu bu değil. Repertuar kurulu, değişiklikle, edebi kurul oldu ve bu kurul yıl boyunca oynanacak tüm oyunları belirliyor. Burada genel sanat yönetmenin oyu, sadece bir oydan ibaret! Genel sanat yönetmeni işin profesyonelidir. Eğitimini almış, uzun yıllar mesleki ürünler vermiş ve sanatsal perspektife sahip kişidir. Ehil olması gerekir ve en nihayetinde kim olduğunun bir önemi yoktur. Önemli olan tek şey bu ehliyete sahip olmayan bir kurula, sanata bu kadar doğrudan, oynanacak oyunları belirleme gibi bir hakkın verilmesi. Parayı veren düdüğü çalar hesabı ortaya çıkıyor burada. Ayrıca neden böyle bir şey ihtiyaç duyuldu? Repertuarı beğenmezsen genel sanat yönetmenini işten çıkarabilirsin, böyle bir gücü var şehir yönetiminin. Bunlarla birlikte bu değişiklik elbette ki iyi niyetli anlaşılamaz. “Repertuarı ben belirlerim, benim seçmenlerimin huzurunu bozacak oyunları seçtirmem”diyor kısaca.
Bir diğer çarpıtılan nokta da, para devletin, iktidarın ya da belediyenin parası değildir. O aracıdır, işletmecidir. Söz konusu paranın sahibi olan vergi verenlerdir, yani halktır, seçmenler değildir. Dolayısıyla söz hakkı da halkındır, belirli bir partiyi iktidara taşıyan seçmenden daha kapsayıcı olan halk yani.
Burada tiyatro sanatçısını halkla karşı karşıya getiriyorlar.
Maalesef öyle oluyor. Biz halka rağmen oynayamayız. Bu işin doğasına aykırı. Elbette halkın parasını çarçur edemeyiz, doğru kullanmak zorundayız onu. Ve halka kültür hizmeti vermeliyiz. Bunu yeterince iyi değerlendirmiyorsak nasıl daha verimli yapacağımızı tartışabiliriz elbette. Ama öyle yapılmadı bugün. Halkın parasını, “ben halktan oy aldım bu parayı benimle aynı cümleyi kurana veririm” demek, halka bir ihanettir. Çünkü onların sözünü ettiği para yani vergi verenlerin parası, belli bir ideolojiyi savunanlara değil, herkese götürmek gerekir bu hizmeti. Dolayısıyla tekrar edecek olursak, halka hizmet götürmek konusunda bizim yönetmelikte tıkanıklık varsa biz de bunu çözmek zorundayız. Tiyatro halk için yapılır. Halka rağmen yapılmaz. Burada ve şimdi oynuyorum, o anda tüketiliyor halka rağmen bir iş yapmamız mümkün değil!
Halktan kopuk bir yaşantı sürüdüğünüze yönelik eleştiriler var.
Bir kısmı doğrudur, mevcut yönetmelik ve işleyiş bu tür tuzaklarla dolu. Son derece elit, halkla buluşamamış örnekler repertuarda karşımıza çıkabilir, burada üstünde durulması gereken nokta, bu süreç nasıl düzeltilir ve sağlıklı işler hale nasıl getirilebilir. Diğer yandan 98 yıllık bir kurumun halktan kopuk olduğunu söylemek mümkün müdür? Saçma! Minur Özkul, Suna Pekuysal, Zihni Göktay gibi onlarca sanatçımız Şehir Tiyatroları’ndan çıktı ve o sahnelerde yetiştiler, bunu ne çabuk unutuyorlar. Halktan kopuk bir geleneğe sahip olsa Şehir Tiyatroları bunca değerli isim yetiştirebilir miydi? Kendimden örnek vereyim, haftada 3 oyunum, toplamda 7 oyunum var. İstanbul Efendi’sini oynuyorum haftada beş bin kişiyle buluyorum. Şark Dişçisi ile bir o kadar seyirci, Tarla Kuşuydu Jülyet ile de bir o kadar seyirci daha… Halktan kopuk bir tiyatro, sadece 3 oyunuyla 15 bin kişiyle nasıl buluşulur?
Sui misal, misal değildir. Yani yanlış örneklere bakarak bizleri halktan kopuk olarak itham edemezler. Halktan kopuk yaşamayan, yapıtlarını onlar için seçen ve yüksek ücretler almadan yaşayan sanatçılarız. Halktan kopuk söylemi asla gerçeği yansıtmıyor. Örneğin, Devlet Tiyatroları köylerde hizmet veren, genç insanların on yıllarca görev yaptığı yerlerdir. Nasıl halktan kopuk olabilirsiniz yerelde çalışırken? Bunlar klişe cümleler, ön yargılar. Ciddiye alınamaz. Bu sistem böyle ürünler çıkarmamış mıdır? Bizim de içimizde böyle insanlar yok mudur? Elbette devletten 12 ay boyunca, her koşulda maaş almak çarpık bir sistem oluşturur. Ama bir şeyi vandalca yıkamazsınız. Yerine bir alternatif koymak gerekir. Biz ergen çocuklar değiliz. Ne getiriyorsun yerine? Yerine koyacak bir şeyin yoksa “yok edelim” demektir bu sadece.
Özelleştirme durumunda halktan kopmayacak mı tiyatrolar?
Bu özelleştirme meselesi ayrı bir paradoks. O kadar yerdiniz, kim alacak bu kurumu? Kime satacaksınız, nasıl satacaksınız? Bu nasıl bir özelleştirme politikası? Ayrıca bunlar kar amaçlı kuruluşlar değildir! Her yeri mi özelleştireceğiz? Diyanet işlerini, gasilhaneleri de özelleştirelim o halde. Birbirleriyle rekabet etsinler. “Biz daha ucuza yıkıyoruz” diye. Her şeyi özelleştiremezsin ki!
Bir de muhafazakâr ve milli sanat tartışmaları var. Sanat muhafazakâr olabilir mi?
“Muhafazakâr sanat olmaz!” diye kestirip atanlar oldu, ben bir sanatçı olarak, “olmaz” şeklinde bir yaklaşımı doğru bulmuyorum. Bu yaklaşım düşünceyi ipotek altına almak olur, ürünler üzerinden konuşmak gerekir diye düşünüyorum. Kişisel kanaatime gelince, sanatın özgürlükçü yapısının, düzeni eleştiren yapısının, muhafazakârlık kavramıyla bir arada anılması beni düşündürüyor. Diğer yandan herkes manifesto yazabilir, bu zor değil. Manifestoları değil, kullanış biçimleri, ürünleri, felsefeyi tartışmak gerekir.
Özgün bir felsefe içerip içermediği, var olan estetiğin üzerine başka bir estetik yaratıp yaratmadığı, bir ekol boyutunda olup olmadığını araştırmak gerekir. Muhafazakâr hastane de yapabilirsin mesela ama yaptığın böbrek ameliyatını nasıl muhafazakâr hale getireceksin? Muhafazakâr tıp desen, tıbbın içinde yeni bir ekol geliştirmiş olmuyorsun ki… Bu açıdan bakınca “muhafazakâr sanat”söylemini popülist olarak görüyorum. Bunun aksini kanıtlamaları gerekir. Manifestoyu yazıp, kendi hayalindeki sistemi bana dayatıyorsan, bir de bunun için iktidarla iş birliği yapıyorsan, burada demokrasinin kurallarını işletmek gerekir. Evrensel değerlerle konuşmak gerekir.
Peki, milli sanat?
Bu hassasiyete bende katılıyorum. Tazimattan bu yana Türkiye tiyatrosu batılılaşma eğilimiyle özgün eserler yaratamayan, batının irfanını yurda getirmek için aracılık yapan bir geleneğe sahip. Bizim tiyatromuzu gelenekselleştirmemiz lazım. Benim sanatımı, benim sorunlarımı, benim kültürümle hemhal olmuş ürünlerin oluşturulması lazım. Taşıma suyu ile değirmen yürütüyoruz. Klasikleri derlememiz gerekir mesela. Bu sözlerim Shakespeare oynamamak olarak anlaşılmamalı elbette! Shakespeare’in eserleri sadece İngiltere’ye değil dünyaya mal olmuş. Ya da New York’ta oynanan bir oyunun birkaç ay sonra burada prömiyer yapmamasından, batıda ortaya çıkmış in your face akımının Türkiye’de uygulanmamasından bahsetmiyorum elbette. Ama kendi kimliğimizin sanatsal karşılığını bulabilmesi için tiyatronun özeleştiri vermesi gerektiğini söylüyorum. Çok fazla taklit eser üretti Türkiye tiyatrosu. Ancak“kendi kimliğimiz” dediğimiz şeyin, tek bir ideolojinin yansıması olarak anlaşılması sorunlu. Kendi klasiklerimin yeniden gün ışığına çıkmasından bahsediyorum. Bu sebeple Hagop Baronyan oynamış biriyim, Müsahipzade sahnelemiş biriyim, Güngör Dilmen sahnelemiş biriyim. Kültürel etnik unsurların mozaiğinden bahsetmek, islamcılık, sağcılık, ergenekonculuk, turancılık demek değildir. Ben Turancı değilim ama bu ülkenin kültürünün, karakterinin, eserlerde yansıtılması gerektiğini söylerim. Üstelik bunun için çok zengin bir coğrafyaya sahibiz, bakir alanlara sahibiz. Tüm sanatların bu açıdan özeleştiri yapması gerekiyor.
Çalışmadığınız halde çok yüksek ücretler alan kişiler olarak tanıtıldınız iktidar tarafından. Çalışma koşullarınızdan biraz bahseder misiniz?
Çoğumuz haftada 7 oyun oynuyoruz, ayda 21. Bu aynı zamanda oyuncunun sürekli prova halinde olması anlamına geliyor. Tabii aynı zamanda 1 çocuk oyunu oynaması, turnelere çıkması ve festivallere katılması gerekiyor. Kısacası bizim başımızı kaşıyacak vaktimiz yok. Dizilerde göremiyoruz diye soruyor bazen izleyiciler. Vaktimiz yok ki. Bizi projeksiyon makinesi gibi algılıyorlar. Düğmemize basınca oynuyoruz, fişimizi çekince bitiriyoruz. Haliyle bu koşullar sanatı eskitmeye çok müsait. Kendimizi canlı, diri tutmaya, içimizdeki ateşi söndürmemeye çalışıyoruz. Tekrar etmek oyunculuğu öldüren bir şey. Çalışma koşullarımızın ağırlığı sebebiyle dünya üzerinde hiçbir oyuncunun ihtiyaç duymadığı yöntemler buluyoruz. Birçok da kayıp veriyoruz arkadaşlarımız arasından. Tiyatro heyecanını yitiren, gözleri matlaşan, tiyatroyu yalnızca bir görev olarak düşünmeye başlayan arkadaşlarımız oluyor. Birçoğumuz buna karşı bir şekilde direniyoruz. Ama her ne olursa olsun oturduğumuz yerden maaş almıyoruz. Aksine tüm kamu çalışanları içinde en ağır çalışma koşullarına sahip olan bizleriz. Giriş saati yok, çıkış saati yok. Üstelik estetiğe dayalı bir iş çıkarmaya çalışıyorsun.
Türkiye’de çalışanların çoğu güvencesiz bir şekilde çalışıyor, bu da bildiğiniz üzere mobing demek, düşük ücret demek, esnek çalışma demek. Bu açıdan bakıldığında, güvencesiz çalışanlar bazında ortak bir mücadele kurulamaz mı?
Eninde sonunda yapılmak zorunda kalınacak şey bu. Tiyatro sanatçıları için memuriyetin kaldırılacağı ve sözleşmeli olarak çalışacakları artık sır değil. Süper emeklilik gibi teklifler söz konusu. Bu batıda da uygulanan bir sistem. Ancak bu modeli almak istedikleri batı ülkelerinde, tiyatronun bir iş tanımı var. İşsiz kalan oyuncuların, iş örgütlerinin çeşitli kazanımları sayesinde bazı hakları mevcut. Bu sebeple iş kolu tanımı önemli, önce bunun yapılması gerekir. Bizlerin bağlı olduğu meslek örgütleri yok. Nasıl işsizlik sigortası vereceksin işsiz kalan oyuncuya? Meslek örgütü ve hükümetin ortak çalışmasıyla elde edilecek haklardan bahsediyorum. Türkiye’de daha iş tanımı yok oyunculuğun. Bu düzenlemeleri yapmadan, “istediğimi çıkarır istediğimi çalıştırırım, beğenmeyen dizide oynasın” demek olmaz. Bu büyük insani trajedilere yol açar. 4-C’li çalışanların ortak çalışma yapması hak kazanma sürecini hızlandırabilir, toplu mücadele alanı genişletir.
Peki, nasıl bir tiyatro?
Sanata ayrılan paylar, köhnemiş yönetmeliklerle, iktidarların dümen suyuna çekmeleriyle, Türkiye’de tiyatro ve sanat yeterince desteklenmiyor. Türkiye’de yaşayan insanlar çok daha fazlasını hak ediyor. Tiyatro madem ilk defa bu kadar sahici bir biçimde kamuoyunun gündemine oturdu, madem pandoranın kutusu açıldı, o halde bunların tartışılması gerekiyor. Çok seslilikten ve tartışmaktan korkmamak gerekir. Bunu hem iktidara hem çalışma arkadaşlarıma söylüyorum. Yerel yönetimlerin de korkmaması gerekiyor. Yeterince ödenek yok, özgün işler desteklenmiyor, bu ülkede tiyatro bir şekilde özgürleşemiyor. Kentleşmenin tiyatrolar üzerinden olduğunu anımsatmalı. Biz bu ülkede gerçekten bir şeylerin değişmesini, daha sivil daha demokratik bir topluma kavuşmayı istiyorsak -ki bunlar iktidarın cümleleridir- gelin hep birlikte bir şeyler söyleyelim. Ben mobing uygulanmayan, halka şikâyet edilmediğim bir toplumda üretmek istiyorum. Tiyatrocu kolay yetişmiyor.
Son olarak sonraki çalışmalarınız ve “Bitmeyen Tiyatro” projeniz üzerine konuşalım biraz…
Oyuncuların, tiyatroyu sevenlerin, sokak tiyatrocularının İstanbul’da yaşayan tüm sanatçıların projesi olacak. Gece gündüz, yağmur çamur demeden bunu sürdüreceğiz Özgürlük Parkı’nda. Burada bir taraftan, biz kendi içimizde ne istiyoruz onun da hazırlıklarını yapacağız. Ayrıca kendimizi ifade edecek röportajlar veriyoruz. Ortak akılla sorunlarımızı değerlendirmenin, çözüm bulmanın yollarını arıyoruz.
Teşekkür ederiz bu güzel sohbet için.
Ben teşekkür ederim.