Bu tamamlanmamış makale, 1940 yılının Ağustos ayında öldürülmesinin ardından Troçki’in çalışma masasında bulundu. İlk kez 1941 yılının Şubat ayında Dördüncü Enternasyonal’de yayınlandı.
Dünyanın dört bir yanında çağdaş sendikal örgütlenmelerin gelişiminde ya da daha doğru bir ifadeyle yaşadıkları yozlaşmada ortak bir özellik bulunuyor: devlet iktidarına yakınlaşıyorlar ve onunla birlikte büyüyorlar. Bu süreç tarafsız, Sosyal Demokrat, Komünist ve “anarşist” bütün sendikalarda eşit bir biçimde damgasını vurmaktadır. Tek başına bu gerçek bile, bu “birlikte büyüme” eğiliminin şu ya da bu doktrinden değil, bütün sendikalar için ortak olan toplumsal koşullardan kaynaklandığını gösterir.
Tekelci kapitalizm, rekabete ve serbest özel girişime değil, merkezileşmiş kumandaya dayanır. Kudretli tröstlerin, şirket gruplarının, bankacılık konsorsiyumlarının ve diğerlerinin başında yer alan kapitalist klikler, ekonomik yaşama devlet iktidarıyla aynı yükseklikten bakmakta ve her adımda devlet iktidarının işbirliğine gereksinim duymaktadır. Buna karşılık sanayinin en önemli dallarında örgütlü sendikalar, kendilerini farklı işletmeler arasındaki rekabetten faydalanma olanağını yitirmiş bir konumda bulmaktadırlar. Sendikaların devletle çok sıkı bağları olan, merkezileşmiş bir kapitalist hasımla uğraşmaları gerekmektedir. Sendikaların kendilerini – reformist tutumlar benimsedikleri, yani kendilerini özel mülkiyete uyarladıkları ölçüde- kapitalist devlete uyarlama ve onunla işbirliği yapmak için yarışa girme gereksinimi buradan kaynaklanmaktadır.
Sendikal hareketin bürokrasisinin gözünde başlıca görev devleti kapitalizmin kucağından “kurtarmak”, tröstlere olan bağımlılığını azaltmak ve onu kendi yanına çekmektir. Bu tutum, emperyalist kapitalizmin süper-kârlarının paylaşımından bir kırıntı kapabilmek için mücadele eden işçi aristokrasisi ile işçi bürokrasisinin toplumsal konumuyla tamamen uyumludur. İşçi bürokratları “demokratik” devlete, barış zamanında ama özellikle de savaş zamanında ne kadar güvenilir ve vazgeçilmez olduklarını gösterebilmek için, gerek söz, gerekse de eylem alanında ellerinden geleni artlarına koymamaktadırlar. Faşizm, sendikaları devlet organlarına dönüştürerek yeni bir şey icat etmiş değildir; yalnızca, emperyalizme içkin olan eğilimleri nihai sonucuna götürmüştür.
Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler yerli kapitalizmin değil; yabancı emperyalizmin boyunduruğu altındadırlar. Ne var ki bu, kapitalizmin büyük patronları ile özünde onlara tabi olan hükümetler -sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin hükümetleri- arasında doğrudan, gündelik, pratik bağların bulunması ihtiyacını azaltmamakta, tam tersine artırmaktadır. Emperyalist kapitalizm hem sömürgelerde hem de yarı-sömürgelerde bir işçi aristokrasisi ve bürokrasisi katmanı yarattığı ölçüde, bu katman koruyucu, hami ve kimi zaman da arabulucu olarak sömürge ve yarı-sömürge hükümetlerinin desteğine gereksinim duyar. Bu, sömürgelerdeki ve genel olarak geri kalmış ülkelerdeki hükümetlerin Bonapartist ve yarı-Bonapartist karakterinin en önemli toplumsal temelini oluşturmaktadır. Bu, aynı şekilde, reformist sendikaların devlete olan bağımlılıklarının da temelini oluşturur.
Meksika’da sendikalar yasayla yarı-devlet kurumlarına dönüştürülmüş ve eşyanın doğası gereği yarı-totaliter bir karakter kazanmış durumdalar. Yasayı hazırlayanların düşüncesine göre sendikaların devletleştirilmeleri, işçilerin hükümet ve ekonomik yaşam üzerinde belirli bir etkiye sahip olmalarını sağlamak için, onların çıkarları doğrultusunda yürürlüğe konmuştur. Ancak yabancı emperyalist kapitalizm ulusal devlete egemen olduğu ve yurt içindeki gerici güçlerin yardımıyla bu istikrarsız demokrasiyi devirip onun yerine açıkça faşist bir diktatörlük koyma gücüne sahip olduğu ölçüde, sendikalarla ilgili bu yasa kolaylıkla emperyalist diktatörlüğün eline verilmiş bir silaha dönüşebilir.
Yukarıda söylenenlerden ilk bakışta, rahatlıkla, emperyalizm çağında sendikaların sendika olmaktan çıktıkları sonucu çıkarılabilir gibi görünüyor: Sendikalar, ekonomik arenaya serbest ticaretin egemen olduğu eski güzel günlerde işçi örgütlerinin iç yaşamının içeriğini belirleyen işçi demokrasisine hemen hiç yer bırakmamaktadırlar. İşçi demokrasisinin yokluğunda, sendika üyelerini etkilemeye yönelik herhangi bir özgür mücadele de söz konusu olamaz. Ve bu nedenle, devrimciler için en önemli çalışma alanı olan sendikaların içinde çalışma yapma olanağı ortadan kalkmaktadır.
Ne var ki böyle bir görüşü öne sürmek bütünüyle yanlış olur. Bizler faaliyetlerimizi yürüteceğimiz alanları ve koşulları kendi beğenilerimize göre seçemeyiz. Emekçi kitleler üzerinde etkili olabilmek için totaliter veya yarı-totaliter bir devletin bulunduğu bir ülkede mücadele vermek, bir demokraside olduğundan çok daha güçtür. Aynı şey, benzer bir biçimde, kaderleri kapitalist devletlerin alın yazısındaki değişimleri yansıtan sendikalar için de geçerlidir. Almanya’da işçiler üzerinde etkili olmak için verilen mücadeleyi, bu ülkedeki totaliter rejim bu çalışmayı aşırı derecede güçleştirmiş olduğu için terk edemeyiz. Tamamen aynı biçimde, faşizm tarafından metazori yaratılmış olan işçi örgütlerinin içinde mücadeleyi terk etmemiz de söz konusu olmaz. Ne de doğrudan veya dolaylı olarak işçi devletine bağlı oldukları veya bürokrasi devrimcileri bu sendikalar içinde özgürce çalışma olanağından mahrum ettiği için totaliter ve yarı-totaliter tipte sendikalar içinde sistematik bir biçimde çalışma yürütmeyi terk etmemiz söz konusu olabilir.
İşçi sınıfının hataları ve önderlerinin işlediği suçlar tarafından yaratılanlar da dahil olmak üzere, daha önceki gelişmeler tarafından yaratılmış olan bütün bu somut koşullar altında bir mücadele yürütmek gerekir. Faşist ve yarı-faşist ülkelerde yer altında, yasa dışı ve gizli olmayan bir biçimde devrimci çalışma yürütmek olanaksızdır. Totaliter ve yarı-totaliter sendikalarda gizli çalışmanın dışında bir çalışma yürütmek ya büsbütün ya da büyük ölçüde olanaksızdır. Kitleleri sadece burjuvaziye değil, fakat aynı zamanda sendikaların kendi içindeki totaliter rejimlere ve bu rejimi yürüten yöneticilere karşı da seferber edebilmek için, kendimizi her ülkenin sendikalarında geçerli olan somut koşullara uyarlamamız gerekir. Bu mücadelede temel slogan şudur: kapitalist devlet karşısında sendikaların tam ve koşulsuz bağımsızlığı. Bu, sendikaları işçi aristokrasisinin organları olmaktan çıkarıp, geniş sömürülen kitlelerin organları haline getirmeye yönelik bir mücadele vermek anlamına gelmektedir.
İkinci slogan sendikal demokrasidir. Bu ikinci slogan doğrudan doğruya birincisinden kaynaklanmakta ve gerçekleştirilmesi için sendikaların emperyalist ve sömürgeci devletten tamamen bağımsız olmalarını ön-varsaymaktadır.
Diğer bir deyişle, içinde bulunduğumuz çağda sendikalar, serbest kapitalizm çağında oldukları gibi sadece demokrasinin organları olamaz ve siyasi olarak tarafsız kalamazlar; yani kendilerini işçi sınıfının gündelik ihtiyaçlarına hizmet etmekle sınırlandıramazlar. Sendikalar bundan böyle anarşist olamazlar; yani devletin halkın yaşamı ve sınıflar üzerindeki belirleyici etkisini görmezlikten gelmeyi sürdüremezler. Sendikalar bundan böyle reformist olamazlar, çünkü nesnel koşullar hiçbir ciddi ve kalıcı reformun yapılmasına olanak tanımamaktadır. Günümüzde sendikalar ya işçilere boyun eğdirmek ve onları disiplin altına almak ve devrimin önünü kesmek için emperyalist sermayenin ikincil aygıtları işlevini görecekler ya da tam tersine, proletaryanın devrimci hareketinin araçları haline geleceklerdir.
Sendikaların tarafsızlığı bütünüyle ve geri dönmemecesine geçmişte kalmıştır – özgür burjuva demokrasisi ile birlikte ortadan kalkmıştır.
Buraya kadar söylenenlerden son derece berrak bir biçimde çıkan sonuç, sendikaların giderek daha fazla yozlaşıyor ve emperyalist devletle birlikte büyüyor olmalarına karşın, onlar içindeki çalışmanın öneminden hiçbir şey yitirmemekle kalmayıp daha önceki önemini koruduğu ve hatta her devrimci parti için belirli bir anlamda daha önemli bir çalışma haline gelmekte olduğudur. Esasen burada söz konusu olan şey isçi sınıfı üzerinde etkili olabilme mücadelesidir. Sendikalar karsısında ültimatomcu bir tutum alan; yani özü itibariyle isçi sınıfına sadece onun örgütünü beğenmediği için sırtını dönen her örgüt, her parti, her hizip yok olmaya mahkûmdur. Ve belirtmek gerekir ki bunlar yok olmayı hak etmektedirler.
Geri kalmış ülkelerde bas rol ulusal değil, yabancı kapitalizm tarafından oynandığı ölçüde, ulusal burjuvazi, sanayinin gelişiminin gerektirdiğinden çok daha zayıf bir toplumsal konumda bulunur. Yabancı sermaye isçi ithal etmeyip yerli nüfusu proleterleştirdiğinden, ulusal proletarya kısa süre içinde ülkenin yaşamında en önemli rolü oynamaya baslar. Bu koşullar altında ulusal hükümet yabancı sermayeye karsı direnç göstermeye çalıştığı ölçüde, az ya da çok proletaryaya dayanmak zorunda kalmaktadırlar. Diğer yandan, geri kalmış ülkelerin yabancı sermaye ile omuz omuza yürümenin kaçınılmaz veya kendileri için daha kârlı olduğunu düşünen hükümetleri, emek örgütlerini ortadan kaldırmakta ve az ya da çok totaliter bir rejim kurmaktadırlar.
Bu şekilde, ulusal burjuvazinin güçsüzlüğü, yerel öz-yönetim geleneklerinin bulunmaması, yabancı kapitalizmin baskısı ve proletaryanın görece hızlı büyümesi istikrarlı bir demokratik rejimin üzerinde durabileceği zemini ortadan kaldırmaktadır. Geri kalmış, yani sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin hükümetleri genellikle Bonapartist veya yarı-Bonapartist bir karakter taşırlar; bazıları işçilerin ve köylülerin saflarında destek bulmaya çalışarak demokratik bir doğrultuda ilerlemeye çalışırken, diğerleri asker-polis diktatörlüğüne yakın bir hükümet biçimi kurarak birbirlerinden ayrılırlar.
Bu, benzer bir biçimde sendikaların kaderini de belirlemektedir. Sendikalar ya devletin özel koruması altında yer alırlar ya da acımasız bir zulme maruz kalırlar. Devletin sağladığı koruma, onun karşı karşıya olduğu iki görev tarafından dayatılmaktadır: Bunlardan birincisi, işçi sınıfını daha yakınına çekmek ve bu şekilde emperyalizmin aşırı hak iddialarına karşı direnebilmek için bir destek kazanmak; ikincisi ise, aynı zamanda işçileri bir bürokrasinin kontrolü altına sokarak onları disipline etmek.
Tekelci kapitalizm, sendikaların bağımsızlığına rıza göstermek konusunda giderek daha az istekli olmaktadır. Ziyafet sofrasından kırıntılar toplayan reformist bürokrasiden ve isçi aristokrasisinden, isçilerin gözleri önünde, kendi siyasi polisi haline gelmelerini istemektedir. Bunun sağlanamaması durumunda isçi bürokrasisi defedilmekte ve yerine faşistler getirilmektedir. Bu arada sunu belirtelim ki, isçi aristokrasisinin emperyalizmin hizmetinde gösterdiği bütün çabalar, uzun vadede onu yıkımdan kurtaramaz.
Her ülkedeki sınıf çelişkilerinin yoğunlaşması, ülkeler arasındaki düşmanlıkların yoğunlaşması, emperyalist kapitalizmin, yalnızca onun emperyalist girişimlerine, planlarına ve programlarına, gerek yurt içinde gerekse de dünya arenasında, küçük fakat aktif bir ortak olarak hizmet etmesi durumunda, bir reformist bürokrasiye tahammül edebileceği (o da belirli bir süre için) bir ortam yaratmaktadır. Sosyal reformizm, ömrünü uzatabilmek için -fakat sadece uzatabilmek için, daha fazlası değil- sosyal emperyalizme dönüşmek zorundadır. Çünkü bu yol boyunca genel olarak herhangi bir çıkış bulunmamaktadır.
Peki bu, emperyalizm çağında genel olarak bağımsız sendikaların var olmalarının olanaksız olduğu anlamına mı gelir? Soruyu bu şekilde sormak özünde yanlış olacaktır. Olanaksız olan, bağımsız veya yarı-bağımsız reformist sendikalardır. Emperyalist politikanın ortağı olmayan ancak kapitalist düzenin doğrudan devrilmesini kendi görevi olarak belirlemiş olan devrimci sendikalar bütünüyle olasıdır. Emperyalist çürüme çağında sendikalar, ancak bilinçli bir biçimde, eylemde proleter devrimin organları oldukları ölçüde gerçekten bağımsız olabilirler. Bu anlamda, Dördüncü Enternasyonal’in son kongresinde kabul edilen geçiş talepleri programı yalnızca partinin çalışma programı değildir; temel nitelikleri bakımından sendikaların da çalışma programıdır.
Geri kalmış ülkelerin gelişimine, bu gelişimin bileşik niteliği damgasını vurmaktadır. Diğer bir deyişle, bu ülkelerde emperyalist teknolojinin, ekonominin ve siyasetin sağlamış olduğu en son gelişmeler, geleneksel geri kalmışlık ve ilkelikle iç içe geçmektedir. Bu yasa sömürge ve yari-sömürge ülkelerin gelişiminin, sendikal hareket alanı da dahil olmak üzere, çok farklı alanlarında gözlenebilmektedir. Emperyalist kapitalizm burada en sinik ve çıplak biçimiyle islemektedir. Bakir topraklara kendi gaddarca egemenliğinin en mükemmelleştirilmiş yöntemlerini taşımaktadır.
Son dönemde sendikal harekette bütün dünya çapında bir sağa kayış yaşandığı ve iç demokrasinin bastırıldığı görülmektedir. Britanya’da sendikalardaki Azınlık Hareketi ezildi (ki bunda Moskova’nın da parmağı vardı); bugün sendikal hareketin önderleri, özellikle dış politika alanında, Muhafazakâr Parti’nin itaatkâr ajanları konumundadırlar. Fransa’da, Stalinist sendikalar için bağımsız bir varoluşa yer yoktu. Bunlar Jouhaux’un önderliği altındaki sözde anarko-sendikalist sendikalarla birleştiler ve bu birleşmenin sonucunda sendikal harekette genel bir kayma yasandı; ancak bu sola değil, sağa doğru bir kayıştı. CGT’nin önderliği Fransız emperyalist kapitalizminin en doğrudan ve açık ajanıdır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde sendikal hareket, son yıllarda, tarihindeki en fırtınalı dönemden geçti. CIO’nun yükselişi, emekçi kitleler içindeki devrimci eğilimlerin yadsınamaz kanıtıdır. Bununla birlikte, bu yeni “solcu” sendikal örgütlenmenin kurulur kurulmaz emperyalist devletin çelikten kucağına oturmuş olması da son derece anlamlı ve dikkate değer bir durumdur. Eski federasyonla yenisinin tepe yönetimleri arasındaki mücadele büyük ölçüde Roosevelt ve onun kabinesinin sempatisini ve desteğini kazanma mücadelesine indirgenebilir.
Farklı bir anlamda da olsa, İspanya’daki sendikal hareketin gelişim ya da yozlaşma tablosu daha az çarpıcı değildir. Sosyalist sendikalarda, sendikal hareketin bağımsızlığını bir derece olsun temsil eden bütün önde gelen unsurlar dışlandılar. Anarko-sendikalist sendikalara gelince, bunlar burjuva cumhuriyetçilerinin araçları haline geldiler; anarko-sendikalist önderler muhafazakâr burjuva bakanlar oldular. Bu metamorfozun iç savaş koşullarında meydana gelmiş olması, onun önemini azaltmamaktadır. Savaş bütünüyle aynı nitelikteki politikaların sürdürülmesidir. Savaş süreçleri hızlandırır, onların temel özelliklerini açığa çıkarır, çürümüş, sahte ve ikircikli olan ne varsa ortadan kaldırır ve temel olan her şeyi çırılçıplak ortaya koyar.
Sendikaların sağa kayışı sınıf ve uluslararası çelişkilerin keskinleşmesinden kaynaklanmaktadır. Sendikal hareketin önderleri bunun muhalefet oyunu oynamanın zamanı olmadığını sezinlediler ya da anladılar ya da anlamak zorunda bırakıldılar. Sendikal hareket içinde, özellikle de üst yönetim kademesinde ortaya çıkan her muhalefet hareketi, fırtınalı bir kitle hareketine neden olma ve ulusal emperyalizm için zorluklar yaratma tehlikesini taşımaktadır. Sendikaların sağa kayışı ve onların içinde işçi demokrasisinin bastırılması buradan kaynaklanmaktadır. Bu temel özellik, totaliter rejime doğru kayış, bütün dünyadaki işçi hareketlerinde yaşanmaktadır.
Aynı zamanda Hollanda’yı da hatırlamamız gerekiyor. Bu ülkede emperyalist kapitalizme yalnızca reformist hareket ve sendikal hareket güvenilir koltuk değnekleri olarak hizmet vermiyor, buna ek olarak buradaki sözde anarko-sendikalist örgüt de gerçekte emperyalist hükümetin kontrolü altında. Bu örgütün sekreteri olan Sneevliet’in, Dördüncü Enternasyonal’e karşı duyduğu platonik sempatiye rağmen, Hollanda parlamentosunda bir milletvekiliyken en çok kaygı duyduğu şey, hükümetin gazabının kendi sendikal örgütüne yönelmesiydi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Çalışma Bakanlığı’nın bünyesindeki sol bürokrasi sendikal hareketi demokratik devlete tabi kılmakla görevliydi ve su ana kadar bu görevi bir ölçüde basarıyla yerine getirmiş olduğunu söylemek gerekir.
Meksika’da demiryolları ile petrol sahalarının ulusallaştırılmış olmasının elbette ki sosyalizmle hiçbir ortak yani bulunmamaktadır. Bu, ulusallaştırmalar yoluyla kendisini bir yandan yabancı emperyalizme, diğer yandan da kendi proletaryasına karsı korumaya çalışan, geri kalmış bir ülkedeki devlet kapitalizminin başvurduğu bir önlemdir. Demiryollarının, petrol sahalarının ve benzerlerinin isçi örgütleri aracılığıyla yönetilmelerinin, bu yönetim özünde isçilerden bağımsız, buna karşılık burjuva devlete bütünüyle bağımlı olan isçi bürokrasisi aracılığıyla gerçekleştirildiği için, sanayi üzerinde işçi denetimiyle ortak hiçbir yani bulunmamaktadır.
Egemen sınıf açısından bu önlem işçi sınıfını disiplin altına sokma, onun, yüzeyde kendi çıkarları ile iç içeymiş gibi görünen, devletin genel çıkarlarının hizmetinde daha fazla çalışmasını sağlama hedefine yöneliktir. Aslında burjuvazinin bütün işi sınıf mücadelelerinin organları olarak sendikaları ortadan kaldırmak ve onların yerine, burjuva devletinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin organı olarak sendika bürokrasisini geçirmektir.
Bu koşullar altında devrimci öncünün görevi sendikaların tam bağımsızlığı ve demiryollarının, petrol şirketlerinin ve diğerlerinin yönetimine dönüşmüş olan bugünkü sendika bürokrasileri üzerinde gerçek işçi denetiminin uygulamaya konması için bir mücadele yürütmektir.
Son dönemde (savaştan önce) yaşanan olaylar -teorik bakımdan her zaman için aşırı uçlarına götürülmüş liberalizmden başka bir şey olmayan- anarşizmin, pratikte, korumasına ihtiyaç duyduğu demokratik cumhuriyet içinde barışçıl bir propagandadan ibaret olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne serdi. Bireysel terörist eylemler vb.lerini bir kenara bırakırsak, bir kitle hareketi ve siyasi sistem olarak anarşizm, yalnızca yasaların sağladığı barışçıl koruma altında propaganda malzemesi sunmuştur. Kriz koşullarında anarşistler her zaman barış zamanında öğrettiklerinin tam tersini yapmışlardır. Buna bizzat Marks tarafından Paris Komünü’yle ilişkili olarak işaret edilmişti. Ve bu İspanyol devrimi deneyimi sırasında çok daha büyük boyutlarda tekrarlandı.
Terimin eski anlamıyla – farklı eğilimlerin bir ve ayni kitle örgütünün çatısı altında az çok özgürce mücadele edebildikleri- demokratik sendikalar bundan böyle var olamazlar. Tıpkı burjuva demokratik devleti geri getirmenin olanaksız olması gibi, eski isçi demokrasisini geri getirmek de olanaksızdır. Birinin kaderi diğerininkini yansıtmaktadır. Gerçekte, sınıfsal anlamda sendikaların burjuva devlet karşısında bağımsızlığı ancak bütünüyle devrimci bir önderlik tarafından, yani Dördüncü Enternasyonal’in önderliği tarafından sağlanabilir. Doğal olarak bu önderlik rasyonel olmak zorundadır ve olabilir ve bugünkü somut koşullar altında sendikalarda mümkün olan azami demokrasiyi uygulamaya koyabilir. Fakat Dördüncü Enternasyonal’in siyasi önderliği olmaksızın sendikaların bağımsızlığı olanaksızdır.
Ağustos 1940