Özgür Gündem gazetesi yazarı Ayşe Günaysu 5 Şubat’ta yayınlanan “ABD Büyükelçiliği’ne saldırmanın dokunulmazlığı” [1] başlıklı yazısında büyükelçiliğe yönelik saldırı üzerinden bir taşla birden fazla kuş vurmaya çalışmış. Günaysu, yazısında “sol”un genel olarak saldırıya karşı çıkmadığını ifade ederek bir bütün olarak “sol”a, Ekim Devrimi günlerinden bir tarih çarpıtmasını ifade eden örneğiyle de Bolşeviklere ve Troçki’ye saldırmayı hedeflemiş görünüyor.
Marksistlerin ABD Büyükelçiliği’ne yönelik saldırıyla ve genel olarak bireysel terörizmle ilgili tutumuna geçmeden önce, Günaysu’nun tarih çarpıtmasına ve çıkarmaya çalıştığı sonucun yanlışlığına değinmekte yarar var. Günaysu, 2008’de BGST Yayınları’ndan çıkan “Türkiye’de İfade Özgürlüğü” başlıklı kitapta yer alan “Ya Kendi Düşüncemize Vurduğumuz Zincirler” başlıklı yazısında da yer verdiğini öğrendiğimiz tarih çarpıtmasını şu şekilde ifade ediyor: “Benim kuşak tarafından zamanında pek hoşlanılarak anlatılan bir anekdot vardır. Ekim Devrimi günlerinde Kışlık Saray önünde nöbet tutan Bolşevik ere “entel” (dikkat, entelektüel değil) bir Troçkist yaklaşır ve günün sıcak tartışma konuları üzerinde ders vermeye “kalkışır”. Cahil ama inançlı Bolşevik er, Troçkiste hep aynı yanıtı verir: “Ben bu dediklerinden anlamam. Bir burjuvazi vardır, bir de proletarya. Proletaryanın zaferi için burjuvazinin yenilmesi gerekir.” Yazar devamında şöyle yazıyor: “Bu anekdotta vurgulanan şey esas olarak bilginin, araştırmanın, analiz etmenin küçümsenmesi, inancın yüceltilmesidir. Troçkistin anlattıkları, karışık argümanlar, soyutlama ve kavramsallaştırmalarla alay edilmekte, onların karşısına saf, net, berrak, hiçbir bulanıklık içermeyen bir inanç olumlanmaktadır. Mesaj açıktır: Ekim Devrimi’ni başarıya ulaştıran işçilerin kafasındaki bu “netlik” ve tartışmayı gereksiz kılan yüreğindeki inançtır; akıl yürütmeler, sonuç çıkarmalar gibi zahmetli işler sadece kafa karıştırır, vakit kaybettirir.”
Yazarın yanlış bir şekilde aktardığı tarihsel deneyimden çıkarmaya çalıştığı yanlış ve yıkıcı sonuç, aslında onun bilgiyi küçümsediğini gösteriyor. Askerin tutumunu bir “inanç kültürü” olarak ifade eden yazar bugün de aynı kültürün devam ettiğini ve dost ve düşmanın belli olduğunu, bu kültüre göre dostun ezilen halklar, düşmanınsa emperyalizm olduğunu ileri sürüyor.
Önce, yazarın yukarıda aktardığımız “anekdot”undaki yanlışları düzeltelim. “Benim kuşak” derken, Stalinist solu kastettiği anlaşılan yazar, John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün kitabındaki bölümü çarpıtarak anlatıyor.
Günaysu’nun hiçbir kaynak göstermeden aktardığı “anekdot”, Ekim Devrimi’nin ardından Bolşevik bir asker ile Bolşevik Devrim’e karşı çıkan “solcu” üniversite öğrencisi arasında yaşanan ve John Reed’in şahit olduğu bir diyalogudur. Bu diyalog Kışlık Saray’ın değil ama bir tren istasyonunun önünde nöbet tutan askerlerden biri ile orada toplanmış olan iki yüz kadar insanın içinde yer alan bir öğrenci arasında geçmiştir. Öğrenci, askere, azarlayan bir sesle “Kendi kardeşlerinize karşı silaha sarılmakla, katillerin ve hainlerin elinde oyuncak olduğunuzu herhalde anlıyorsunuz” der. Asker de “Bana bak, kardeş, anlamıyorsun. İki sınıf var, görmüyor musun? Proletarya ile burjuvazi.” Öğrenci: “Ha, evet, biliyorum bu lafları, merak etme. Sizin gibi cahil köylüler birkaç hazır laf öğrenmeye görsün. Bunların anlamını bilmiyorsunuz bile. Yalnız papağan gibi ezberlemişsiniz. Ben Marksist bir öğrenciyim. Ve sana şunu söyleyeyim: Uğrunda savaştığın şey sosyalizm değil. Yalnız Almanlara yarayan bir anarşi!” Asker, öğrencinin, Lenin’in Alman ajanı olduğunu iddia etmesi karşısında şunları söyler: “Orasını bilmiyorum ama Lenin benim ve benim gibi basit insanların istediği şeyleri söylüyor. Bak: İki sınıf var, biri burjuvazi, öteki proletarya…” Öğrencinin Bolşeviklere karşı olduğunu söylemesi üzerine, okumuş bir adam olmadığını söyleyen asker, bir kez daha, “Yalnız iki sınıf var. Bir yandan olmayan, öte yandandır…” der. [2]
Özetle, sözkonusu tartışma, Günaysu’nun iddiasının aksine, bir Bolşevik ile bir proleter devrim karşıtı sözde “Marksist” bir öğrenci arasında geçmektedir.
Troçki ise Nisan Tezleri’nin yayınlanmasından ve Bolşevik Parti’nin proleter devrimin tek partisi olduğunun ortaya çıkmasından itibaren Bolşeviklerle beraber çalışmaktaydı ve Ağustos 1917’de, kendisini “enternasyonalist Bolşevikler” olarak adlandıran örgütüyle birlikte Bolşevik Parti’ye katıldı. Troçki, Petrograd Sovyeti’nin ve Askeri Devrimci Komite’nin başkanı olarak Ekim Devrimi’nin hazırlanmasında, John Reed’in yanı sıra birçok tarihçinin (işçi demokrasisine ve Bolşeviklere karşı siyasi karşıdevrimin önderliğine soyunmadan önce Stalin’in de) ifade ettiği üzere belirleyici rol oynadı. 1917’de, ne ortada bir siyasal akım olarak “Troçkizm” ya da Troçkistler vardı, ne de bir “Troçkist”, bir Bolşevik askerle böyle bir tartışma yapmıştı. Troçki, devrim sırasında başlıca Bolşevik önderlerden biri ve iç savaş sürecinde Kızıl Ordu’nun kurucusuydu; o 1940’te bir Stalinist ajan tarafından öldürülene kadar da Bolşevizmin başlıca savunucusu oldu.
Lenin, Reed’in kitabına 1919 sonlarından yazdığı sunuşta “John Reed’in kitabı Dünyayı Sarsan On Gün’ü büyük bir ilgi ve hiç azalmayan bir dikkatle okudum. Dünya işçilerine tereddütsüz öneriyorum. İşte milyonlarca basılmasını ve bütün dillere çevrilmesini görmek isteyeceğim bir kitap.” [3] diyerek kitabı hak ettiği şekilde övüyor ve tüm dünya işçilerine ulaştırılmasını istiyordu. Aynı kitabın ve yazarının, Günaysu’nun “kuşağı”nın da dahil olduğu anlaşılan Stalinistler tarafından, “Troçkist John Reed’in Troçkist yalanları” olarak karalandığını biliyoruz. Ama bütün bu Stalinist saçmalıklar, insanların zekâsıyla alay ediyordu; zira ABD’li komünist John Reed 1920’de ölmüştü ve onun yaşadığı dönemde ne Sol Muhalefet ne de “Troçkizm” vardı.
Özetle, Günaysu’nun “kuşağının” pek hoşlanarak anlattığı bu “anekdot”, John Reed’in kitabında yer alan tamamen farklı bir bölümün açıkça çarpıtılmasına dayanmaktadır. Stalinistlerin bu kitabı ve yazarını aforoz etmesinin altında da, onların, Bolşevik Parti’nin, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren ve neredeyse tamamı Stalin tarafından öldürülmüş olan merkez komitesi üyeleri ile on binlerce komünisti tarihten silme çabası yatmaktadır. Bu beyhude çabanın başlıca hedefi de Troçki idi.
Günaysu’nun Bolşevikler’de cisimleştirdiği ve “inanç kültürü” dediği şeye gelince. 1917 Devrimi (Şubat’tan Ekim’e) insanlık tarihinin o güne kadar gördüğü en büyük toplumsal altüst oluştu. Bu altüst oluşu gerçekleştirenler de Rusya’daki milyonlarca işçi ve yoksul köylüydü. Onların 20. yüzyıla damgasını vuran bu devrimci pratiğinin Bolşevizm bayrağı altında gerçekleşmesi de, bir “inanç kültürü”nün ürünü değildi. Tersine, milyonlarca işçinin ve yoksul köylünün Bolşevikleri izlemesi, Bolşeviklerin önceki 15 yıl boyunca geliştirmiş oldukları bilimsel, enternasyonalist ve devrimci perspektifler üzerine kurulu Marksist siyasi program sayesinde mümkün olmuştu. Bolşeviklerin bu programı da, Günaysu’nun sandığının ve iddia ettiğinin aksine, tam da “akıl yürütmeler, sonuç çıkarmalar gibi zahmetli işler” yani devrimci teorik çalışmalar ve tartışmalar sayesinde var olmuştu. Bolşeviklerin Ekim Devrimi’ne önderlik etmelerini sağlayan proleter (sosyalist) devrim programı ile önceki (işçi sınıfı ile köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü) programı arasında “uçurum” vardır. Dahası, eğer Lenin, “Nisan Tezleri” adıyla bilinen yeni programı partiye kabul ettiremeseydi, Bolşevik Parti devrime önderlik edemeyecek; Günaysu da bu çok hoşlandığı “anekdotu” hiçbir zaman kullanamayacaktı.
John Reed’in aktardığı diyalogda “cahil” köylü ile “aydın” öğrenci arasında sergilenen karşıtlığın altında, onlardan birinin “inançlı”, diğerinin “inançsız” ya da birinin cahil diğerinin aydın olması yatmıyordu. Bu karşıtlık, sınıf mücadelesinin en üst seviyesinde, devrimin ve karşı devrimin boy ölçüştüğü bir sırada, hangi safta yer alınacağıyla ilgiliydi: Yapısal krizi bir dünya savaşına yol açmış olan kapitalizmin çöküşü hızlandırılacak ve onun yerini sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya mı alacak; yoksa bu çöküş durdurulmaya mı çalışılacak?
Bu saflaşmanın bir yanında Bolşevikler, diğer yanında ise Menşevikler, Sosyal Devrimciler ve diğerleri yer alıyordu. Artık mevcut düzenden bütün umudunu yitirmiş olan ve yeni bir dünya özlemiyle yanan milyonlarca işçi ve köylü, ancak bütün diğer önderliklerin kapitalist sistemi savunduğu ortaya çıktıktan sonra Bolşevikleri desteklediler. Çünkü onlara önceki 15 yıl boyunca olduğu gibi o günlerde de yalnızca gerçekleri anlatan ve ellerine devrimci bir dönüşüm programını sunan tek parti Bolşeviklerdi. Dahası, Bolşevikler, “inanç kültürü” üzerinde yükselmek şöyle dursun; Rusya’da yüzlerce yıl boyunca kitleler içinde kök salmış olan bütün inançları yıkan ve inancın yerine bilinci geçiren tek akımdı. Ayşe Günaysu, aynı asker giysili köylüyü küçümseyen sözde “Marksist” öğrenci gibi, devrimin kitlelerin bilincinde nasıl devasa bir sıçrama yarattığını; düne kadar “uykuda” görünen işçiye ve yoksul köylüye nasıl bir özgüven kazandırdığını görememektedir.
Bireysel terörizme karşı Marksizm
ABD Büyükelçiliğine yapılan canlı bomba saldırısı türü eylemler ne ilk kez oluyor ne de sonuncusudur. Marksistler, bu tür eylemleri küçük burjuva bireysel terör yöntemleri olarak değerlendirir ve onlara cepheden karşı çıkarlar. İşçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını savunan bizler, tek tek bürokratların, patronların ya da polislerin öldürülmesinin işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine hiçbir katkısı olmadığı; tersine, hemen her durumda burjuvaziye ve onun devletine hizmet ettiği gerçeğini ifade ediyoruz.
Bireysel terör, yalnızca mevcut burjuva sınıf egemenliğinin kuvvetlendirilmesine, işçi sınıfına ve devrimcilere yönelik zaten var olan baskının yoğunlaştırılmasına, kitlelerin kendi güçlerine olan güveninin zayıflamasına (“kurtarıcılar varsa bizim harekete geçmemize ne gerek var!”) ve işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine adanması gereken devrimci enerjinin tüketilmesine hizmet etmektedir. Kısacası, bizler, Günaysu’nun kapitalist-emperyalist sistemle herhangi bir sorunu olmayan liberal karşı çıkışının aksine, bu tür bireysel terör eylemlerine, işçi sınıfının mücadelesine yabancı bir eylem türü olması ve komünizm mücadelesine katkı sağlamak yerine zarar vermesi nedeniyle karşı çıkarız.
19. yüzyılın sonlarından itibaren, Rus Marksistlerinin ilk işi, Narodnizm ve ardından Sosyal Devrimci partide temsil edilen bireysel terörizmin işçi sınıfı hareketine verdiği zarara karşı mücadeleydi. Lenin ‘Devrimci Maceracılık Üzerine’ (1902) makalesinde şöyle yazar: “Daha ilerde şöyle deniyor: “her terörizm alevi zihinleri aydınlatır.” Ne yazık ki, terörizmi öğütleyen Sosyal Devrimcilerin partisi için biz bunun doğru olduğunu göremedik. Bir de önümüze, büyük iş, küçük iş teorisi getiriliyor. “Daha büyük güce daha fazla imkâna ve daha büyük kararlılığa sahip olanlar küçük işlerle yetinmesinler, kendilerine iş bulsunlar ve kendilerini ona adasınlar — kitleler arasında terörizm propagandası [!], çapraşık terörist eylemlerin hazırlanması” [kıvraklık teorisi çoktan unutulmuş!]. Ne kadar da akıllara durgunluk veren bir zekâ: yerini aşağılık Plehve’nin alacağı aşağılık Sipyagin’den öç almak uğruna bir devrimcinin hayatını feda etmek: buna büyük iş deniyor. … Sosyal Demokratlar [Marksistler] maceracılığa karşı her zaman uyarıda bulunacaklar ve kaçınılmaz olarak tam bir hüsranla sonuçlanan hayalleri amansızca teşhir edeceklerdir.”
Troçki’den bir alıntı ile devam edelim: “Bizim gözümüzde bireysel terör, tam da kitlelerin rolünü onların kendi bilincinde küçülttüğü, onları kendi güçsüzlüklerine razı ettiği; onların gözlerini ve umutlarını bir gün gelip misyonunu yerine getirecek olan büyük bir intikamcıya ve kurtarıcıya çevirmelerine yol açtığı için kabul edilemez.” “Terörist eylemler daha ‘etkili’ oldukları, daha büyük tesire sahip oldukları ölçüde, kitlelerin öz örgütlenmeye ve kendilerini eğitmeye yönelik ilgilerini daha da azaltırlar. Ancak zamanla şaşkınlığın dumanı dağılır, panik ortadan kaybolur, öldürülen bakanın halefi arz-ı endam eder, yaşam tekrar eski rayına oturur, kapitalist sömürünün çarkı daha önce olduğu gibi döner; yalnızca polis baskısı daha vahşileşir ve pervasızlaşır. Ve sonuç olarak, alevlenen umutların ve yapay olarak yükseltilen heyecanın yerini hayal kırıklığı ve kayıtsızlık alır.” [4]
Marksistler, ABD emperyalizminin suçlarının hesabının, onun güvenliklerini, büyükelçilerini, bakanlarını ya da başkanını öldürerek sorulamayacağını bilirler. Aksine bu tip terör eylemleri burjuva devletlere, “teröre karşı savaş” adı altında tüm ezilenlere ve devrimcilere yönelik saldırısını yükseltme imkânı sunarken, emekçilerin bilincini bulandırır ve çoğu durumda onların burjuva devlete yedeklenmesine yol açar. Dünya çapındaki burjuva egemenliğinin sürdürücüsü olan insanların yerini burjuvazi kolaylıkla doldurur; bir bütün olarak sistem ayaktayken onun birkaç piyonunun öldürülmesi sisteme hiçbir zarar vermez. Emperyalist işgaller ve müdahaleler yoluyla sürdürülen kapitalist gericiliğin son bulması yalnızca dünya çapında kapitalist sömürünün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Bu da yalnızca, dünya işçi sınıfının sosyalist devrimler yoluyla burjuvazinin iktidarını yıkmasıyla gerçekleşebilir. Zira emperyalizm, bir “politik tercih” değil ama kapitalist sistemin ta kendisi; onun en üst ve son aşamasıdır. Yani karşıtlık, “emperyalizm” ile “ezilen halklar” arasında değil, hala, burjuvazi ile proletarya arasındadır.
ABD, bugün -hızla gerilese de- başlıca emperyalist güç olmayı ve dünya gericiliğinin bayraktarlığını yapmayı sürdürüyor. Ama onu devirecek olan güç, çeşitli ülkelerde ya da bizzat ABD’de gerçekleştirilecek silahlı saldırılar değil; Marksist partisi etrafında örgütlenmiş ABD işçi sınıfının kitlesel devrimci eylemidir. Emperyalizme karşı başarılı bir mücadeleyi ya da devrimi gerçekleştirebilecek güç, silahlı bir grup devrimci değil milyonlarca işçi ve yoksul köylüdür. Burjuva devletin ya da “devrimci” bireylerin/grupların kitleleri yıldırmaya hizmet eden terör yöntemine cepheden karşı çıkan Marksistler, yalnızca, mücadele içindeki örgütlü kitlelerin, gösteriler, grevler, genel grevler, işgaller ve nihayet devrimci isyan gibi yollarla gerçekleştirdiği kitlesel “terör”ü desteklerler.