En sıradan insan haklarının bile her gün çiğnendiği Türkiye’de, egemenler “demokrasi ve insan hakları”ndan söz etmekten vazgeçemiyorlar. Yapılanlar, yapanlar tarafından inkar edile dursun, ortaya konulan araştırmalar gerçekleri göstermekte gecikmiyor. 19 Şubat günü “2007 Yılı İşkence ve Kötü Muamele Raporu”nu açıklayan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), bu topraklarda burjuva demokratik hakların dahi kağıt üzerinde kaldığını tekrar gösterdi.
TİHV yaptığı kısa değerlendirmede, 2007 yılında işkence ve kötü muamelenin arttığına dikkat çekiyor. 2006 yılında Vakıf’a başvuranların sayısı 337 kişi iken, bu sayının 2007 yılında 293’ü erkek, 159’u kadın ve 33 çocuk olmak üzere 452’ye çıktığı belirtiliyor. TİHV’ye başvuruda bulunan 452 kişinin 320’sinin aynı yıl işkence gördüğü, bu sayının 2006’da 252 olduğu belirtiliyor.
İşkenceye maruz kalınan yerlerin de belirtildiği değerlendirmede, başı, kurum olarak %30,6’yla Emniyet Müdürlükleri çekiyor. Polis karakolları %19, ardından Jandarma Karakolları %5,3. Değerlendirme, işkencenin kurumların (işkencehanelerin) dışına, sokağa taştığını gösteriyor. TİHV’ye başvuran mağdurların %34,9’u açık alanda ya da araç içinde işkenceye uğramış.
Yapılan değerlendirmede, son derece isabetli olarak, güvenlik güçlerinin tutumlarında Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) yapılan değişiklik sonrasında sürekli artan bir sertleşme olduğu belirtiliyor. Bu kanundan sonra polis kuvvetleri, iki göçmeni karakolda, bir genci dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle arabasının içinde kafasından vurarak, genç bir işçiyi de parkta otururken göğsüne tekme atarak öldürmüştü.
Değerlendirme, işkencecilerin en sık kullandığı yöntemlere de yer veriyor: “…ağır kaba dayak, aşağılama, hakaret etme en yüksek değerleri göstermektedir. Bunların yanı sıra öldürme tehdidi, diğer tehditler, işkenceye görsel ve işitsel tanıklık, yakınlarının yanında işkence yapma, anlamsız itaat etmeye zorlama, vücudun tek bir noktasına sürekli vurma, saç, sakal, bıyık yolma, aşırı fiziksel aktiviteye zorlama, soğuk ortamda bekletme, biber gazı sıkma, cinsel taciz, haya burma…”
TİHV doktorları, işkence mağdurlarında ağırlıklı olarak kırıklar, organ yaralanmaları ve kaybı, kulak zarı yırtılması ile karşılaştıklarını, fiziksel tanıların yanı sıra başta akut stres bozukluğu ve travma sonrası stres bozukluğu olmak üzere çeşitli ruhsal bozukluklar da saptadıklarını belirtiyorlar.
Değerlendirmenin sonunda, TİHV ortaya çıkan verilere göre şu tespitte bulunuyor: “İşkencenin yapıldığı yer, yöntemler ve tanılar arasında kurulan bu ilişki, bir yandan Türkiye’de son zamanlarda işkencenin bilgi alma ihtiyacından çok korku veya gözdağı vermek, cezalandırmak ya da otorite tesis etmek amacıyla yapıldığına işaret ederken diğer yandan PVSK’de yapılan değişikliğin yol açtığı vahim sonuçları açıkça ortaya koymaktadır.”
Bunun yanında, raporda, 11 Şubat’tan itibaren kullanılmaya başlanan, basında “polis bundan sonra eylemcileri copla değil, plastik mermiyle dağıtacak” başlığıyla haber yapılan ve oldukça övülen plastik mermilere de yer veriliyor. Plastik mermiyle yaralanan dört kişinin başvurusu sonucu yapılan araştırmada, “merminin zararsız olduğu” yönlü propagandanın gerçekleri yansıtmadığı ortaya çıkmış oldu.
Tanesine 2 bin dolar verilerek yüz adet alınan plastik mermi ve boya atan tüfekler şimdilik “tehlikeli on il”de kullanılıyor. Devletin güvenlik güçleri, ilerleyen günlerde önüne geçemeyecekleri kitlesel gösterilere hazırlanıyorlar. Plastik merminin başa ya da göze geldiğinde öldürme tehlikesi olsa da, göstericilerin plastik mermi atınca da dağılmaması durumunda polis hemen gerçek mermi kullanmaya geçebiliyor. Belirlenen sıralama şu şekilde: önce gaz ve sis bombaları, tazyikli su sıkma, ardından plastik mermi ve göstericileri işaretlemek için boyalı mermi, eğer göstericiler direngense ve dağılmıyorlarsa artık gerçek mermiye geçilebilir, bu yolla “güvenlik ve düzen” sağlanabilir.
Bilindiği gibi 12 Eylül askeri diktatörlüğü altında Türkiye en karanlık günlerini geçirmiş, onbinlerce devrimci gözaltına alınmış ve hepsi işkence görmüştü. Resmi rakamlara göre 650 bin kişinin gözaltına alındığı biliniyor, kaç kişinin işkenceden geçirildiği de bu sayı üzerinden tahmin edilebilir. Bu dönemde işkenceden öldüğü belgelenen 171 kişi var; elbette belgelenemeyen ve hasıraltı edilenlerin sayısını tam olarak bilmek mümkün değil. Yine bu karanlık dönemin devamı, 90’lı yılların başından itibaren, özellikle Kürt illerinde had safhaya ulaşan işkence ve “faili meçhul” cinayetler dönemiydi.
Toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde, burjuva devletinin baskısını arttırdığını, terör uygulamalarına sık sık başvurduğunu (2007 1 Mayısında İstanbul’da yaşananları hatırlayın) görüyoruz. Bugünkü gibi, yükselen bir sınıf hareketinin olmadığı zamanlarda da devlet, sopasını göstermekten geri durmuyor ve asıl olarak ileride yükselecek devrimci işçi hareketine karşı hazırlık yapıyor.
Yaşanan işkenceler ve kolluk kuvvetlerinin grevleri ve gösterileri dağıtmak için fırsat kollaması, onların kimin güvenliğini sağladığını açıkça gösteriyor. İşçiler ve gençlik kolluk kuvvetleri eliyle sürdürülen işkencelere karşı duyarlı olmalı ve onlara karşı mücadele etmelidir. İşçi sınıfının kendi geleceğini ve güvenliğini kendi ellerine alabilmesi, aynı zamanda, onun burjuvazinin resmi terörüne karşı koyabilme bilincine ve kapasitesine bağlıdır. Burjuvazinin estirdiği teröre karşı önlem almanın tek yolu ise, işçi sınıfının güçlü bir sosyalist bir işçi partisinin çatısı altında örgütlenmesidir.