Dünyanın her köşesinde maden kaynakları açısından verimli bölgeleri yağmalayan çok uluslu şirketlerin Türkiye’deki son durağı Kaz Dağları.. Bu şirketler, resmi kurumlardan aldıkları çalışma ruhsatlarıyla bir süredir Kaz Dağlarında altın aramayı sürdürüyordu. İçme sularının kirleten ve orman alanlarını tahrip eden altın arama faaliyetinin varlığı ancak yöre halkının tepki göstermesi sayesinde açığa çıktı ve gözler Kaz Dağlarına döndü. Bölge’den yükselen sese basının ve sivil toplum örgütlerinin de destek vermesiyle birlikte, konu kamuoyunun gündemine taşınmış oldu.
Altın arama çalışması sürdüren şirketler sondaj çalışmalarının ağaçlara ve içme sularına zarar vermediğini ve maden çalışmalarının Kaz Dağları’nın Milli Park olmayan kısmında yürütüldüğünü iddia ediyorlar. Onlar gazetelere verdikleri “Madencilik Yapılan Yerler Kaz Dağları’nın Dışındadır” başlıklı ilanda, bölgede 20 yıldan beri sondaj çalışmalarının yapıldığı belirtiyor ve “8 bin 140 kilometre karelik Biga Yarımadası’nın sadece 2 kilometre karesinde maden aramaları yapılmaktadır” diyorlar. Kaz Dağları’nda altın arayan şirketler, orman alanlarına zarar verildiği konusundaki eleştirileri de “Madencilik faaliyetlerinden dolayı ülkemizde orman alanları azalmamakta, bilakis artmaktadır. Madencilik faaliyetleri gerçekleştirilirken zorunlu olarak ağaç kesimi söz konusu olursa, kesilen her ağaca karşılık en az 10 ağaç dikilir” diyerek yanıtlıyorlar. Maden sektöründeki kapitalist birliklerin bu tartışmadaki başlıca destekçileri arasında da Türkiye Maden-İş Sendikası ile Genel Maden-İş Sendikası da bulunuyor.
Şirketler sondaj çalışması yaparken 3 farklı kimyasal madde kullanıyor. Bu maddelerden biri Bentonit Kili. Bu madde, sondajda kullanılan suyun çatlaklardan sızıp kaybolmasını engelliyor. Çevre ve Orman Bakanlığı ile şirketlere göre bu maddenin çevreye zararı yok. Toprağın aşırı nemlenmesine yol açan diğer bir kimyasal ise Polimer. Şirketler bu maddeyi, kuyulardaki toprak parçalarının sondaj aletine zarar vermesini engellemek için kullanıyorlar. Polimer, toprakta sabunumsu bir tabaka haline geliyor. Teckcominco şirketine göre bu maddenin de çevreye herhangi bir zararı bulunmuyor. Ancak çevreciler maddenin doğaya zarar verdiği görüşünde birleşiyor. Kaz Dağları’nda kullanılan bir başka kimyasal ise Kostik adı verilen soda. Kostik, sondaj makinesinin sürekli kullanıldığı durumlarda makinenin soğutulmasını sağlıyor. Şirketler bu maddenin içme suyuna karışamayacağını iddia ediyor.
Ancak bölgeden gelen haberler Kaz Dağları’nda altın arayan şirketlerin tezlerini doğrulamıyor. Bölgede bulunan Muratlar köyü sakinleri de sularının bulanıklaştığını, içme suyunun sağlıklarını tehdit ettiğini belirtiyorlar.
Çanakkale Akademik Odalar Birliği dönem sözcüsü Cengiz Demirel, maden sahalarının ekonomik ömrünü tamamlayıp terk edilmesinden sonra, bölgenin birçok yerinde başta siyanür olmak üzere zehirli atıklar ve ağır metallerle dolu atık barajları oluşacağını ve bunların yöre halkı ile tüm canlılar için risk oluşturacağını anlatıyor. Demirel’e göre, dünyanın en kirli sanayileri ile altın madeni ocakları bir araya geldiğinde -siyanür, kükürt dioksit, azot oksit, uçucu küller, karbondioksit ve radyo aktif maddeler salımı yüzünden- Kazdağlarındaki ormanlar yok olacak; topraklar hava ve başta Bayramiç ile Atik Hisar barajları olmak üzere yeraltı ve yerüstü su kaynakları kirlenecek. Doğanın bu şekilde imhası, elbette, onun ayrılmaz parçası olan insanları vuracak ve başta kanser olmak üzere ölümcül hastalıklar yaygınlaşacak.
“Yabancı parmağı” masalı
Bölgede altın madeni kurulmasının havayı, toprağı ve suyu zehirleyeceği iddialarına yanıt veren Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, bu topraklarda yaşayan herkesin alışık olduğu bir argümana başvurdu: Bu, “ülkemizin altın zenginliğine müsaade etmek istemeyen dış kaynaklı grupların etkinliği”ydi ve Kaz Dağları’nda altın çıkarma çalışmalarına karşı çıkanlar “Alman ajanı” idi.
Anımsanacağı üzere, geçtiğimiz yıllarda Bergama Ovacık’ta da benzeri olaylar yaşanmış; siyanürle altın çıkarılmasına karşı çıkan köylüler de “Alman ajanlığı” ile suçlanmışlardı. Sonuçta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giden köylüler davayı kazandı ve madenin çalışmasını durdurma kararı çıktı. Ancak buna rağmen, arkasına AKP hükümetinin desteğini almış olan şirket çalışmasını sürdürdü.
Bakan Hilmi Güler, altın madenlerinin “ülke” gelirine (yani Türk devletine ve sermayesine) katkıda bulunacağını öne sürüyor. “Türk” burjuvazisinin ya da devletin elde edeceği kazancın işçi sınıfı ve emekçiler için daha iyi bir yaşam anlamına gelmemesi bir yana, altın madenini işletecek olan çokuluslu şirketlerin devlete vereceği vergi, çıkarılan altının yüzde 2’sidir.
Öte yandan uzmanlar, 10–15 yıl faaliyet gösterecek olan bu madenlerin yol açtığı tahribatı gidermek için harcanacak paranın, altının getirisinden çok daha fazla olacağı görüşünde. Bu durumda, çokuluslu şirketler çıkardıkları altından devasa karlar elde ederken, onların yol açacağı tahribatın faturası devlet tarafından, artan vergiler vb. yoluyla yine işçi sınıfına ve yoksul köylülere kesilecek.
Küreselleşmenin Maden Sektörüne Yansıması
Bugün Kaz Dağları’nda, daha önce de Ovacık’ta yapılan maden arama çalışmalarının dayanağı hükümetlerin onlarca yıldır yapa geldiği yasal düzenlemelerdir. Yani maden bölgelerinin küresel sermayeye açılması, Dünya Bankası’nın ya da benzeri küresel mali sermaye kuruluşlarının uluslararası sözleşmeler, konvansiyonlar vb. dayatmalarının ifadesi olan “ulusal” yasalarla güvence altına alınmış durumda.
Bu yalnızca Türkiye ile sınırlı olan bir şey değil. 1985 yılından itibaren 130’dan fazla ülkede maden sektörüne dair yasal düzenlemelerde değişiklik yapıldığını görüyoruz. İngiltere, Lancaster Üniversitesi’nden Richard M. Auty, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) için 1999’da hazırladığı ‘Maden Kaynaklarının Jeopolitiği” başlıklı yayınında, 1950–1973 arası yılların ekonomik büyümenin “altın çağı” olarak adlandırılabilecek parlaklıkta olduğunu; 1973 sonrasındaki on yılın ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında egemen olan madene talebin kırıldığı ve sektörün gerilemeye başladığı bir dönem olduğunu ortaya koyuyor.
1980’lere kadar dünya madenciliğinin ağırlığı ABD, Kanada ve Avustralya gibi gelişmiş birkaç kapitalist ülke ile SSCB ve diğer bürokratik diktatörlüklerdeydi. Ancak bu ağırlık, söz konusu ülkelerdeki yüksek tenörlü cevher yataklarının azalması, fiyatların düşmesi ve alınması gereken çevre koruma önlemlerinin maliyetinin artması; son olarak da “ulusal koruma duvarları”yla beraber, 1989’dan itibaren bürokratik diktatörlüklerin çökmesiyle birlikte, son on yılda bütünüyle az gelişmiş ülkelere kaydı. Güney Amerika, Afrika, eski Sovyet cumhuriyetlerinde ve Güneydoğu Asya ülkelerinde yoğun bir arama ve işletme kampanyasına girişildi. Örneğin, doksanlı yıllarda Afrika’daki maden arama harcamaları 5 kat arttı.
Kapitalist yağmaya kim “dur” diyecek?
Milyonlarca hektar alanda, bu şirketlere maden arama ruhsatları verildi. Bu alanlar bazı ülke topraklarının 2/3’sine kadar vardı. Sağlanan olanaklarla, bu şirketler çoğu durumda hazır buldukları maden yataklarını yeni teknolojilerle hızla tüketirken elde ettikleri ürünü hiç bir kısıtlamaya uğramaksızın o ülkelerin dışına çıkardı. Arama ve işletme alanlarındaki yerli halk evlerinden ve toraklarından edildi. Küçük ölçekli aile madenciliği yapan yüz binlerce insan proleterleşti ya da işsiz ordusuna katıldı.
Bu topraklarda, kendi ülkelerinde geçerli olan çevre yasalarının getirdiği standartlara ve kısıtlamalara uymak zorunda olmayan küresel şirketler çok sayıda çevre kazasına, önemli kirlenmelere, ormanların ve sit alanlarının yok edilmesine neden oldular.
Küresel kapitalizm, bir yandan yatırımlarını vergi yükü olmayan ve son derece ucuz işgücü kaynağı olan ülkelere kaydırır, üretimi her sektörde uluslararasılaştırır ve karlarını kapitalizmin tarihinde hiç olmadığı kadar üst seviyeye çıkarırken, diğer yandan dünyayı, doğal kaynakların ve çevrenin tahribatıyla gerçek bir felakete sürüklüyor.
Çokuluslu ve ulus ötesi şirketlerin Türkiye’de de yaşama geçirdiği ve giderek artan sayıda çevre felaketine yol açan bu pervasız yağmaya gerçekten “dur” diyebilecek her hangi bir sermaye grubunun ya da hükümetinin ortaya çıkmıyor olması bir rastlantı değildir. Önceki on yıllar boyunca “ulus devlet”in kucağında diğer uluslararası rakipleri karşısında korunmuş; gümrük koruması ve “ulusal pazar” düzenlemeleri sayesinde büyümüş olan büyük sermaye grupları, artık bu deli gömleğine sığmıyor. Onlar şimdi, çokuluslu şirketlerin küresel ölçekte sürdürdüğü sınırsız yağmadan pay alma peşindeler. Bunun için de organik ilişki içinde oldukları küresel sermayenin önündeki her türlü engelin kaldırılmasını istiyor, bu amaçla hükümetler üzerinde baskı uyguluyorlar.
Son 25–30 yıl boyunca Türkiye’yi yöneten bütün hükümetler, şu ya da bu bakanının “niyet”i ne olursa olsun, ya doğrudan bu sermayenin programını uygulamak için kurulmuş ya da söz konusu baskıya teslim olmuştur. Çokuluslu sermayenin programını kararlılıkla uygulayan AKP hükümetinin durumu da farklı değildir. O, çokuluslu sermayenin bu topraklarda dilediğince at koşturması için iktidarda olduğundan, ne Kaz Dağları’nda altın peşinde koşan şirketlerin ne de diğerlerinin insan ve doğa kaynaklarını yağmalamasını önleyebilir. Çok uluslu maden şirketlerinin Kaz Dağları’ndaki yağma girişimine “ulusal” sermaye cephesinden karşı çıkanlara gelince… Aynı altını çıkarma ateşiyle yanan “yerli sermaye”nin, Kaz Dağları’ndaki altını doğaya ve insanlara hiç bir zarar vermeden çıkartabilecek bir teknolojiye sahip olduğunu hiç duymadık. Yoksa onlar, doğaya ve insana zarar veren şirketin sahibi Türk olduğunda, Kaz Dağları’nda ve çevresinde yaşayan köylülerle işçilerin –son aylarda zaten iyice kabarmış olan- milliyetçi duygularına seslenerek “ölecekseniz Türk siyanürüyle ölün” mü diyecekler?
Kaz Dağları’ndaki köylülerin çokuluslu altın şirketlerine karşı çevreci aydınların desteğiyle verdiği mücadelenin toplumun diğer kesimlerince de benimsenmesi, kuşkusuz, büyük önem taşıyor. Ancak en az bu mücadelenin yaygınlaşması kadar önemli olan şey, ona kapsamlı ve sağlıklı bir perspektif sunmaktır. Tersi durumda, kalıcı bir başarı elde etmek mümkün olmayacak; bu şirketler, en iyi durumda, Kaz Dağları’ndan kovulacak ama bir başka yerde ya da bir süre sonra aynı yerde yeniden ortaya çıkacaktır. Ovacık köylülerinin mücadelesi sonucunda orayı terk etmek zorunda kalan şirketlerin -başka isimlerle de olsa- bugün Kaz Dağları’nda karşımıza çıktığını unutmayalım.
Bugün Kaz Dağları’nı tehdit eden felaket, on yıllardır dünyanın ve Türkiye’nin birçok yerinde yaşanıyor. Ormanlar yok ediliyor, toprağımız, denizlerimiz, göllerimiz, ırmaklarımız ve soluduğumuz hava zehirleniyor. Bütün bunlar, sermayenin daha fazla kar için dünya çapında sürdürdüğü pervasız yağmanın kaçınılmaz sonuçları. Bir bütün olarak insanlığı yok oluşa götüren bu “çılgınlığın”, sermayenin doğasında olduğunu ve onun “ulusal” vb. hiç bir kesiminin bu “hastalık”tan muaf olmadığını biliyoruz. Bu gidişe son vermenin mümkün olan tek ve en az “maliyet”li yolu, ücretli emek sömürüsü ve kar üzerine kurulu bu sistemi yıkmaktır.
Kapitalizm adlı bu sistemin yerini, bütün üretim araçlarının insanların ortak malı olduğu, üretimin yalnızca insanların gereksinimlerini karşılamak amacıyla ve uluslararası düzeyde demokratik olarak örgütlenmiş biçimde yapıldığı bir toplum almadıkça, Kaz Dağları’nın “kazılma”sı önlenemeyecek; insanlar açlıktan, savaşlardan ve doğanın tahribatından dolayı ölmeye devam edeceklerdir.