Çin borsasının, hükümetin ve mali yetkililerin durdurmaya yönelik hararetli çabalarına rağmen süregiden düşüşü, hem Çin içinde hem de küresel olarak, büyük ekonomik ve siyasi etkilere sahiptir.
Dün [7 Temmuz’da], Çin hisse senetleri, Şanghay Bileşik Endeksi’nin yüzde 1,3 azalması ve Şenzen Bileşik Endeksi’nin yüzde 5,3 değer kaybetmesiyle, bir kez daha düştü. Bugün, Şanghay, kayıpların öğlen yüzde 4,7’ye geri dönmesinden önce yüzde 8 düşüşle açıldı. Şenzen de yüzde 3,3 değer kaybetti. Çok daha önemlisi, işlem gören 1.476 hisse senedinin (Çin’in başlıca iki borsasında kayıtlı tüm şirketlerin yüzde 50’den fazlası) 2,6 trilyon dolar değerinde net varlığı donduracak şekilde askıya alınmış olduğunun ilan edilmesiydi.
Bu haftaki daha büyük düşüşler Çin Başbakanı Li Keqiang, banka yetkilileri ve mali düzenleyiciler arasındaki hafta sonunda yapılan acil durum toplantılarının ardından gerçekleşti. Görüşmeler sonucunda, merkez bankasına, bir devlet işletmesi olan Çin Menkul Kıymetler Finans kurumuna fiilen sınırsız likidite sağlama, aracı kurumları finanse etme ve “piyası istikrarı”nı destekleme yetkisi verildi. Şimdiye kadar, acil durum önlemlerinin yarar sağlamadığı ortaya çıkmış durumda.
Çin şu anda dünyanın en büyük ikinci ekonomisi (bazı ölçütlere göre en büyüğü) ve küresel ekonomik büyümenin en az yüzde 30’unun kaynağı olduğu için, onun hisse senedi piyasasındaki altüst oluşun ekonominin geri kalanına yayılacağı ve dünyayı bütünüyle etkileyeceği yönünde giderek artan kaygılar söz konusu. Bakır fiyatı endeksli vadeli işlemler, son iki gün boyunca yaşanan yüzde 8,4 düşüşünün ardından, dün, anlamlı bir biçimde, 2009’dan beri en düşük seviyesine indi.
Mali çevreler içinde zaman zaman adlandırıldığı haliyle “Doktor Bakır”, önemli bir ekonomik gösterge olarak kabul edilir. Dünyanın başlıca imalat merkezi olarak Çin, en büyük metal tüketicisidir. Hisse senedi piyasasındaki çöküşün ardından demir cevheri ve petrol fiyatları da düştü.
Borsa krizinin kökleri gerçekte Çin ekonomisinde değil; küresel kapitalist sistemin 2008’deki mali iflas ile başlayan çöküşünde yatmaktadır.
Onun Çin üzerindeki etkisi doğrudandı. Dünya ticaretinin 2008’in sonraki bölümünde ve 2009’un ilk aylarında çökmesi ile birlikte (düşüş oranı, bir noktada, 1930’ların başlarında görülen ile eşit seviyedeydi), Çin’in ihracatı, 23 milyon işin kaybına yol açacak şekilde, inişe geçmişti.
Potansiyel olarak patlayıcı bir toplumsal kriz ile karşı karşıya kalan Çin yönetimi, [buna], yerel yönetim makamlarına altyapı projelerine ve gayrimenkul geliştirme işine girişmeleri için büyük çaplı bir kredi genişlemesiyle ilgili 500 milyar dolarlık bir teşvik paketi ile karşılık verdi. Neredeyse bir gecede yeni kentsel siteler ve bazı durumlarda neredeyse bütünüyle yeni kentler ortaya çıktı. Yönetim, dünya ekonomisinin konjonktürel bir darboğazdan geçtiği ve önceki büyümenin yeniden başlayacağı umuduna kapılmıştı.
Ancak 2008’de yaşananlar, Çin’in büyümesine güç sağlamak için Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri piyasalarına sürekli genişleyen ihracata olanak sağlamış olan önceki yirmi yılın koşullarının sona erdiğine işaret ediyordu. Bugün, genişleyen ihracat, Çin’in ekonomik büyümesine çok az katkıda bulunuyor.
Genişleyen kredi ile sağlanmış altyapı ve gayrimenkul gelişmesi, Çin ekonomisinin büyümesini 2008 öncesi ya da ona yakın oranlarda tutacak şekilde, bir süreliğine destekledi. Bu, sığ görüşlü ekonomi uzmanlarının, kapitalizmin, mali çöküşe rağmen, içsel hızlı toparlanma gücünü bir kez daha sergilemiş olduğu; zira Çin’in diğer sözde gelişen piyasalar ile birlikte küresel büyüme için yeni bir zemin sağlayacağı iddiasına yol açtı. Bu öngörü hızla deşifre oldu ve şimdi, Uluslararası Para Fonu ile diğer küresel ekonomik makamlar tarafından, resmen bir kuruntu olarak kabul ediliyor.
Çin hükümeti, tüketim harcamaları gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) ancak yüzde 35’ine denk düşerken, krediyle desteklenen yatırımların GSYH’nın yaklaşık yüzde 50’sini oluşturduğu ekonomik yapının sonuçta sürdürülemez olduğunun farkına varmıştı.
Bunun sonucunda, yönetim, 2013’te, bundan böyle piyasa güçlerinin çok daha “belirleyici bir rol” oynacağını ilan ederek, yeni bir ekonomik yönelim başlattı. Önceki Mart ayında iktidara gelmiş olan Devlet Başkanı Xi Jinping, Komünist Parti önderliğinin önemli bir toplantısında, Kasım 2013’teki gündemini ileri sürerek, “Ekonomik sistem reformunu, piyasanın kaynakların tahsis edilmesindeki belirleyici rolü üzerinde yoğunlaşarak derinleştirmemiz gerekiyor…” dedi.
Yeni yönelim iki temel bileşenden oluşuyordu: uluslararası sermaye akışlarına giderek daha fazla açılacak olan mali sisteme devlet müdahalesini ve kontrolünü azaltmak; Çin’in iç ekonomisindeki tüketim harcamalarının düzeyini yükseltmek.
İç tüketimi arttırmanın apaçık yolu, yüz milyonlarca kişiden oluşan Çin işçi sınıfının ücretlerinin arttırılması olacaktı. Fakat bu yol, küresel kapitalist piyasalardaki rekabetçi mücadele eliyle kapatılmıştı.
İşçi ücretlerinde herhangi bir kayda değer artış, ABD -ve Avrupa- merkezli büyük ulusötesi şirketler yararına sözleşmeleri yerine getirirken düşük kar paylarıyla faaliyet gösteren Çinli imalatçı firmaların, Vietnam gibi Güneydoğu Asya’daki daha ucuz yatırım bölgelerine göre piyasa ortalamasının üzerinde fiyat vermesi anlamına gelecekti. Hatta Çinli firmalar, Obama yönetimi altında Amerika’daki ücretlerin geriletilmesi ile birlikte kendisi bir ucuz emek bölgesi haline gelmiş olan Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen rekabetle karşı karşıyalar.
Bu nedenle, Çin Komünist Partisi’nin üst kademelerine hakim olan oligarklar yararına hüküm süren yönetim, tüketim harcamalarını başka bir yolla arttırmaya çalıştı. O, orta sınıfın ayrıcalıklı kesimlerini borsada yatırım yapmaya teşvik ederek, bir “servet etkisi” yaratmaya koyuldu. ÇKP, Çin hükümetinin mali sisteminin kaldıraçlarının kontrolünü sıkı bir şekilde elde tutmasının yatırımlarını güvence altına alacağı yönünde tam garanti sayesinde, küçük yatırımcıları piyasaya çekti.
Sonuç, borsaya, Şanghay endeksini 12 Haziran’da ulaştığı doruk noktası öncesinde, yıl içinde yüzde 150’den fazla yükselten bir para akışı oldu. Bu yatırımın çoğu, yatırımcılar tarafından satın alınmış hisse senetlerinin, belirli bir miktar değer kaybetmeleri halinde borcun bir kısmının geri ödenmesi koşuluyla aldıkları krediler için teminat oluşturduğu teminat kredileri aracılığıyla sağlanmıştı.
Bu krediler, teminat tamamlama çağrılarıyla karşılaşan yatırımcıların borçlarını karşılamak için hisse senetlerinin bir kısmını satmaya zorlanması, dolayısıyla aşağı yönlü bir sarmal yaratması nedeniyle, bir yükselme sırasında piyasayı destekler ama herhangi bir düşüşü şiddetlendirirler.
Teminat tamamlama çağrılarının doruğa ulaştığı (borcun bu biçimi, bir noktada piyasa değerinin yüzde 17’sini kapsayarak, Haziran’a kadar, yıl içinde beş kat arttı) geçtiğimiz Nisan’da, bireysel yatırımcılara 20 tane borsa simsarlığı hesabı açma izni veren hükümet, yangını daha da körükledi.
Sonuç, hisse senedi değerlerinde bir başka ani yükseliş oldu. Büyük çaplı bir mali balon ile karşılaşan hükümet, 13 Haziran’da, şimdiki elden çıkarmaları harekete geçirerek, teminat borç verme işlemi üzerinde bir kısıtlama başlattı. Teminat borç verme işlemini dizginleme kararı, hükümetin, kapsamlı yetkileriyle durumu kontrol edebileceği ve balonun havasını kademeli olarak azaltabileceği varsayımına dayanıyordu.
Fakat kapitalist piyasanın kanunlarının, en güçlü yönetimden bile daha güçlü olduğu kanıtlandı. Çin hükümeti, şimdi, borç batağındaki tüm mali sistemi istikrarsızlaştırmakla tehdit eden kontrolden çıkmış bir düşüş ile karşılaşıyor. Sadece yerel yönetim makamlarının, ödenmemiş 4 trilyon dolar borcu olduğu tahmin ediliyor.
Bu erime, potansiyel olarak patlayıcı siyasi sonuçlara sahiptir. Sosyalizmi temsil etmek bir yana, toplumsal eşitliği savunma yönündeki tüm iddiasını yitiren Çin Komünist Partisi’nin “kızıl kapitalistleri”, Çin işçi sınıfının toplumsal ve siyasi mücadelelerinin patlamasının ölümcül korkusu içinde yaşıyorlar.
Şimdi, Çin ekonomisi yavaşlarken (GSYH büyümesi resmi hedef olan yüzde 7’nin altına ve belki de yüzde 4’e kadar düşebilir), ÇKP’nin kendisini dayandırmaya çalıştığı toplumsal taban giderek daha düşman haline gelir ve yönetimin “yanılmazlık” görünümü paramparça olurken, bu beklenti her zamankinden daha fazla beliriyor.
Çin’deki mali kriz, uluslararası işçi sınıfı mücadelelerini yoğunlaştırarak, yalnızca küresel ekonomik büyümede daha fazla yavaşlamaya yol açmayacak; işçi sınıfının en güçlü taburlarından birinin bu mücadelelere katılmasının koşullarını da yaratacak.