Emek Platformu’nda (EP) yeralan sendikalara üye emekçiler, EP’nin 10 Mart günü yaptığı toplantıda almış olduğu karar doğrultusunda, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasa Tasarısını protesto amacıyla, iki saat boyunca iş bıraktılar. 14 Mart günü saat 10 ile 12 arasında gerçekleştirilen eylemde petro-kimyadan gıda işkoluna, haberleşmeden belediye ve metal işkoluna kadar çok sayıda işyerinde çalışmaya ara verildi; başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetleri büyük ölçüde durdu. Eylem saatlerinde çeşitli illerde düzenlenen “basın açıklamaları”na ve yürüyüşlere katılan onbinlerce emekçi, AKP hükümetini protesto etti.
EP‘nin eylem kararına daha önce sert biçimde karşı çıkmış ve sendikaları “yalan söylemek”le suçlamış olan başbakan Erdoğan’ın AKP‘si, iki saatlik iş bırakma eylemi sonrasında, “yasa tasarısının tümünün gözden geçirilmesi” kararı aldığını açıkladı. AKP’nin bu kararı, doğallıkla, en çok sendika bürokrasisini sevindirdi. AKP’nin kararını, Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu “memnuniyet verici”, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ise “harika” buldu. Kumlu, “isteklerinin, tasarının yeniden gözden geçirilmesi ve taleplerinin dikkate alınması” olduğunu söylerken, DİSK’in baş bürokratı Çelebi’ye göre, “mağdurların sesi başarıya ulaşmış”; AKP hükümeti “sağduyulu davranmış”tı.
AKP zor durumda
Oysa, AKP’nin yasa tasarısını “gözden geçirme” tavrının altında, “mağdurların sesi”nin Meclis’e ulaşmış olması ya da bu partinin “sağ duyululuğu” değil; AKP hükümetinin içinde bulunduğu zorluklar yatıyor. İlk hükümet döneminde uluslararası ekonomik durumun avantajlarından yararlanmış olan AKP’nin yelkenlerini beş yıldır şişiren yabancı sermaye akışı hızla azalmakta; aylardır “geliyorum” diye haykıran ekonomik krizin belirtileri açıkça görülmektedir.
“Türban” tartışmasından “Güneş operasyonu”na kadar attığı hemen her adımda hem geleneksel burjuva partilerinin hem de Kemalizmin “son kale”si kimi devlet kurumlarının sert muhalefetiyle karşı karşıya kalan AKP, siyasi olarak da fena halde sıkışmış durumda. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, tam da EP’nin “uyarı amaçlı çalışmama hakkı” eyleminin gerçekleştiği gün, “laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla, AKP’nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne davası açtı.
AKP’nin, böylesi ciddi tehditlerle karşı karşıya olduğu bir dönemde, emekçilerin tümüyle sendika bürokrasilerinin denetiminde olan örgütlü kesimlerini karşısına alamayacağı ve –askeri deyimle- hedef küçültmeye çalışacağı; Erdoğan’ı “delikanlı” jargonunu terk etmeye ve sendika bürokrasileriyle uzlaşmaya zorlayacağı belliydi. Nitekim, eylem kararının alınmasının ardından, sendikacılara sert tepki gösteren ve eylemlerin yasadışı olduğunu ifade eden Erdoğan geri adım attı ve yasa taslağının yeniden görüşüleceğini ilan etti.
Sendikalar uzlaşma için can atıyor
Öte yandan, kraldan fazla kralcı biçimde sendikacıların kuyruğunda dolaşan kimi küçük burjuva solcularından başka hiç kimse, sendika bürokrasilerinin AKP’yle bir uzlaşma için can attığından kuşku duymuyor. Onların AKP iktidarı karşısında beş yıldır izlediği açık işbirlikçi çizgi bir yana, sendika bürokrasilerinin içinde bulunduğu ruh halini, Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun şu sözlerinde bulmak mümkün: “Biz, bugüne gelene kadar hep diyalogdan yana olduk, olmaya da devam edeceğiz. ‘Yapmayın, etmeyin dedik. Olmuyor dedik… Efendiyiz ama ensemizde boza pişirtmeyiz dedik. Mütevazılığımızı istismar etmeyin dedik.’ Dinlediler ama uygulamada ciddi bir değişiklik göremedik. Biz, neme lazımcı olamayız, kabuğumuza çekilip, önümüze her gelen yasaya ‘evet’ diyemeyiz. Biz yüz binlerin sözcüsüyüz. Demokrasiden ve halktan yana her iktidarı başımızın üstünde taşımaya hazırız. Bizim sade ve masum bir amacımız var. Çalışanlarımızın sosyal devlet çatısı altında mutlu, huzurlu çalışmalarını, geleceğe güvenle bakmalarını istiyoruz “
Türk sendika bürokrasisinin en köklü kurumunu temsil eden Kumlu, kendileri açısından görüntüyü kurtarma gereğini anlatırken böylesi açık sözlüydü. O, sermayenin iktidarı karşısındaki saygısını ve samimiyetini de tekrarladı: “İddiaların aksine, ne ideolojik yaklaşıyor ne yalan söylüyor, sadece ve sadece bu masum amaç için mücadele veriyoruz… Dün 7 bin prim gününe ve 58-60 yaşa karşı verdiğimiz mücadelede bizimle omuz omuza olanların, bugün iktidar oldukları için 9 bin prim gün ve 65 yaşı öve öve bitirememelerini hazmedemiyoruz. Sosyal güvenliğe bakış açımızın oturduğumuz koltuğa göre değişmemesi gerektiğini düşünüyoruz.” Mustafa Kumlu, iki saatlik iş bırakma eylemi sırasında Ankara’da yaptığı bu konuşmada, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da soğukkanlı ve sorumlu davranmaya devam edeceklerini belirterek, barış ve istikrar içinde bir Türkiye istediklerini vurguladı.
Diğer büyük işçi ve kamu çalışanları örgütlerinin en büyüklerinin, mecburen girdikleri eylem boyunca sergiledikleri söylem de Türk İş başkanınınkinden çok farklı değil. Platformun Hak İş, Türkiye Kamu-Sen gibi büyük bileşenlerinin açıklamaları baştan sona, “bu eyleme mecburen girdikleri” ve “aslında uzlaşmadan yana oldukları” üzerine kuruluydu. Sermayenin ve onun hükümetlerinin onyıllardır uyguladığı politikaların açıkça suç ortaklığını yapmış; sözde bu politikalara karşı çıkmak üzere girdikleri her eylemde sermayenin işini kolaylaştırmış olan güçlü sendika bürokrasilerinin bu “ağırbaşlı” ve “sorumlu” tavırlarında şaşılacak bir şey yok. Şaşırtıcı olmayan bir diğer olgu da sendika bürokrasilerinin güçsüz “sol” bileşenlerinin “radikal” söylemlerini büyük bir ikiyüzlülükle sürdürmesi. Bunların tipik örneğini EP adına katıldığı İzmir’deki eylemde hükümetin yasayı geri çekmemesi durumunda genel greve gideceklerini açıklayan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi oluşturdu. Hem DİSK bürokrasisini hem de onun en gerici kanadının sözcüsü olan Çelebi’yi tanıyan sosyalist işçilerin, bu “sol” açıklama karşısında acı acı gülümsediği ve “konuşun bakalım; sıra size de gelecek” diyerek dişlerini gıcırdattığı kesin.
Çünkü sosyalist işçiler, bugün karşı karşıya oldukları SSGSS yasasının temellerinin EP adı altında bir araya gelmiş olan sendika bürokrasileri eliyle yıllardır izlenen sermaye yanlısı politikalar eliyle atıldığını; örneğin, uluslararası sermayenin yeni iş yasası ve özelleştirmeler gibi bütün dayatmalarının tam da bu bürokratların desteğiyle bir bir gerçekleştiğini biliyorlar. Bugün karşı karşıya olunan SSGSS yasası da başta o zaman iş güvencesi ile sağlanacak olan bir kaç kırıntıyı da ortadan kaldıran İş Yasası’nın kaçınılmaz devamıdır.
Ama hepsi bu değil. Sendika bürokrasilerinin SSGSS yasa tasarısı karşısındaki ikiyüzlülüğü, bizzat 14 Mart günü yapılan eylemlerde de gözler önüne serildi. Elbette görmek isteyenler için!
Bürokratların yeri
“Çalışanlar İş Bıraktı, Hayat İki Saat Durdu” (Türk İş); “Çalışanlar ‚Çalışmama Hakkı‘nı Kullandı” (Hak İş); “SSGSS Yasa Tasarısı‘na Karşı Türkiye Ayaklandı!” (DİSK); “Hayat Hiç Durmasın Diye Bugün İki Saat Hayat Durdu” (Türkiye Kamu Sen), “Emekçiler Geleceğine Sahip Çıkmak İçin Hayatı Durdurdu!” (KESK). Sahiplerinin siyasi iktidar karşısındaki konumunu sergileyen bu başlıklar, 14 Mart eylemini düzenleyen EP’nin başlıca bileşenlerinin internet sayfalarından alındı. Bu başlıkların ortak özelliği, sendika bürokrasilerinin 14 Mart eylemi karşısındaki “sorumsuzluğu”nu sergilemeleridir. Sendika bürokratları, bu “yansız” gazeteci diliyle, içgüdüsel olarak, 14 Mart eyleminin emek ile sermaye (onun hükümeti) arasındaki mücadelenin bir parçası olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye; eylemi, bu mücadelede bir taraf olarak kendilerinin örgütlemedikleri mesajını vermeye çalışmaktadırlar.
Oysa bu doğru değil! SSGSS yasasına karşı gerçekleştirilen 14 Mart eylemi, sınıf mücadelesinin bir parçası olarak ve sendika bürokrasileri tarafından örgütlenmiştir. Sendika bürokrasilerinin kuyrukçusu küçük burjuva radikal solu bu tespitten hareketle, kendisine haklılık kazandırmakta acele etmemeli. Zira, hazırlık ve uygulama süreçleriyle 14 Mart eylemi, sendika bürokrasilerinin yerinin işçi sınıfının değil ama sermayenin yanı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Nasıl mı?
EP’nin SSGSS yasa tasarısına giden yolu yıllardır uyguladığı politikalar eliyle adım adım döşediğine yukarıda değindik. EP bileşenlerinin, tasarı komisyonda görüşülme aşamasına geldiğinde bile asıl kaygısı, tabanlarını denetim altında tutabilme idi. Bu yüzden onlar, kitlesel eylemlilik için gerekli hazırlıklardan hiç birini yerine getirmediler. Ne fabrikalar, işkolları ve sendikal örgütler arasında ortak eylem komiteleri oluşturdular ne de tabanın inisiyatifini geliştirecek herhangi bir eylem hazırlığına giriştiler. Çünkü sendika bürokrasisinin amacı, emekçilerin olabildiğince sınırlı –ve geleneksel olarak “eylemci”- kesiminin hem zaman hem de mekanla sınırlandırılmış eylemliliğiyle desteklenen bir “uyarı”da bulunmaktı. KESK’e ve DİSK‘e üye sendikaların üyeleri ile Türk İş içindeki sosyal demokrat sendikalar, EP bürokrasisinin bu gereksinimini karşılayacak doğal zemini oluşturuyordu. Sonuçta, 14 Mart eylemi, emekçilerin bu eylemci kesiminin istenen sınırlar içinde başarıyla tutulduğunu gösterdi.
Gerçekten “yaşam durdu” mu?
14 Mart eylemini, yazarlarının bile inanmadığını düşündüğümüz, “Hayat durdu”, “Türkiye ayaklandı” gibi abartılı başlıklar altında sunmak, sendika bürokrasilerinden ve hükümetten başka kimsenin işine yaramayan bir abartıdır.
EP’nin “uyarı amaçlı çalışmama hakkı” eyleminin ulaşım, temizlik işleri, eğitim ve sağlık alanlarındaki hizmetleri büyük ölçüde aksattığına; petro kimya ve metalürji sektörlerindeki birçok fabrikada üretimi iki saat durdurduğuna değindik. Ancak bir çok fabrikada, işçiler fabrikalarını terkedip sokağa çıkamadı, tezgâh başında ya da çay molasında yemekhanelerde EP’nin bildirisinin okunmasıyla yetindi. 14 Mart eylemi, sendika bürokrasilerinin ve kimi basın yayın organının sunduğu gibi, “yaşamı durduran” bir eylem değildi ve patronlar ile hükümet bunun için EP’ye teşekkür borçludur.
Örneğin, DHMİ Atatürk Havalimanı’nda, Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS) ile Türk Ulaşım Sendikası (TUS) üyesi emekçiler, saat 10.00’da iş bırakarak DHMİ Atatürk Havalimanı Başmüdürlük binası ve teknik blok kafetaryasında toplanmış ama bu eyleme, kısa süre önce, küçük burjuva radikallerinin keskin “sol” çığlıkları eşliğinde greve çıkıp ardından satış sözleşmesi imzalayan Hava İş sendikası katılmamış; çalışanlara bildiri dağıtmakla yetinmiştir. Sonuç, Atatürk Havalimanı’nda iç ve dış hatlardaki uçuşlarda herhangi bir aksama yaşanmaması, uçuşların normal olarak gerçekleştirilmesi oldu. Yine, EP‘nin eyleme başladığı saat 10.00’dan itibaren İstanbul’da İETT otobüslerin, tramvayın, şehir hatları vapurlarının ve banliyö trenlerinin çalıştığı gözlendi (aynı durum, Ankara’da yaşandı); birçok hastanede eyleme katılım düşük oldu.
Benzer biçimde, EP’nin, iki saatlik iş bırakma eylemine katılımın en yüksek olduğu eğitim sektöründe bile açık mücadeleden kaçınıp, sabahçı öğretmenlerin çoğuna bir gün öncesinden sağlık kontrolü nedeniyle sevk aldırmış olması, sendika bürokrasilerinin bu son derece önemli eylemi düzenlerken mücadele ruhundan ne denli uzak olduğunu ve nasıl kaçamak yöntemlere başvurduğunu gösteren bir diğer olguydu. Bütün bunlar olurken, sendika bürokratlarının “bir sonraki adım genel grev” masalını kim ciddiye alır? EP, en azından, aynı gün benzer taleplerle Yunanistan’da eyleme çıkan meslekdaşlarını örnek alsaydı, sendikal bir “uyarı” eyleminin nasıl olması gerektiğini görürdü.
14 Mart eylemi ve küçük burjuva solu
EP bürokratlarının bütün engelleme çabalarına karşın, Türk Harb-İş Sendikası’na bağlı işçilerin çevre fabrikalardan katılanlarla birlikte Pendik’ te D-100 karayolunu trafiğe kapatması, onbinlerce emekçinin meydanlara inmesi, işçi sınıfının sendika bürokrasilerine rağmen gerçekleştirdiği eylemlerdir. Bürokratlar, önleyemeyeceklerini bildikleri bu tür militan eylemlere sahip çıkarak, bir yandan onların denetim dışına çıkmalarını önlerken, aynı zamanda hem kitlelere hem de hükümete, gerektiğinde ne kadar “militan” olabileceklerini göstermeye çalıştılar. Ama patronlar ve hükümet, gerçeğin ne olduğunu çok iyi görmektedir.
Bu durumu görmeyen, daha doğrusu görmek istemeyenler, sendika bürokrasilerinin kuyruğunda dolaşan küçük burjuva solcularıdır. Sendika bürokrasilerinin patronlarla ve hükümetle pazarlıkları için kullandığı ve her defasında sattığı eylemleri “devrimci işçi hareketi yükseliyor” çığlıklarıyla karşılayan bu “sol”cuların, eylemci işçilere yaltaklanmayı onları “kazanma”nın ilkesel yolu olarak benimsemiş olduklarını biliyoruz. Ancak onların bu yöntemi, binlerce örnekte görüldüğü üzere, kendilerine bir yarar sağlamamakta; yalnızca sendika bürokrasilerinin ve patronların elini güçlendirmektedir.
Sendika bürokrasilerinin, küçük burjuva solcularının mütevazi katkısıyla her eylemde yeniledikleri bu “sol” maske ise onların işçi sınıfına yeni ve daha ağır bedeller ödetmesini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bunun son örneklerini, Hava İş ve Telekom grevlerinde gördük. Küçük burjuva solcuları, bütün bu grevlerde, işçilere sendika bürokrasilerinin gerçek yüzünü ve kendilerini bekleyen tehlikeleri anlatmak yerine, sendikalar hakkında “devrimci” hayaller yaydılar ve her defasında işçileri hayal kırıklığına uğrattılar.
Oysa kendisine “sosyalist” ya da “devrimci” diyen herkese düşen görev, ucuz sendika şakşakçılığı yapmak ve bürokratların denetimindeki eylemler hakkında “sol” hayaller yaymak değil; işçilere her durumda gerçekleri, yalnızca gerçekleri anlatmaktır. Yıllardır EP adı altında bir araya gelmiş olan Türk sendika bürokrasisi, en az diğer ülkelerdeki meslekdaşları kadar işçi düşmanı olduğunu onlarca örnekle kanıtlamıştır. Onun Türk İş, Hak İş, DİSK, KESK ya da Türkiye Kamu Sen gibi farklı örgütlerde temsil ediliyor olması, elbette, farklı siyasi tercihlere sahip kesimlerden oluştuğunu gösterir. Ancak bu farklılıklar, sendika bürokrasisinin, sermayenin uzun vadeli çıkarları söz konusu olduğunda, her durumda işçi sınıfına karşı ortak davrandığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. EP’nin varlığı ve bugüne kadarki bütün pratiği bunun kanıtıdır.
14 Mart eylemi de EP’nin, AKP hükümetine ve SSGSS yasa tasarısına karşı yükselen emekçi muhalefetini sermayenin çıkarları doğrultusunda manipüle etme; deyim yerindeyse, “basınç azaltma” girişimidir.
EP’de temsil edilen sendika bürokrasisi, AKP hükümetinin tavrına ve onunla burjuva muhalefet arasındaki ilişkilere göre, bir bütün olarak daha “sert” tavır alabilir; hatta kendi içinde bölünebilir de. Bu ikinci durumda, onun, örneğin, Türk İş, Hak İş ve Türkiye Kamu Sen gibi bileşenleri hükümetle hemen uzlaşırken, CHP’nin desteklediği DİSK ile KESK, “militan” bir maske takarak muhalefeti yükseltebilir. Ancak, durum ne olursa olsun, onların SSGSS yasasıyla ilgili olarak AKP hükümeti karşısındaki tavırlarını belirleyecek olan şey, bu yasada yapılacak değişiklikler değildir. Sendika bürokrasilerinin AKP hükümeti karşısındaki tavrı, sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki mücadeleye bağlı olarak netleşecek; bunun ardından onlar, işçi sınıfının kendi denetimleri altındaki kesimlerini burjuvazinin şu ya da bu kanadına yedeklemek için ellerinden geleni yapacaklar.
Sosyalistler, bütün bu nedenlerden dolayı, EP’deki sendika bürokratlarının sermayenin çıkarlarına hizmet eden yüzlerini açığa çıkarmalı; işçileri sendikaların dışında yeni ve devrimci bir işçi hareketi yaratmaya çağırmalıdır. Unutmayalım ki sendikacılık, işçi hareketinin tek değil; yalnızca burjuvalaşmış / reformist biçimidir ve ömrünü doldurmuştur. Gerçek işçi hareketi ise ücretli emek sömürüsünün ve onunla birlikte bütün ezme ezilme ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını; sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı hedefleyen enternasyonalist bir program etrafında yaratılabilir. Bu, marksizmin programıdır.